Kategoriler
matbuat

Osmanlı, Yeniden!

Cumhuriyet devrinde tarihçilik biraz da Osmanlı tarihçiliğidir. Modern Türkiye, 1923’te cumhuriyetin ilânıyla başlayan zamanlardan itibaren kendine yeni bir Osmanlı anlatısı kurma gayreti içerisine girmiştir. Bu tabii görünebilir; yeni Cumhuriyet’in kurucu siyasi kadrolarının ve entelektüel elitlerinin yapmaya çalıştığı iş uzaktan bakınca devr-i sabık yaratmaktır. Ancak unutulmasın ki Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki bu yeni Osmanlı tarihi anlatısı kurma çabası kendi zamanında devr-i sabık yaratma amacının ötesinde doğal bir sürekliliğin sonucudur ve kendi doğal ortamı içerisinde gerçekleşmiştir.

Yeni Cumhuriyet’in Osmanlı mirası üzerine gelmesinin doğurduğu olaylardan bir tanesi de kendisine en yakın, en canlı ve en somut Osmanlı tarihini çoğunlukla görmezden gelmesidir. Bu yüzden, üniversite kürsülerinde eski Türk tarihi, Hititler, Sümer tarihi ve dili gibi konular yeniden önem kazanmış ve revaçta olmuştur. Bu suretle, Türklerin en eski tarihini ve kökenini bulma gibi anlamsız çabalara girişilmiştir.

Osmanlı tarihi zaviyesinden bakılınca o dönemde önemli sayılabilecek çalışmalardan birisi Niyazi Berkes’in Türkiye’de Çağdaşlaşma kitabıdır. Bu önemli ve uzun yıllardır kalburüstü kabul edilen çalışma resmi tarih tezi ve ideolojisinin savunuculuğunu yapmaktan ötürü ciddi eleştirilere tabi olmuştur. Tıpkı, Osmanlı İmparatorluğu’nu gerileme paradigmasından ele alan Bernard Lewis’in The Emergence of Modern Turkey (Modern Türkiye’nin Doğuşu)kitabında tutturduğu söylem ve yaklaşım gibi. Türk ve Osmanlı tarihçiliğindeki güncel ve son yaklaşımlar Berkes’e ve Lewis’e temkinli yaklaşılması gerektiğini salık verir.

Rahmetli Halil İnalcık’ın her fırsatta söylediği, – bir tarihçi olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun Batılı anlatılar karşısında aciz kalmayacağı bir tarih yazma amacını gerçekleştirmek Osmanlı tarihçiliği açısından kayda değerdir. İnalcık, ekseriyetle kuruluş devri ve Fatih-Yavuz-Kanuni dönemleri üzerinde çalışmıştır. Osmanlı son dönemi ve modern Türkiye üzerine az sayıda kıymetli çalışması vardır. Kendisinin çokça söylediği bir diğer husus ise Halil İnalcık’ı okumadan eleştirdikleri yönündedir. Bu açıdan bakıldığında, Halil İnalcık kendisini eski anlatıların bir savunucusu olarak görmez; bilakis, İnalcık yazdıklarıyla yeni nesil tarihçilere de referans olmak istemektedir.

2000 öncesi dönemde Osmanlı İmparatorluğu üzerine nicelik olarak çok akademik çalışma yapıldığını söyleyemesek de Şerif Mardin gibi isimler Osmanlı tarihçiliğine özellikle yeni bir toplumsal perspektif kazandırarak literatüre önemli katkılar yapmıştır.

2000’li yıllardan sonra Osmanlı tarihçiliğinin seyrinin değiştiğini söylemek mümkün. Hem kemiyet bakımından hem de keyfiyet bakımından Osmanlı tarihçiliği revaçtadır. Çok sayıda çalışma yapılmaya başlanmış ve bu yeni çalışmalar ‘Batılı devletler karşısında Osmanlı İmparatorluğu’ dar söyleminden sıyrılmaya çalışmıştır. Artık, 2000 sonrası dönemde, yeni sorular sormak ve kendisine yeni bağlamlar bulmak çok daha kıymetlidir. Bu yeni yaklaşımlar, dünya tarihini Avrupa merkezci bir gözle görmediği gibi dünyayı kuzey-güney ya da doğu-batı karşıtlıkları üzerinden değil bütün medeniyetleri eşit bir şekilde gören ‘yatay eksen’ üzerinden değerlendirme eğilimindedir.

Dünya tarihine yönelik bu yaklaşımın neticelerinden birisi de Osmanlı tarihini çok daha demokratik, tarafsız ve olduğu gibi anlama ve anlamlandırma çabasıdır. Tarihçilikte yeni ekoller, Osmanlı İmparatorluğu’nun Fransız İhtilali’nden itibaren içerisinde bulunduğu ‘buhranlı’ durumda olduğu gibi kendi hikâyesi ve normalliği içerisinde anlamaya çalışmaktadırlar.

Tanzimat devrinde Osmanlı Batılılaşırken İslâm’dan uzaklaşmadığı gibi Tanzimat Fermanı da metin olarak oldukça İslâmi referansları olan bir metindir. Osmanlı aydınının Avrupa karşısındaki tavrı da yalnızca Batıya öykünme ve züppeleşme olarak görünemez.2000’li yıllardan sonra Osmanlı tarihçiliğine rağbet olmasının politik bir izahı olup olmadığı tartışılabilir. Bunun bir sebebi, üniversal ekolleri ve dünya tarihini takip eden yeni tarihçilerin ve insanların varlığıdır. Öteki sebepleri arasında Tanzimat ve Osmanlı geç dönem siyaseti ile Türkiye’deki bugünkü siyasetin koşullarının oluşturduğu durum görülebilir.

Kategoriler
matbuat

Reisin Görünmez Eli

Malum olduğu üzere Osmanlı İmparatorluğu devrinde padişahlar ya da mülkü temsil eden idâreciler arasında ‘tebdil-i kıyafet’ geleneği yaygındı. Yani, padişah ya da idâreciler tanınmayacak bir hâl ve kıyafet ile halkın içine inerlerdi. Buradaki kılık kıyafet değiştirmenin ve halkın tanımayacağı bir hâl üzere sokağa inmekte maksat memleketin ve halkın içerisinde bulunduğu vaziyeti en doğal hâliyle ‘olduğu gibi’ müşahede edebilmekti.

Eh, resmi kıyafetle ve makam sahibi olarak halkın içinde olmak bir tür müsamere hâline gelmesi pek muhtemel bir durum. Başkana iyi görünmek isteyenlerden tutun da kendi ikbâlleri için problemleri ve halkın sıkıntı ve şikâyetlerini örtbas etmek isteyen yöneticiler de olabilir.

İşte, tam da bu yüzden mülkü temsil eden ve adaleti ayakta tutan idârecilerin Osmanlı Devleti devrinde ‘tebdil-i kıyafet’ ile iş görme ve memleketteki marazları giderme yöntemi adalet dairesinin bir parçasıydı.

Tabi, o vakitler nüfus bu denli kalabalık değil; şehirlerimiz bu kadar geniş, kalabalık ve kompleks değildi. İnsan hâliyle düşünüyor… Bu denli gelişmiş ve kalabalık büyükşehirlerde belediye reisinin ‘tebdil-i kıyafet’ ile halkın dertlerini dinlemesi ne kadar mümkün olabilir ki?

Zaten aslında mesele halkın dertlerini sokaktaki insanların ağzından dinlemekten ibaret değil. Şehrin eksiklerini ve noksanlıklarını mahir bir noktainazarla tespit edebilmek ve gerekli aksiyonu alabilmek.Samsun da dahil olmak üzere birçok şehirde sokaklarda dolaştığınızda böylesi o kadar çok noksan var ki…

Uzun zamandır ne zaman sokakları arşınlasam, lokantalara gidip, kahve içmeye oturup, otobüslere ya da tramvaylara binsem gözüme binbir türlü eksik ve köylülük kokan zafiyetler çarpıyor.

İşte, tam da bu sebepten ötürü reisin şehrin sokaklarında görünmez elleri olması gerektiğini düşünüyorum. Yeni bir düşüncem değil. Çok uzun zamandır bu fikirdeyim ancak kimsenin umursadığını henüz görmedim.

Her şeyden önce ahlâklı ve bunun da ötesinde marifetli ve şehirdeki eksiklikleri görebilen ve o eksiği giderebilecek bir elin parmağını geçmeyecek kişilerin vasıtasıyla Samsun’un bambaşka bir şehir olabileceği kanaatindeyim. Yani, bu kişiler bir nevi maestro olmalı. Fenerbahçe’de Alex de Souza nasıl bir karakterde oynamışsa, aynı şekilde Samsun şehrinin görünmeyen yüzünün aynası olmalı.

Bu sayede, bugün, ‘tebdil-i kıyafet’ ile halka inmek mümkün olmasa da reisin görünmez elleri vasıtasıyla birçok yapılamayan ama oldukça elzem olan hizmetler bu şehrin insanlarına sunulabilir. Bir şehri yönetirken rutin işleyişin dışına çıkmak, ayrıntılardaki insanların dertlerine derman olabilmek önemlidir.

Samsun bambaşka bir gözle idâre edilmeyi hak ediyor. Büyük projeler, rutinleşmiş festivaller, altyapı çalışmaları bir şehir için önemli olsa da sokaktaki insanların gündelik hayatlarına dokunabilmek için bambaşka bir perspektif ve yaklaşım icap ediyor.

Ve bu ancak bir belediye reisinin ya da idârecinin ‘görünmez elleriyle’ olanaklı olabilir. Sokaktaki insanların tanımadığı ve bilmediği ancak idârenin iradesini ve mülkün temsilini sapasağlam bir şekilde ortaya koyacak ehil insanlar… İfade etmeye çalıştığım bu ehil insanlarla ‘görünmez el’ tesis etmek hafiyelik cinsinden olabilecek bir icraat değil. Yani, bir asayiş faaliyeti değil. İmar ve ihya meselesi.Zor değil… Bu ülke ve bu şehir sıra dışı icraatlar ile hizmet görmeyi hak ediyor. Bürokrasinin dışına çıkmak ve halkın bir parçası olmak bazan meşakkatli olsa da ‘görünmez eller’ ile bambaşka bir Samsun olabilir. Samsun sokaklarında dolaşırken edindiğim intiba ve hissiyatım bu yönde. Böylesi fikirleri dizi senaryolarına ve filmlere bırakmamak ve icraata geçirmek mümkün.

Kategoriler
matbuat

Müstemleke Olmamak

Yirminci yüzyılın başında bütün dünyada imparatorluklar yıkılırken birbirine benzer kendi millî aidiyetlerini geliştirmiş ulus devletlerin kurulması cereyan etti. Hiç şüphesiz, havsalası milletler şemsiyesi olan büyük imparatorluklarda yaşayanlar için ulus devlet realitesi dar, tek tipçi, imparatorlukların kuşatıcılığı ve kapsayıcılığına kıyasla vizyonsuz bir yeni uluslar dünyasıydı. Bu şekilde, imparatorlukların şemsiyesi altında mikro kimlikleriyle yaşayan etnisitelerin ya da milletlerin kendi küçük ve mutlu, perişanlık çekseler dahi kendi ulusları içerisinde yaşamaktan memnun devletleri ortaya çıktı. Bu, 1800’lerin sonlarından itibaren, ekseriyetle de yirminci yüzyılın başında Birinci Dünya Harbi’nin ortaya çıkmasıyla tecessüm eden bir durumdur.
İmparatorluk havsalasıyla düşünüldüğünde ulus devletlerle ülkeyi idâre etmek şovenizme yaslanan ufuksuz bir iştir.
Fakat burada bir soruyu sormak icap ediyor ve bir realiteyi görmek gerekiyor. 1800’lü yıllardan itibaren İngiltere’de başlayan Sanayi Devrimi’nin meyveleri toplanmaya başlanıyor ve Avrupa’da yorgun imparatorluklara iktisadi destek sağlamaya hazır aileler ve bankalar ortaya çıkmıştı. Kısacası, kapitalizm bir ekonomik yöntem olarak artık dünyada sözünü daha fazla geçirmeye başlamıştı. Takip eden yıllarda dünyada egemen bir model olarak ‘serbest piyasa ekonomisi’ hakimiyet kuracaktı.
Yeni kapitalistleşmeye başlayan dünyada Osmanlı İmparatorluğu için tehditlerden birisi de hakimiyeti altında bulunan ve milletler şemsiyesi altında Osmanlıcılık fikriyle yaşayan milletlerin Osmanlı’dan ayrılarak kendi milliyetçi devletlerini kurmak istemeleriydi. Batılı devletler ve Rusya da tabii olarak Osmanlı çatısı altında yaşayan mikro etnisiteleri kendi devletlerini kurmaları için teşvik ediyor ve kışkırtıyordu.
Benzer şekilde, Osmanlı Devleti 1850’li yıllardan itibaren ekonomik olarak resesyona girdi. Takip eden yıllarda Osmanlı Devleti Avrupalı devletlere ve özellikle de Batılı bankerlere borçlu olacaktı. Hatta, birçoğumuzun bildiği gibi bu borçların ödenebilmesi amacıyla II. Abdülhamit saltanatında Düyûn-ı Umûmiye idâresi kurulacak ve Osmanlı İmparatorluğu müstemleke konumuna düşecekti. Yine, benim de lise yıllarında üzerinde araştırma yaptığım Fransız Reji Şirketi de Osmanlı topraklarındaki tütün üretim haklarının devredildiği bir başka müstemleke örneğidir.
Elbette, her ulusun kurtuluş ve bağımsızlık mücadelesini müşterek değerlendirmek gerekir. Ancak Türkiye’de Kurtuluş Mücadelesi özelinde değerlendirmek gerekirse yeni devlet Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu bu topraklarda emperyalist emellere karşı şanlı bir direniştir. Türkiye’de kurulan ulus devleti bu çerçevede değerlendirmek gerekir düşüncesindeyim. Türkiye’deki ulus devlet son kertede imparatorluk bakiyesidir. Tabii olarak, yeni Türkiye’nin üniter devleti tıpkı başka ulus devletlerde olduğu gibi birtakım ritüellerle ve törenlerle kendini var etmiştir. Ancak yeni devlet Türkiye’de gittikçe kapitalistleşmeye başlayan emperyal dünyaya karşı kendi özgürlüğünün ve bağımsızlığının inkişaf ettiği bir teminat olmuştur. Türkiye Büyük Millet Meclisi de şüphesiz bu halk iradesinin ve bağımsızlığının en kıymetli sembolüdür.
Türkiye bir ulus devlet olarak kurulmuş ancak neredeyse 2000’li yıllara dek kendi içine kapanık bir ülke hâline gelmiştir. İlk nüvelerini Turgut Özal’la başlayan dönemde göreceğimiz kapitalist dünyanın bir parçası hâline gelme teşebbüsleri 2000’li yıllarda AK Parti iktidarında da artarak devam etmiştir. Burada bir soru sormak gerekir: Küresel dünyanın bir parçasıyken kendi ulus devletini var etmek ne kadar mümkündür? Mümkünse, ne kadar gerçekçi ve uygulanabilirdir?
Son olarak bir tespitle bitireyim. Modern Türkiye Devleti bağımsızlık mücadelesiyle kurulmuş ve anti emperyalist izler taşımaktadır. Ancak 1980’li yıllarda küresel ekonomiye entegre olduğu zamanlara kadar geçen süre zarfında Türkiye komünistleşmemiştir de… Sovyetlerle yakınlaşılan zamanlar olduğunu biliyoruz ancak Türkiye hiçbir zaman Sovyet hegemonyası altına girmemiştir. Yani, Yugoslavya tecrübesi Türkiye’de kendine vücut bulamamıştır. Sol fikirler bazı okur yazarların eleştirel okumalarının bir parçası olsa da halkın ekseriyetinde bir Latin Amerika ülkeleri gibi sol fikirler ve siyaset yer bulamamıştır.
Belki de bu durumun sebepleri arasında Amerika’nın Marshall yardımları gibi anti komünist propagandaları olabilir. Kim bilir…

Kategoriler
matbuat

Saraybosna Güncesi

Balkanlar bir başkadır. Dünyanın öteki yerlerine kıyasla, Balkanlar, tabiatın ve medeniyetin olanca mütevazılığı ile tecessüm ettiği topraklardır.

Saraybosna’nın ise Balkan coğrafyası ve eski Yugoslavya ülkeleri arasında müstesna bir yeri vardır. Ecdat yadigârı Saraybosna Fatih zamanında fetih olunmuştur. İsa Bey ve Gazi Hüsrev Bey Saraybosna’nın ilk kurucularındandır ve Bosna’da İslâm’ın yayılması amacıyla önemli çalışmalar yaparak önemli eserler inşa etmişlerdir.

Son yıllarda Türkler arasında pek popüler olması bir yana…

Saraybosna ve Mostar şehirleri herhangi bir dönemde popülarite kazanmasının çok ötesinde bambaşka güzellikte şehirlerdir. Eski şehirde gündelik hayat akarken, öte yandan turistik birçok şeyle de karşılaşırsınız. Turistik öte beri dükkânları Başçarşı’nın tarihi tabiatını bozmaz. Başçarşı ve etrafındaki sokaklar Bosna’nın yerli insanları için de gündelik işlerini halletmek, bir şeyler atıştırmak ve kafelerde buluşmak için uğrak mıntıkalardandır.

Birçok yerde camii bulunduğundan Saraybosna sokaklarında gezerken, öteki Avrupa şehirlerine kıyasla namaz kılmak için yer aramazsınız. Küçük bir alan içerisinde ibadet için çok sayıda camii bulmak mümkündür. Türkiye’den yurt dışına çıktığınızda eğer ki Müslüman nüfusun olduğu bir memlekette iseniz etrafınızda mescit ya da camii bulunmasının bir nimet olduğu kanaatindeyim.

Bosna mevzu bahis olduğunda Boşnak böreği, cevapi ve pljeskavica köftelerini tatmak tabii ki de birçok kişiyi cezbeder. Türkiye’ye kıyasla Saraybosna ve Mostar’da çok lezzetli etler daha ucuzdur. Aslında börek ve köfte kültürünü yalnızca Bosna Hersek’le özdeşleştiremeyiz. Börek ve köfte bütün Balkanlara yayılmış ve hatta Balkan coğrafyasından Türkiye’ye de sirayet etmiştir. 

Kahve sevenler için de Saraybosna güzel bir şehir. Türk kahvesine benzeyen Boşnak kahvesinin her yerde olmasının yanı sıra iyi bir espresso içebilmek için de birçok kafe vardır. Açıkçası, ben Boşnak kahvesi içmektense espresso içmeyi yeğlerim. Espresso Türkiye’de birçok kafeye kıyasla hem daha özenle hazırlanmış, kaliteli çekirdeklerden yapılmış ve güzeldir hem de fiyatı bizim son yıllarda fahiş bir şekilde artan kahve fiyatlarına kıyasla ucuzdur.

Galiba, Bosna şehri yıkımın en büyüğünü 90’lı yıllardaki Sırp ve Hırvatların saldırısı altındayken yaşadı. Onun haricinde şehrin yağmalandığı başka bir dönem tarihte bilmiyorum. Osmanlı’dan Avusturya Macaristan güçlerinin ele geçirdiği Avusturya Macaristan hakimiyeti altında Saraybosna şehri zarar görmemiştir. Yine, Yugoslavya döneminde de şehrin bütünlüğünü korumuştur.

Bosna insanının bazıları için Türk olmak bir yakınlık vesilesiyken, kimisi de Türk olmanızı hiç umursamaz. Belki de Türklerden bıkmışlardır. Bunu bilemem ancak şunu biliyorum; Saraybosna’da bazı Bosnalılar kendi kimliklerinin ve aidiyetlerinin Osmanlı dolayısıyla direkt Türkiye’yle ilişkilendirilmesinden rahatsız olurlar. Bosna’nın Türkiye’nin uydu devletiymişçesine tavır alınmasından hoşlanmazlar. Eh, haklılık payları da olabilir, elbette.

Son aylarda, Bosna Hersek’in Avrupa Birliği’ne üyeliği konuşuluyor. Avrupa Birliği üyelik müzakereleri Bosna Hersek için başladı. Bosnalılar galiba Avrupa Birliği üyeliğine müspet bakıyor. Fakat Bosna’nın Avrupa Birliği’ne üyeliği için birtakım reformlar ve iyileştirmeler gerekli.

Saraybosna’nın hava kalitesinin dünyanın en kötü havasına sahip şehir olduğunu belirteyim. Özellikle de kış aylarında… Gazetelerde ve haberlerde böyle söylüyor. Ancak ben defalarca gitmeme rağmen hiçbir ziyaretimde Saraybosna’da kötü bir hava teneffüs etmedim. Belki de Saraybosna’nın merkezi olmayan dış kısımlarında hava kalitesi kötüdür.Bosna’yı tarihsel kökleriyle sevebileceğimiz gibi ahlâklı ve medeni insanları olduğu için de sevebiliriz. Slav ırkından olan Müslüman çoğunluktaki insanları Saraybosna sokaklarında, restoran ve kafelerinde bize bambaşka bir ahlâki formasyon içerisinde bir medeniyet timsali olabileceğini gösteriyor.

Kategoriler
matbuat

Tanzimat’tan Modern Türkiye’ye

Üniversite yıllarından beri sürdürdüğüm bir tezim var: Hâlen Tanzimat ruhuyla yaşıyoruz. 1800’lü yılların başlangıcından Sultan II. Abdülhamit dönemine kadar cereyan edenler olaylarla ikinci milenyum çağında Ak Parti iktidarı sürecince gerçekleşenler arasında sadece hadiseler üzerinden bir bağıntı kuramayız; Tanzimat ve Ak Parti döneminde siyasetten meselelere yaklaşım, icraatçı zihinler ve toplumsal yozlaşma cihetlerinden zihinsel bir benzeşim olduğunu ifade etmemiz gerekir.

Aslına bakılırsa, Tanzimat’ın sirayet ettiği dönem sadece Ak Parti’nin iktidar yılları değildir. Bizatihi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu takip eden tek parti döneminde gerçekleşen ‘reform’ çabalarında da Tanzimat’ın tesiri hissedilebilir. Hayatta kalmak için eski ‘altın zamanlara’ dönme çabası ve Batılılaşma üzerinden Avrupa’ya öykünme söz konusudur. Cumhuriyet kuruluş zamanlarında da ‘muasır medeniyetler’ seviyesini elde edebilmek için yine Batı medeniyeti marazı giderecek anahtardır.

On dokuzuncu yüzyılda, II. Abdülhamit’e kadar Batılılaşma serüveni âdeta bir program çerçevesinde cereyan etmiştir. Bilhassa da Londra ve Paris, Osmanlı entelektüelleri ve devlet adamları için örnek alınması gereken birer merkezdir. Sultan II. Abdülhamit’in ve Sultan V. Murat’ın da amcası Abdülaziz’le beraber Paris’e ve Londra’ya şehzadelik yıllarında gittiğini unutmamak gerek. II. Abdülhamit tahta geçinceye dek Tanzimat bir manifesto ruhuyla birbirini ardı sıra takip eden anayasal, siyasal ve teknik reformlarla gerçekleşmiştir.Bu tavır bize Ak Parti’nin kuruluşundaki ve takip eden ilk iktidar yıllarındaki proaktif ve reformist siyasetini hatırlatır. Benzer şekilde, II. Abdülhamit’in iktidar yılları da Cumhur İttifakı teklifiyle Türkiye’nin Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçişiyle hissedilen kısmen içe kapanık dönemi çağrıştırır.

Tanzimat’ın temel felsefesinin Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkılmaktan kurtarmak ve tagayyür ve fesadı defetmek olduğunu söyleyebiliriz. Osmanlı aydınının ve üst düzey devlet adamlarının karşısında örnek alınabilecek Batı’dan başka bir model yoktu. Endüstri Devrimi’nin teknik vasıtasıyla gerçekleştirdiği makine gücü karşısında Osmanlıların el işi tezgâhlar dışında sahip olduğu bir üretim aracı yoktu. Yine, 1789 Burjuva Devrimi öncesindeki entelektüel hazırlık dönemi gibi Osmanlı aydının kendisine ait geliştirdiği gelenekten gelen bir fikriyat yahut entelektüel mülahaza da yoktu. Fransız İhtilali’yle kapitalist bir devlet kurma amacıyla halk kralları yerinden ederken; Osmanlı İmparatorluğu’nda halkın ekseriyeti Osmanlı padişahına muhabbet besliyordu ve Osmanlı aydını arasındaki padişaha yönelik eleştiriler Osmanlı padişahının siyasetine yönelik eleştirilerdi, Osmanlı padişahlık müessesine karşı değildi. Bu vesileyle, şöyle bir tespitte de bulunabiliriz: Endüstri Devrimi’nin ve Fransız İhtilali’nin büsbütün kapitalist saiklerle cereyan ettiği vakıasından hareketle Türkiye topraklarında, bir yandan kapitalist bir eğilim olmasına ve kapitalist teşebbüsler reformlar suretiyle ortaya çıkmasına rağmen bu topraklarda 20. yüzyıldan önce kapitalist bir paradigma ortaya çıkmamıştır. Batı medeniyetindeki kapitalist eğilimler birtakım yenilikler olarak arkadan arkaya uygulanmaya çalışılmıştır.

Ancak II. Abdülhamit döneminde Tanzimat politikalarına ilişkin karşımıza bir farklılaşma ortaya çıkar. 1876 Kânûn-ı Esâsî’nin askıya alınması ve meclisin II. Abdülhamit tarafından kapatılmasıyla Tanzimat’ın devam eden ruhunda bir aksaklık ortaya çıkmış görünmektedir. Tekniğe çok meraklı olan II. Abdülhamit’in iktidar yıllarında ‘kapalı bir modernleşme’ görünür. Anayasal ve siyasal haklar askıya alınmış görünmektedir ancak Tanzimat modernleşmesi kendisine yeni bir surette akacak bir yol bulmuştur. Dolayısıyla, II. Abdülhamit Tanzimat’tan gelen modernleşme taleplerini baskılayarak Tanzimat’ı halkın ve Osmanlı entelektüel çevrelerinin nezdinde talep edilir ve arzulanır bir hâle getirmiştir.

Burada şöyle bir not da düşelim: Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu keskin bir kırılma (certain break) değil, yumuşak bir geçiş (soft transition) olarak ortaya çıkmıştır. Birçok radikal devrim niteliğindeki değişimlere rağmen Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarındaki reform ve yenilik fikirlerinin neredeyse tamamının tohumu II. Abdülhamit zamanında atılmıştır. Yeni devletin kuruluşunun siyasal açıdan II. Abdülhamit döneminde aslında gerçekleştiği kanaatindeyiz.

Çünkü II. Abdülhamit döneminde ilk defa tecessüm eden ‘çevre’ (periphery) Tanzimat zihniyetinin temel taşıyıcısıydı. İşte, bu ‘çevre’, Cumhuriyet döneminde kurtuluş mücadelesi içerisinde 1920’de kendisine yer bulmuştur ancak 1924 anayasasını yapan ikinci mecliste birdenbire bu ‘çevre’ kaybolmuştur.Sözünü ettiğimiz bu ‘çevre’ kendisini Türk siyasal hayatında belirli dönemlerde belli etmesine rağmen esas olarak 2000’li yıllardan sonra Ak Parti döneminde kemikleşmiş bir kitle olarak kendisini yeniden var etmiştir. İşte, tam da bu sebeple, II. Abdülhamit dönemi ve Ak Parti iktidar yılları arasında analoji yapmadan siyaseten bir duygudaşlık olduğunu tespit ediyoruz. Bunun da ötesinde, aslında III. Selim’le başlayan ve 1839 Tanzimat Fermanı’yla resmiyet kazanan Batılılaşmaya müteveccih reform hareketlerinin II. Abdülhamit döneminde haddizatında bitmediğini; yeni bir safhaya geçtiğini söylüyoruz. Türkiye topraklarındaki bu ‘çevre’ siyasal açıdan reformların, yeniliklerin, sermayenin ve büyük oranda anayasal ve siyasal hakların taşıyıcısı konumundadır. II. Abdülhamit’in iktidar yıllarında böylesi bir ‘çevre’ olgusunun tecessüm ettiğini ve modern Türkiye Cumhuriyeti’nde de devam ettiğini söyleyebiliriz.Tanzimat treninin ‘arızalı’ olduğunu ironik biçimde ifade etmek istiyoruz. Çünkü Tanzimat politikaları bu ülkede ekseriyetle dün olduğu gibi bugün de hep ‘günü kurtarma’ amacıyla ortaya çıktı. Bizde kurumsallaşma ve kuramsallaşma pek olmadı. Yani, devlet kurumları ve serbest piyasadaki şirketler hiçbir zaman tam mânâsıyla kurumsal bir hafızaya sahip olmadı. Benzer bir şekilde, sosyal bilimler alanındaki entelektüellerimiz ve düşünürlerimiz de kendisine mahsus bir kuramsallaşma çabası içinde olmadı ya da bu topraklarda bir geleneksellik içerisinde kuram geliştirme imkânı bulamadı. Türkiyeli olmak kendisine mahsus bir aidiyettir, diyebiliriz. Böyle söylemek hem doğrudur hem de bir avuntudur. Tanzimat, modernleşme tecrübemizin bize ait olan ve hâlen hâletiruhiyesini muhafaza ettiğimiz ilk nüvedir.

Kategoriler
matbuat

Madleen’in Gazze Yolculuğu

Mavi Marmara gemisinin Gazze yolculuğundan sonra Gazze’yeyol alan en ciddi girişim Madleen gemisindeki 12 aktivistinİtalya Sicilya’dan kalkan gemiyle Gazze’ye doğru yol alması oldu. Madleen küçük bir yelkenli. Mavi Marmara gemisine kıyasla hem aktivist sayısı hem de geminin büyüklüğü açısından çok daha ufak çaplı bir girişim. Ancak sembolik bir değeri var. Madleen gemisi, Özgürlük Filosu Koalisyonu (Freedom Flotilla Coalition) organizasyonuyla geçtiğimiz hafta Gazze açıklarına vardı.

Geçtiğimiz günlerde Gazze yakınlarında 12 yolcusuyla beraber Madleen gemisinin etrafı İsrail gemileri tarafından kuşatılarak gemi Aşdod limanına çekilmiş ve Madleen’deki aktivistler tutuklanmıştı. Bu yazıyı tam da Madleen gemisinin Gazzeaçıklarında İsrail gemileri tarafından durdurulduğu sırada yazıyorum.

Şimdi, ne olacak? Henüz bilmiyoruz. Beklenen Madleen gemisindeki aktivistlerin herhangi bir yaralanmaya maruz kalmadan ülkelerine iade edilmeleri. Zannediyorum bu yazı baskıya gittiğinde Madleen gemisindeki 12 aktivist serbest bırakılarak ülkelerine iade edilmiş olacak.

Gemide Türkiye’den bir isim de var. Madleen gemisindeki 12 kişi içerisinde Türkiye’den de Şuayb Ordu bulunuyor. Ayrıca, Almanya vatandaşı bir Türkiyeli olan Yasemin Acar da gemidekilerden. Yine, İsveçli iklim aktivisti Greta Thunberg de Madleen gemisinde bulunan aktivistler arasında. Bu yazıyı gazeteye gönderdiğim sırada 12 aktivistin ülkelerine iade edildiği haberi ulaştı. Türkiyeli aktivist Şuayb Ordu, Yasemin Acar’la birlikte iade edilerek Almanya’ya geldiğinde “Gazze’deki ablukayı kırmak için Gazze’ye geri döneceğiz.”dedi.

Madleen gemisinin ismi Filistin’in ilk kadın balıkçısı Madleen Kulab’tan geliyor. Madleen Kulab, 30 yaşında 4 çocuk annesi bir kadın. İsrail ablukasına ve İsrail askerlerinin baskısına rağmen Gazze sahillerinde yıllarca denize açılarak balık tutuyor ve babasıyla beraber balıkçılıkla geçimini sağlıyorlardı. Ayrıca, mevsimlik deniz ürünlerini pişirip satıyorlardı. Ancak 2023 yılında İsrail’in Filistin’e karşı başlattığı savaş Madleen Kulab’ın hayatını kökten değiştirdi. Madleen Kulab, bu savaşta önce babasını kaybetti. Ailesiyle birlikte savaş sebebiyle sürekli yer değiştirmek zorunda kaldı.

Gazze ya da Filistin meselesi, herkesin kendi vicdanının muhasebesinin kendi içerisinde yapmakla mükellef olduğu bir mesele. Filistin toprakları, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışının ardından yirminci yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren tedricen işgal edilmiş yerler. Kudüs’ün özgürlüğü ve siyonizme karşı Kudüs’ün Müslümanların idâresinde bulunması da tıpkı Filistin topraklarının işgalden kurtarılması kadar önemli. Bu sebeple, tam aksine, İsrail binbir türlü girişimle Kudüs’ü kendi yönetimi altında tutmak istiyor.

Geçtiğimiz günlerde Netanyahu’nun yaptığı bir açıklama enteresan: “Bazıları benimle aynı fikirde olmasa da, Osmanlı İmparatorluğu’nun yakın zamanda geri döneceğini düşünmüyorum, dönmeyecek.” Çünkü Filistin ve dolayısıyla Kudüs özgürlüğünü ve bağımsızlığını Osmanlı fikrinin yok olmasıyla beraber kaybetti. Dikkatinizi çekerim sadece Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışı olarak durumu tanımlamıyorum; Filistin ve hatta öteki coğrafyalardaki Osmanlı toprakları, Osmanlı fikrinin ve idâre anlayışının kaybolmasıyla beraber yirminci yüzyılda tedricen işgal edildi.Yirminci yüzyılda, Osmanlı İmparatorluğu daire-i adaletprensibinden uzaklaşarak kayboldu.

Gazze, kanayan yaramız. Filistin, bu ülkedeki Müslümanların ve bütün dünyadaki insan hakları aktivistlerinin sahip çıkması gereken en büyük dava. Herhangi bir din, dil ve ırk ayırt etmeksizin Filistin’in sesi olmak, Gazze’ye sahip çıkmak ve Kudüs’ün özgürlüğünü savunmak her şeyden önce bir insan olarak en büyük vazifemiz.

İsrail’in katliamına ortak olan markaları boykot etmek belki de kalben buğuz etmenin ya da dilimizle bir noksanı düzeltmenin ötesinde elimizle bu zulmü durdurabilecek en önemli protesto biçimi. Tıpkı öteki konularda olduğu gibi boykot da herkesin kendi vicdanı çerçevesinde hayat bulabilecek meselelerden.

Bugün dünyadaki en büyük vicdan muhasebesinin muhatabı Gazze. Herkes kendi vicdanı içerisinde bu büyük sınavdan geçmek ve geçememek arasında kendi imtihanını veriyor.

Unutulmasın ki Müslüman olarak vicdanen, ahlâken ve adalet mucibince verilmesi gereken imtihanlar en az Müslümanlığın şeklî vecibeleri kadar önemlidir. Aslolan ve yakışık alan Müslüman olarak hem ahlâken hem de İslâm’ın zaruriyetleri bakımından bir terkip meydana getirmektir.

#WeAreMadleen

#BreakTheSiege

Kategoriler
matbuat

Türkiye’nin İstiklâli

Türkiye, on yıllar sonra daha önce tecrübe edilmemiş bir şekilde Kürt meselesinde barışın eşiğine yaklaşmış bir vaziyette. Kürt meselesi halklar arasında bir çatışma olmaktan ziyade bir güvenlik unsuru olarak cereyan etmekteydi.

Türkiye’nin istiklâlini ve istikbâlini entelektüel muhakemesi yüksek Türkiye milliyetçilerinde görüyorum. Son aylardaki barış görüşmelerine ön ayak olan devlet ve millet aklı da böylesi bir zihniyetin neticesi olarak tecessüm ediyor. Elbette, barışı arzulayanlar arasında bu ülkenin insanlarına yabancılaşmamış ve bu topraklardan uzak düştüğünde hasret çeken demokrasi yanlısı ve hürriyetperver insanlar da var.

Yerlilikten söz ediyorum… Çünkü bu toprakların yerlisi olmak milliyetçiliğin ötesinde asla şovenist olmayan bir durumdur. Yerlilik, kendi insanlarına çok geniş bir spektrumda fikir hürriyetini sağlamanın da anahtarıdır.

Barışı isteyenler kadar Türkiye’de Kürt meselesi ekseninde gerçekleşecek demokratik bir atmosferi arzulamayanlar ya da bundan rahatsız olanlar da var. Bu rahatsızlık genelde millilik ve Türkçülük olarak tezahür eden bir yaklaşımın neticesi. Meselenin bir de güvenlik yönü var ancak bu itirazlar güvenlik politikaları hakkında hassasiyetlerden ziyade bir Türklük gururuna dönüşüyor. Şunu da ekleyelim: Her türlü terör unsuru hiçbir şart içerisinde olmadan silah bırakmalı ve her türlü şiddet eylemine son vermelidir. Silahların olduğu yerde fikirler konuşamaz.

Barış, elbette şiddetin hiçbir türlüsünü benimsemeyerek olabilir. Kardeşlik rabıtası ancak bu şekilde oluşabilir. Eğer ki kardeşlik ruhu içerisinde bir barış cereyan edecekse demokratik bir siyasetin ve fikirlerin tartışıldığı bir hava teneffüs edilebilmelidir. Türkiye’nin son aylarda içerisinde bulunduğu terörü bitirme ve kardeşliği yeniden tesis etme imkânı iyi değerlendirilmeli ve bu fırsat zayi edilmemelidir.

Türkiye Büyük Millet Meclisi, hiç şüphe yok ki fikir teatisi için en uygun ve en önemli yerdir. Fakat acaba silah bırakanlar Meclis’e girecek mi, girmeyecek mi bu konular henüz belli değil. Ben, bu konuda görüş serdetmemeyi tercih ediyorum. Yeni bir sayfa açılması önemli fakat yıllarca eli silah tutmuş kimselerin, daha beyefendi ya da hanımefendi kimseler varken TBMM çatısı altında yer bulması neticeye değil demagojiye yararmış gibi görünüyor.

Şüphe yok ki bütün bunlar Türkiye’nin istiklâliyle, yani bağımsızlığıyla mümkün olabilen ihtimaller. Diplomatik açıdan dünyanın her türlü köşesindeki ülkelerle temas içerisinde olan Türkiye’nin tam bağımsızlıyla diplomatik açıdan başka ülkelerle beynelmilel ilişkiler kurması hassas bir terazinin kefelerini dengede tutmak gibi incelik isteyen bir zanaat. Yani, istiklâlinden ödün vermeden yedi düvelle diplomatik ilişkiler geliştirebilmek önemli. Hele hele söz konusu olan tarihsel arka planı olan hassas meseleler olduğunda iş daha da müşkülleşiyor.

Türkiye’nin istiklâli hem ekonomik olarak hem sanayii ve teknoloji olarak hem de entelektüel cihetlerden güçlü olmasından geçiyor. Hâlen güçlü bir akademimiz yok. Türk akademisi kendisine mahsus birtakım hususiyetler geliştirmekten uzakta. Batılı örneklerin ve sınav sistemlerinin esiri olmuş vaziyette. Her şeye rağmen Türkiye’de kalburüstü ve kalifiye çalışmalar yapan akademisyenler var ancak genç yaşta yeni talebeler yetiştirmek konusunda bir sığlık Türk akademisini kuşatmış vaziyette.

Türkiye, siyaseten güçlü olmak zorunda. Takdir edersiniz ki siyaset kaygan bir zeminde belagat geliştirme ve halka hizmet götürme marifetidir. Türkiye siyaseti gençleşmeli ve bu gençler de siyasetin mevcut statükolarını ve usullerini devam ettirmemelidirler. Siyasette önce yeni bir usul, metot ve yöntem bulmalı; ardından Türkiye’nin meselelerine eğilecek ve yeni esaslar geliştirecek bir yaklaşım benimsenmelidir.

Ayrıca, siyaset öyle bir alan ki herkesin fikri var. Siyaset, tıpkı ekonomi gibi hayatın her alanında olan ve insanlarımızın hayatına dokunan bir hususiyette. Bu yüzden, siyaset hakkında herkesin fikri olmasına şaşmamalı. Ancak işin bir de mütehassıslık alanı var. Siyaset bilimi tedrisatındaki kişilere mahsus bir alan siyaset meydanı. Ama siyasetle meşgul olan siyaset bilimi tahsilli kişi bulmanız çok zor. Çünkü siyaset yapanların çoğunluğu hukukçu. Tam da bu sebeple siyaset gündemi kazuistik ve bürokratik tartışmaların içerisinde sıkışıp kalıyor.

Türkiye, kendi istiklâline sahip olmak ve istikbâlini müreffeh bir şekilde kurmak zorunda. Bunu gerçekleştirirken yirminci yüzyılın kapitalist ya da sosyalist ideolojilerinin ötesine geçerek kendisine mahsus bir modernleşme imkânlarının yolunu aramalı. Fakat bu söylendiği kadar kolay bir durum değil: Ekonomi dediğinizde karşınıza neoliberal ve kapitalist bir meta bazlı sistem çıkıyor. Modernleşme meselesi başlı başına yeni dünyada nasıl var olacağımızla alâkalı ancak teknik dünyada modernleşmek hâlihazırda yeni bir fikrin ve hayat tarzının parçası olmak demek.Ben, yine de Türkiye’nin teknik dünyanın yeni imkânlarından istifade ederek bambaşka bir modernleşme hikâyesiyle var olabileceğini düşünenlerdenim. İllaki modernleşmek zorunda değiliz fakat iyi ve ahlâklı insanlar olmakla mükellefiz.

Kategoriler
matbuat

Akdeniz’den Tanzimat’a

Sultan II. Mehmed Han, Akdeniz’in kuramcısı ve aksiyoneri. Dünyaya bakışı ve algılayışı, zevk sahibi olması ve şahsına münhasır karakteriyle, iki binli yıllardan bakınca görünen Akdeniz’in kurucusu. Fatih’i muzaffer bir komutan olmakla sınırlı bırakmadan anlamaya gayret gösterirsek onun açtığı çağın anlamını ve kodlarını daha berrak görebiliriz.

Sultan II. Mehmed, bu coğrafyanın kaderine Akdeniz’i nakşetti. Onun yarattığı Akdeniz’de Roma’nın ve uzantılarının karşısında dik duran Müslüman bir lidere dair pek çok ipucu vardı. O Müslümanlık muhataplarını karşısına almanın nasıllığını, muhataplarını yaşatmanın sırlarını ve eksilmeden oynamanın kimilerince anlaşılması güç sırrını kalbinde barındırıyordu.

Fatih bir dehadır. Osmanlı sarayına bütün ruh ve gizemini veren; ve kuramcılığıyla bunu asırlarca Tanzimat’a dek devam ettirmeye kâdir bir dâhi. Tabi, burada bir şerh düşmek gerek: Kuramcılık diyorsak, elbette bir masa başı mesaisiyle sınırlı değil. Nasıl ki şiir, kâğıt ve kalem işiyle sınırlı bir basit yapı değilse ve hayatın içinde can buluyorsa; kuramcı dediğimizde de karakterle mündemiç ve bu karakterini de eylem ve kararlarına da yansıtan bir adamdan söz ediyoruz. Zaten, safi masa başı mesaisiyle kuram var etmeye çalışan adamın şairliği de şaibeli olmaz mı?

Sultan II. Mehmed deyince şiir gibi bir hayattan, Müslüman bir liderden, kuramı karakteri olmuş bir fikir adamlığından ve şair gibi dünyayı anlamlandırmaya çalışan bir komutandan, bir hikâye avcısından söz ediyoruz.

Fatih, Roma’yı muhatap alarak aslında Türkleri Avrupa’nın karşısındaki, – belki de yegâne, en güçlü muhatabı kılmayı başardı. İstanbul, Avrupalının zihin dünyasında güçlü ve ürkütücü bir imaj hâline büründü. İtalya’dan bakınca kendiyle rakip olduğunda tüyler ürperten bir Osmanlı Devleti’ni, II. Mehmed askerî dehası ve Osmanlı ekonomisini fevkalade bir konuma getiren stratejik hamleleriyle var etmemişti. Şüphesiz, böylesi mümkün dâhilinde de olmazdı.

Ecnebi prensliklerin ve Roma’nın nazarında, Sultan II. Mehmed’in devleti ilmi, sanatı ve zevk anlayışıyla göz korkutan bir muhataptı. Fatih’le birlikte Osmanlılar, kendi muhafazakâr Katolik dünyalarında olmayan müsamaha meşrebiyle Hıristiyanları çok kültürlülükle tanıştırdılar. Papaların dünyevi menfaatlerle dolu dünyası ya muhafazakârlıktan ya da zevk sahibi olmaksızın zevk düşkünü olup çıkan sahte bir liberallik içinde hapsolmuştu. Kendi küçük dünyalarında kendilerinden dahi mutmain olamayan papalar gitgide Hıristiyan halkın algılarında sembolik bir hâle geliyordu. Kuvvetli bir gelenekten beslenen ve Rönesans’ıyla oldukça yeni, keşfedilmeye açık ve heyecan verici olan Avrupa; Sultan II. Mehmed’in idâresi karşısında ayakta durmakta zorlanıyordu. Fatih, ecnebinin kendi yararlanamadığı gelenekten de beslenmeyi beceriyor, kendi devletinin dokusuna Avrupa kodlarını ince ince dokuyordu. Sultan II. Mehmed’in ellerinde Akdeniz; muhatabıyla mukabele ederek döğüşmeyi bilen bir dünyaydı. Böylelikle, eksilmeden oynayarak kaybolmuyor, bilakis güçleniyor ve zenginleşiyordu.

Karakterle mündemiç bir şairlik ve kuramcılık kadar kıymetli az şey vardır. Askerî deha ve ekonomiyi tahkim eden stratejik hamleleri Fatih gerçekleştirmiştir ancak bu prosedürel devlet işlerinin ötesine geçmiştir. Aslında, meseleyi biraz da şuradan görmek gerekir: Şairin komutasına verilen askerler elbette hınzır bir oğlan gibi hareket eder, kumarbaz edasıyla oyunu kazanmak için olmazları oldurur, her türlü çılgınlığı yaparak İstanbul’a muzaffer bir komutan olarak girmekte muvaffak olur. Yahut ayakları yere basan bir kuramcı zihnine sahip bir liderin elindeki devlet; diplomasisini çözülmesi/yenmesi pek de kolay olmayan çetrefil bir denklem üzerine oturtur. Onun yaptığını/yapmadığını, gittiği/durduğu yeri böyle okumak lâzım geliyor. Sultan II. Mehmed’in dehasını biraz da böyle görmek gerekir.

Hepsi Tanzimat’ta bitti. Tanzimat, Akdeniz paradigmasının sonu oldu. Tanzimat ne zaman mı? Tanzimat’ın kesin başlangıç tarihi çok da mühim değil ama Tanzimat’ın ilk nüvelerini ‘işler nerede ters gidiyor?’ sorusunun ilk belirdiği zamanda aramak gerekir, kanaatindeyim. Akdeniz, Tanzimat’la yok oldu. Ve bütün hikâye modern bir karaktere bürünmeye o zaman başladı.

Tanzimat’a gelmeden evvel bir şey daha var ki Akdeniz’in belini büktü. Yavuz Sultan Selim’le beraber halifelik müessesesinin coğrafyaya intikâl edişi ve yeniden doğuşu – etkisi çok sonralarda hissedilir olacak, – bir Ortadoğu illüzyonunun belirmesine çanak tuttu. Biz, Mısır’la ilk uğraştığımız günden bu yana bu illüzyonun içerisindeyiz. Çünkü Mısır, Akdeniz paradigmasını dönüştürmüştür. Sulh beldesi Akdeniz, Mısır’ın dâhil olduğu bir Akdeniz kurgusunda isyan ve ayaklanmaların merkezi hâline gelmiştir.

Tanzimat: Yepyeni algılar, değerler, idrâkler ve anlayışlar bütünü. Tanzimat paradigması, Akdeniz’in unutulduğu ve Akdeniz’e ihtiyaç kalmayan yeni ve modern zamanların sorusu. Tanzimat, şaşkınlığımız ve bizdeki modernleşme tecrübesi. Kulağımızın o pek aşina olduğu Tanzimat çeşitliliği, renkliliği, zenginliği elbet boş yere değil. Ama bu Tanzimat varyasyonları bizdeki ilk şaşkınlıkla ortaya çıkan ‘her kafadan bir ses’ hâlinin çeşitliliği değil midir?

O günden bu yana, Akdeniz tükendiğinden ve Tanzimat ruhu günlerimizi domine ettiğinden beri, – eğer dönem gibi bir tasnife başvuracaksak, Tanzimat döneminin iki binli yıllarda hâlen devam ettiğini de söylemeliyiz. Başlı başına, Tanzimat’tan bu yana süregelen sultancılar/meşrutiyetçiler kavgası dahi bunun apaçık bir delili değil mi? Elbet, bu yazıda tartışma niyetinde olmadığım onlarca gerekçesi de var hâlâ Tanzimat treninde olduğumuzun.

İçinde olduğumuz zamanın ne kadar bilincindeyiz? Dünyayı ve olayları anlamlandırma çabası içindeyken güvenebileceğimiz, arkamızı yaslayabileceğimiz bir dayanağımız var mı, sahiden? Bu toprakların çocukları olarak böylesi bir entelektüel arka planın verdiği bir dayanağımız olmaksızın uzak denizlere ne kadar açılabiliriz? Açılsak da sağ salim çıkabilir miyiz? Akdeniz paradigmasını hâlen yaşatabilir miyiz? Akdeniz’in vüsatının idrâkına varmadan daha bu birikintilerde ne kadar oyalanacağız?

Kategoriler
matbuat

Halil İnalcık’ın Vatandaşlarına Hitabı

Muhterem Halil İnalcık’ın vefatından kısa bir süre önce Ankara Bilkent Lojmanlarındaki evinde ifade ettiği sözleri matbuat tarihinde ilk defa buradan paylaşıyorum.

Son zamanlarda beni sevindiren bir şey vatandaşlarımın Türkiye’de benden bahsederken ‘dünyaca tanınmış’ ya da ‘tarihçilerin kutbu’ filan gibi böyle beni şımartan birtakım sıfatlar kullanıyorlar. Fakat bu ‘dünyaca tanınmış’ lafını burada açıklamak istiyorum. Neden dünyaca tanınmış? Çünkü benim öğrencilik yıllarımdan beri izlediğim bir hedef var: O da Batı’nın bizim tarihimizi, Türkiye tarihini alışılmış bir Haçlı zihniyetiyle, küçümseyerek, düşman gibi ele aldıklarını herkes biliyor. Yani, son zamanlarda daha çok nötr konularda; ekonomi, sosyal yapı vesaire gibi konularda çalışanlar hakikaten güzel. Mesela, İzmir’in iktisadi gelişmesi üzerine bir kitap yazdılar. Bazıları benim öğrencimdir Şikago’dan. Güzel, müsbet yazılar da var ama genelde (Osmanlı tarihine bir düşmanlık söz konusu.) Hatta, son zamanlarda bir kitap çıktı. Osmanlı tarihi üzerine. Türkçe de bilir. Diyor ki Gibbons’un Birinci Dünya ve Balkan Harbi’nden sonra Türkiye artık çökmek kaybolmak durumundayken yazılmış bir kitap. Bu diyor Osmanlılar bir büyük imparatorluk kuracak çapta değildiler. Devlet kuracak… Bunu kendilerine iltihak eden Hıristiyanlar ve özellikle Bizanslılar bu devleti kurmuşlardır, gibi böyle bir şey. Yani, bundan iki üç sene önce çıkan bir kitapta. İsmini vermeyeyim. İsmi tanıdığım bir kimsedir. Dostumdur. Hâlâ hâlâ bunun üzerinde. Benim bütün kariyerimde uğraştığım şey dünyaya Osmanlı Devleti’ni, toplumunu, kültürünü asıl çehresini tanıtmaktı. Çok şükür bunda muvaffak oldum. Bunu vatandaşların bilmesini isterim.

Mesela, klasik devir üzerine (kitabım): The Ottoman Empire Classical Age olarak bir kitap çıkardım. Bu kitap İngiltere’de basıldı. O kitabı bütün Balkan dillerine tercüme ettiler. Balkanlar’da nereye gitsen üniversite öğrencisi beni biliyor. Üniversitelerde okunuyorum. Bütün Balkan dilleri, altı Balkan dilinde Yunanca dâhil. Son zamanlarda Araplar da ilgilendiler. Beyrut’ta bir şey, Medar-i İslami diye bir firma benim bu kitabı Arapçaya tercüme etti. Arkasından benim iki cilt başında olduğum ekonomik sosyal tarih (kitabı): An Economic and Social History of the Ottoman Empire. Bu klasik bir kitap oldu artık. The Classical Age kitabı bu kadar tercümelerden sonra Türkiye’de tercüme edildi. Yapı Kredi bastı bunu. 11. baskısı filan, çok popüler bir kitap oldu. Fakat asıl son zamanlarda Orion Kitabevi bunu yayan. Benden elektronik (olarak da) çok ilgi duydukları için. Ukrayna diline tercüme edildi, biliyorsunuz. Ekonomik tarihim Rusçaya, Lehçeye, Yunancaya tercüme edildi. Demek istiyorum ki mesela Encyclopedia of Islam, bu konuda en önemli ansiklopedidir. Oraya 40 madde yazmışım. Demek istiyorum ki yani Türk tarihini hakikaten dışarıda temsil etmekteyim, okunmaktayım ve tercüme edilmekteyim. İlmi seviyesi bu yazıların şu şekilde kabul edilmiştir. Bu yazılardan sonra şu akademiler beni üye seçmişlerdir. Yani, bir yabancıyı bir akademiye seçmek… Yani, kendini seçtirmek çok önemlidir, müthiş bir iştir. American Academy of Arts and Sciences tam üyesiyim. Yani, bu Oscar tertip eden akademidir. Sanat ve ilim akademisidir. American Historical Association beni şeref üyesi seçmişlerdir. Diğer akademiler, The British Academy üye seçti beni. Ben üyeyim orada. Sonra, Royal Historical Society ve Royal Asiatic Society. Bunlara ben üye seçilmişim. Japonya’da dünya tarihçileri üzerine bir kitap yazdılar. Bana bildirdiklerine göre orada benim ismim Ortadoğu’yu temsil eden tarihçi olarak… (Telefon çalıyor.) Ben, bu yaşa gelince daha talebeyken önüme koyduğum hedefe eriştim. Onu kabul ediyorum. Çünki bu şu akademilere; Amerikan akademisi, The British Academy, Sırp Akademisi, Arnavut Akademisi, Türk Akademisi (şimdi dağılmıştır) İlk Türk akademisi şeref üyesi olan beş akademi.

Sonra, bana birçok üniversite fahri doktora verdiler. Doctor honoris causadedikleri… Bunların arasında Hebrew University İsrail var, Bükreş var efendim. Çeşitli yabancı ve Türk üniversiteleri merasimle… Sonuncusu Azerbaycan bundan bir ay önce doktora merasimi oldu burada Bilkent’te. Merasimle fahri doktora veren bu üniversiteler kaç üniversite biliyor musun? 23 üniversite. Şimdi, bu akademileri ve bu fahri doktoraları, fahri doktora demek bir yabancının verebileceği en yüksek şeydir, değil mi?

Bunları şimdi şunun için anıyorum: Demek ki beni ‘dünyaca tanınmış’ bir ilim adamı olarak dünya kabul etmiştir. Benim sözümü dinliyorlar. Tercüme ediyorlar. Lehçe, Ukrayna, Rusçaya, Arapçaya tercüme ediyor. Arap dünyası o kadar memnun oldu ki bu kitaptan beri. Arapçaya tercümesi ekonomik sosyal tarihin.

İki sene önce galiba yahut bir sene önce, Suudi Arabistan Nobel’le yarışmak için King Faisal International Prize koymuştu. Bunu Japonlara, Amerikalılara filan veriyor. Yalnız Araplara değil. Orada İslâm tetkikleri sahasında, tıp filan da var, bana bu prize (ödülü) verdiler. Bu prize, yani büyük şeydir. Yani, Arap dünyasında tanındı.

Şimdi, benim Has Bahçe kitabım. Türk edebiyatını yeni baştan ele alan bir kitaptır. Ve İran menşeini gösteren. Farsçaya tercüme edildi, yakında çıkacak. Tahran Üniversitesi bana doktora vermeye hazırlanıyor. Şimdi bütün bunları şunun için söylüyorum: ‘Dünyaca tanınmış’ ya da bazıları ‘tarihçiler arasında tanınmış’ gibi sıfatlar kullanıyorlar. Ben şunun için şahsen çok itminan içindeyim. Yani, vazifemi görevimi yapmış bir insanın rahatlığı içindeyim. Batı’ya objektif bir şekilde kendi milletimin kendi devletimin tarihini şimdi öğretici vaziyetteyim. Beni okuyorlar. Beni tercüme ediyorlar.

Yunanlılar, klasik çağı ve sosyal ekonomik tarihi tercüme ettiler. Ve Atina Üniversitesi bana doktora verdi. Benimle beraber kime verdi biliyor musunuz? İngiltere’de en büyük arkeologlardan Sir Ronald Syme. Dünyaca tanınmış bir arkeolog. İkimize aynı zamanda doktora verdi. Bunları vatandaşlarım bilsin istiyorum. Ben gelişigüzel bir tarihçi değilim. Hakikaten dünyaca tanınmış bir tarihçiyim. Ve Türk milletimle, Türkiye’de yetişmiş bir tarihçi olarak iftihar ediyorum. Vatandaşlarım da bunu öğrensinler.

Kategoriler
matbuat

Tanzimat’ın Umumi Esasları

Tanzimat’tan söz açtığımızda başlı başına bir düşünce sistemiyle mukabele ettiğimizi bilmeliyiz. Zahiren görünen bütün dağınıklığına, kuramsallaşma ve kurumsallaşma yoksunluğuna rağmen Tanzimat ve kaideleri hayatın her alanını etkileyecek ve hayat üstünde belirleyici güç olacak kadar yerleşik olma potansiyeli taşıyan, – ve nitekim de olan, kökü derinlere uzanan bir olgudur.

Öyleyse, Tanzimat bir ideoloji midir? Tanzimat ideolojisinden bahsetmek mümkün müdür? Bu, pek olası görünmüyor. Başı sonu ve esasları belli bir ideolojimişçesine Tanzimat’tan söz edemeyiz. Tarihsel bağlamı içerisinde de zikredilebilecek ne bir Tanzimat kuramcısı vardır ne de dört başı mamur bir Tanzimat hareketi… 1839 Hatt-ı Hümâyun’u dahi punduna getirilerek Sultan Abdülmecid’in mührüyle imzalanmış ve tahtta çıkmasının hemen ertesinde Koca Mustafa Reşid Paşa tarafından Gülhane’de okunmuştur.

Tanzimat’ın bir ideoloji olmadığının/olamayacağının en açık ispatından biri de Tanzimat zihniyetinin bu denli uzun ömürlü, hâlâ içimizde yaşıyor olmasıdır. İdeolojiler de tıpkı eşref-i mahlûkat gibi doğar, yaşar ve ölürler. Modern birer olgu olduklarından, modern olanla mündemiç olduklarından ötürü tasniften, böylesi kategorizasyonlardan azade değildirler. Uzun ömürlü ideolojiler olabilir. Yahut kendi içinde yeni idealar var eden, onları içinde yutan dev canavarlar misali ideolojiler olabilir. Lâkin ideolojilerin de aktif olarak var olduğu bir zaman dilimi vardır. Tanzimat treni bütün arızasıyla hâlâ ağır aksak ilerlerken, modernden uzak olmak bir yana tam da modernin kendisi iken ve ölümden azade olmadığını bilerek; Tanzimat treninin süregelen zihniyetine nasıl bakacağız?

Öyleyse, Tanzimat nedir? Onu nereye koyacağız? Başlı başına bu soru bile uzun uzadıya su götürecek bir tartışmadır. Sebepleri şunlardır: Tanzimat’a nasıl baktığımız ve onu nasıl algıladığımız, belleğimizde konumlandırdığımız ideolojilerimize göre şekillenmeye müsaittir. Yine, Tanzimat’ı nasıl anladığımız ya da Tanzimat’tan ne anladığımız dünü ve bugünü belirleyecek bir istikamet tayin edecek potansiyele/kudrete sahiptir.

Celaleddin Rumî’nin dediği gibi muhakkak “dün dünde kalmıştır” ancak geride kalan ‘dün’ü belirleyecek olan ‘bugün’den başkası değildir. Bugün, Tanzimat’ı nasıl konumlandırdığımız dünü belirleyeceği gibi yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin ne idüğünü belirleyecek; bununla da kalmayıp Ak Parti döneminde de telaffuz edilen yeni Türkiye’yi anlamağa da yarayacaktır. Necip Fazıl’ın vecizesini dönüştürürsek, “Abdülhamid’i anlamak Tanzimat’ı anlamak; Tanzimat’ı anlamak yeni Türkiye’yi anlamak olacaktır.” Dolayısıyla, Tanzimat’ı anlamak bir rejim meselesidir. Sözünü ettiğimiz rejim, en dar anlâmından en geniş anlâmına kadar her bir anlamı kapsamaktadır. Rejimin dar anlâmı olarak düşünebileceğimiz Türkiye Cumhuriyeti rejiminden, çok daha geniş bir perspektifle ele alınabilecek olan İbn-i Haldun literatürüyle uzun erimli (longue düreé) bir medeniyet rejimine uzanabilecek bu çerçevenin içerisinde Tanzimat esasında yalnızca bir halkadan ibarettir. Tanzimat’ı bugün kıymetli ve ayrıcalıklı kılan yüzyıllar boyu süren medeniyet paradigmamız içerisinde hâlen içinde bulunduğumuz halka olmasıdır. Tanzimat, bugün için zincirin sırrını çözmeğe yarayacak bir hareket noktası olma işlevinden ötürü müstesna bir role sahiptir.

Tanzimat’ı nasıl konumlandıracağız, onu nasıl tanımlayacağız diyorduk. Eğer ki Tanzimat bir ideoloji olamayacak genişlikte mücerret bir kitleyse ve Tanzimat’ı bir dönemin adı olma basitliğine indirgemezsek; Tanzimat’ı nasıl göreceğiz? Tanzimat’a nasıl bakarsak onu doğru düzgün, bütün anlâmlarıyla, yanılmadan görebiliriz?

Tanzimat bir mayadır. Onun genel esası elle tutulur, sabit bir veri değeri taşımayan lâkin ruhun bedene nüfuz etmesi gibi coğrafyanın toprağına ve o topraktan neşet eden kuşaklara sirayet ediyor olmasıdır. Hamura bütün lezzetini, kişiliğini, elastikiyetini veren nasıl ki mayasıysa yahut mayasız hamurun ömrü nasıl ki kısa olursa; Tanzimat’ın dünden bugüne üzerimizdeki belirleyiciliğini böylesi bir nispette değerlendirmek elzemdir. 1800’lerden itibaren Osmanlı Devleti’nin ruhunda yer edinmiş, mevcut ruhu beslemiş, dönüştürmüş ve nihayet yerini almıştır.

Eski maya, daire-i adalet idi. Adalet dairesi, coğrafyanın topraklarından maya olarak gitgide çekilmiş ve Tanzimat mayası topraklarda daha da tebarüz etmiştir. Yeni kurulan devletin vaat ettiği ruh, Tanzimat’ın mayasını bozmaya kâdir olamamış ve Sultan İkinci Abdülhamid döneminde atılan tohumlarla Türkiye Cumhuriyeti’nin ruhunu da Tanzimat mayası ekseninde dönüştürmüştür.

Tanzimat diye fikrî ve kültürel açıdan ziyadesiyle mümbit bir dönem olduğunu hep birlikte tasdik ettiğimiz bu muğlak mefhuma, başını sonunu tayin etmekte zorlandığımız bir dönem olarak bakmaktan vazgeçip; Tanzimat’a daire-i adalet prensibinin modern bir devamı olarak baktığımızda; o günlerden bu zamana uzanan bambaşka bir bağlam ve süreklilik göreceğiz.

Dolayısıyla, kıyıda köşede kalmış ve ulaşım imkânları son derece sınırlı kalmış daire-i adalet kavramını salt bir tarihçi malzemesi/terimi olmaktan çıkararak işe başlayabiliriz.

Kategoriler
matbuat

Arızalı Tanzimat Treni

Tanzimat’tan bugüne kalkan bir tren var. O trenin makinisti yahut üreticisi acaba bunca zamanın kilometresini devirecek sağlamlıkta bir icât ileri sürdüğünün ya da yaptığının farkında mıydı? Tanzimat’tan kalkan treni yeni bir devletin kurulması dahi deviremedi.

Tanzimat, içimizde ve zihinlerimizde kanlı canlı yaşıyor. Yahut şöyle söylemek daha münasip olur: Bizatihi Tanzimat devrinde yaşıyoruz. İki yüz seneye yakın bir zaman dilimi geçmiş de olsa hâlen Tanzimat aklıyla düşünüyoruz. Amel ederken bu aklın gerekliliklerine uygun olarak hareket ediyoruz. Henüz dimağlarımızda başkaca düşünmenin yolunu bulmuş değiliz. Yeni bir zihniyet inşası, düşünme sistematiği olmaksızın Tanzimat’ın ayağını kaydırmak olanaksız. Zaten, Tanzimat da bütün kudretini sahip olduğu yeni düşünce geleneğine borçlu değil mi?

Koca Mustafa Reşit Paşa’yla kurulduğunu kabul ettiğimiz Tanzimat’ı Fuad ve Âli Paşaların geliştirdiğine ve nihayet Sultan İkinci Abdülhamid’in bu garplı mefhumun kökünü kazıdığını biliyoruz. Gündelik olaylara bakarak ve belirli dönemleri referans alarak yapılacak bir tarihsel tasnif kendi içinde tutarsız da değildir. Lâkin bu sığ yaklaşımın tutarlılık arz etmesi bize dünü ve bugünü anlamağa yarayacak bir imkân vermekten uzaktır.

Tanzimat’ın ilk kökenlerini Sultan III. Selim ve II. Mahmud’un saltanat döneminde aramak gerekir. On yıllar süren bir tükenmişliğe, tagayyüre ve azan fesada yönelik bunu defetmeğe yönelik ilk nüve nerede ise Tanzimat’ın kökü oradadır. Dolayısıyla, Tanzimat’ı marazı giderme ve kötü gidişata son verme olarak görebiliriz. Bunun görünen en kuvvetli belirtisi de Yeniçeri Ocağı’nın ilgâ edildiği İkinci Mahmud’un dönemine tekâbül etmektedir. Osmanlı’da marazayı gidermeye yönelik böylesi bir çaba içerisine giren saray eliti, saray şairi yahut bir paşa daha evvelde var mıydı, bunu şimdilik bilmiyoruz.

Aslına bakılırsa, Tanzimat’ın başlangıç zamanını tayin etmekten daha mühim olan “Nasıl olur da Tanzimat treni bunca zamana direnerek dönemler, kişiler, iktidarlar, devletler, objeler, teknolojiler, kılık kıyafetler, kitaplar, şairler ve burada hepsini zikretmenin olanaksız olduğu nice pek çok şey değişse dahi sabit kalıp güzergahında seyredebilmiştir?” sorusudur. Esas peşinden gidilmesi lazım gelen soru bu olmalıdır. Tanzimat’ın başlangıcı, Osmanlı Devleti’nin içinde olduğu ‘felaketi’ defetmek derdiyle harekete geçilen ilk nüvededir. Bunu bilmek kâfidir. İlk nüvenin ‘ne zaman’ ve ‘nerede’ olduğunu tayin etmek sürekli bir ‘değilleme’ ihtimâlini barındıran bir tarihçi işidir.

Sultan II. Abdülhamid bir Tanzimat düşmanı mıydı? Yoksa, Tanzimat’ı o günlerden bu yana taşıyan başlıca aktörlerden miydi? İkincisi daha muhtemeldir. Necip Fazıl’ın dediği gibi “Abdülhamid’i anlamak her şeyi anlamak olacaktır.”

Abdülhamid’in iktidar yıllarını anlamaksızın Tanzimat’ın, – günümüz Türkiye’sini de kapsayarak, bu coğrafyanın kodlarına ne denli kuvvetli ve hangi yollarla yerleştiğini anlayamayacağız. Şöyle diyebiliriz: II. Abdülhamid’le beraber temelleri atılan ve o günden bugüne gelişen ‘çevre’ (periphery) de Tanzimat zihniyetinin en büyük taşıyıcısıdır.

Yeni Türkiye Cumhuriyeti devleti keskin bir kırılma vaadiyle Tanzimat zihniyetini bitirmek anlamında yepyeni bir imkândı. Lâkin geride kalan bir kırılma değil, adaptasyon mânâsına gelecek olan zarûri bir geçiş oldu. Böylece, yeni Türkiye, II. Abdülhamid’den ve önünü açtığı (karşılık bulduğu) ‘çevre’ ile birlikte Tanzimat zihniyetinin önemli bir taşıyıcısı oldu. İroniktir ki Tanzimat politikalarını bir süre usulca ettirip oyunu kurullarına göre oynamayı tercih eden Sultan II. Abdülhamid; ‘istibdadıyla’ bu Batıcı ve Osmanlıcı hareketin baş hasmı olmasına rağmen Tanzimat’ı bir zihniyet olarak ileriye taşımış oldu. Bunda zaman içinde Tanzimat değerlerinin II. Abdülhamid ve taraftarı ‘çevre’deki sessiz yığınların çıkarlarıyla varoluşsal bir benzerlik göstermesinin yadsınamayacak bir payı vardır.

Bir diğer paradoks ise yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti ve elitleri için Tanzimat’ın, II. Abdülhamid ve ‘çevre’sinin aksine ontolojik olarak ters düşse dahi yeni Türkiye’nin Tanzimat zihniyetinin taşıyıcısı olmuş olmasıdır. Bunun sebebini de yeni devletin tabandan değil, tepeden inmeci jakoben bir devrim olmasında aramak gerekir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu bir taraftan jakoben bir devrim olsa da milli mücadelenin ana unsuru olan halk ‘çevre’den gelmişti ve tam da bu sebeple Tanzimat zihniyeti yok olmayarak kendini devam ettirebildi.

Dolayısıyla, II. Abdülhamid saltanatıyla muhatap bulan ve sesi daha fazla duyulur olmaya başlayan ‘çevre’, Türkiye Cumhuriyeti’yle beraber uzun yıllar sönümlenerek sessiz yığın hâline gelmiş ve modern Türkiye’nin siyasal tarihi içinde zikredebileceğimiz birçok hadiseyle beraber kabuğundan sıyrılarak kaldığı yerden Tanzimat’ı ve zihniyetini var etmiştir.

Modernlikler ve Tanzimat arasındaki bağıntı iyi kurulmalıdır. Bu irtibatın arkasından karşımıza Tanzimat zihniyeti ve bu zihniyetin esasları çıkacaktır. İçinde bulunduğumuz coğrafyada ‘modern’ sözcüğü telaffuz edildiğinde aslında Tanzimat’ın kastedildiğini bilmeliyiz. Bu ülkede, ‘modern’den anladığımız dünyanın geri kalanından ve Avrupa’dan başkadır. Modernliğin bize mahsus ifadesi olarak ‘Tanzimat’ sözcüğünü kullanmak pek de yanlış olmayacaktır.

2000’li yıllarda entelektüel alışkanlıklarımız çokça Tanzimat’ı hatırlatıyor. Bu yönüyle, 2000 sonrası Türkiye siyasal ve kültürel realitesi yeni bir Tanzimat’ı hatırlatıyor. Türkiye aydını ve intelijansı tarihsel kökleriyle ve tabii olarak Tanzimat hafızasıyla davranış gösteriyor. Tanzimat aydınlanması tamamıyla yanlış değil ancak bir milletin en çok yozlaştığı dönemlere tekabül ediyor.

İlâveten şunu da söylemek mümkün: Tanzimat, bu ülkede ilk defa Türkiye milletinin tebarüz ettiği, bir kimlik olarak tecessüm ettiği ve nihayetinde de Millî Mücadele yıllarındaki fedakârlığı ve mücadelesiyle inkişaf ederek kendini yeniden var ettiği paradigmanın ve mefhumun adıdır. Düşünüş biçimlerimiz ve davranışlarımızla Tanzimat devrinden kurtularak arızalı Tanzimat treninden inmeliyiz. Bugüne mahsus, yeni ve ikinci milenyum çağına ait bir entelektüel vizyon geliştirmeliyiz.

Kategoriler
matbuat

AK Parti ve Gelecek İttifakı

Gelecek Partisi, bundan beş sene evvel kurulduğundaki hissiyatımı hatırlıyorum. Ahmet Davutoğlu’nun geçtiğimiz günlerde Konya’da bir basın toplantısında yaptığı açıklamalarla karşılaştığımda aynı o zamanki efkârıma büründüm. Gelecek Partisi kuruluşundaki Türkiye siyasetine dair kanaatlerim bir kez daha gözlerimin önüne geldi.

O günlerde, Ahmet DavutoğluAK Parti’den ihraç edildikten sonraki süreçte kendisi ve çevresindeki az sayıda insanla birlikte bir karar vermiş ve yeni bir siyasi parti kurmuştu. Türkiye’nin şehirlerini gezerek Gelecek Partisi’nin teşkilat çalışmalarına katkı veriyor, taşradaki yerel siyasetin nabzını yokluyor ve siyasal ahlâktan söz ederek AK Parti’nin yozlaşmasına ve keyfiliğine karşı siyasal ahlâktan söz ediyordu.

Yine, Gelecek Partisi’nin sosyal medyadan yayınladığı, hatırladığım kadarıyla “kalpten kalbe mektup” isimli mektup Ahmet Davutoğlu’nun samimiyetle kendi seçmenine ve AK Parti seçmenini de içine alan geniş kitlelere yönelik yazılmış bir metindi. Özellikle bu mektubu yazılış şekli ve muhtevası bakımından çok önemsediğimiifade etmek isterim.

Gelecek Partisi’nin kuruluş zamanındaki hissiyatımla devam edeyim: Yeni bir parti kurulmuştu ve sürüsüne bereket siyasal parti kurulan Türkiye’de Gelecek Partisi’nin kendisini nasıl ayrıştıracağı, nitelikli ve liyâkatlı bir siyaset geliştireceği bir muammaydı.

Gelecek’in kuruluşunu takip eden ilk aylarda, Ahmet Davutoğlu’nun siyaseti AK Parti seçmenine de hitap edecek şekilde yapması gerektiğini düşünüyordum. Çünkü yeni kurulan bir parti olarak iktidar alternatifi olabilmek ancak bu şekilde mümkündü. AK Parti seçmeni ile Ahmet Davutoğlu ve partisinin siyasal ve uhrevi inanç ve anlayışları birbirleriyle benzerlik gösteren sosyolojik bir vakıaydı.

Kaldı ki Ahmet Davutoğlu liderliğinde kurulan Gelecek’in hitap ettiği kitle ile AK Parti’ye oy verenler arasında keskin bir ayrım da yoktu. Ahmet Davutoğlu, AK Parti’den ihraç edilmişti ancak AK Parti seçmeninin gönüllerinden silinmemişti.

Ben bu düşünceleri taşırken, bunun yerine ne oldu? O günlerde, hatırlarsınız, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ve AK Parti-MHP’nin baş aktörü olduğu Cumhur İttifakı’na karşı Millet İttifakı olarak muhalefetin çok büyük bir çoğunluğu bir araya gelmişti. Altılı masa toplantıları düzenleniyor, akıbeti belirsiz taslak metinler yazılıyor, muhalefet liderlerince imzalar atılıyordu. Bu toplantılar neticesinde ne gibi kazanımlar olup olmadığı ayrı bir tartışma konusu.

Tabi, o günkü siyasal atmosfer içerisinde Ahmet Davutoğlu liderliğindeki Gelecek Partisi’nin AK Parti ile ittifakı söz konusu bile değildi. Hatta, 2023’teki son genel seçimlerde Gelecek Partisi kadroları CHP listelerinden aday olarak CHP ittifakıyla seçimlere girerek seçildiler. Yani, Gelecek Partisi, CHP ile yakınlaşarak handiyse AK Parti’ye karşıt olarak siyaseten kendisini konumlandırmıştı.

Bense, o yıllarda, siyaset bilimi tedrisatımla, duygusal yaklaşımdan ziyade hem ilkesel olarak hem de fizibilite açısından bu ülkenin yararına olacağı bir fikrinpeşindeydim: Gelecek Partisi, AK Parti’yle ittifak yapmalı ve Ahmet Davutoğlu Gelecek Partisi’nin genel başkanlığı görevinin ötesinde yeniden siyasette iktidar olarak yer bulabilmeliydi. Hatta, Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan sonra Cumhurbaşkanlığı sisteminin riyasetini alabilirdi.

Yine, AK Parti ve Gelecek ittifakında, kafa tasçı olmayan gerçek Türk milliyetçilerinin ve hürriyetperver olduklarından liberal sanılan ancak ‘liberallik’ yaftasını hak etmeyen özgürlükçü ve fikir hürriyetini savunan kimselerin de bu ittifak çatısı altında yer almasıgerektiğini fikrini taşıyordum.

Davutoğlu liderliğinde Türkiye siyasetinin geleceğinde kitleleri tatmin edecek ve çoğunluğunun orta sınıfıoluşturduğu insanlarla duygusal bir rabıta kurabilecek yeni bir sosyolojik ihtiyaç olduğunu düşünüyordum. Sadece kitleleri içine alan toplumsal beklentileri karşılamak için değil; aynı zamanda, AK Parti ve Gelecek ittifakıyla siyasetin ve birtakım siyasetçilerin köhneleşmiş yanlarından sıyrılarak, siyaseti donanımlı ve liyâkatlı insanlarla yeni bir çehreye büründürmek için. Çünkü siyasette amiral gemisi nasılsa siyasal kadrolar da bu minval üzere şekilleniyor.

Bugün, şimdilerde, AK Parti ve Gelecek ittifakı ne kadar mümkün, bilmiyorum. Bence siyasal hırs ve ihtiraslardan sıyrılarak böylesi bir ittifak mümkün; bu ülkenin hayrına ve menfaatinedir. Ahmet Davutoğlu da AK Parti’ye karşı duygu ve düşüncelerini böylelikle ifade etmiş oldu. Daha şimdiden, bu yazı baskıya ulaşmadan; TV’lerde, gazetelerde ve sosyal medyada altılı masa süreçlerinden sonra Ahmet Davutoğlu AK Parti’ye ilişkin söyledikleriyle tenkit ediliyor.

Gelecek Partisi ve AK Parti arasında alenen yahut gönüllerde kurulacak bir ittifakın Türkiye’deki siyasi istikrar, huzur ve güven ortamı cihetinden de önemli olduğunu siyaset bilimi perspektifi açısından da değerlendiriyorum.

Diyeceksiniz ki böylelikle AK Parti ve Gelecek ittifakıylaTürkiye siyasetinde neler değişecek? Siyaset insanlarımıza ne gibi yeni vaatler sağlayabilecek?

Türkiye’de şimdilik yakın gelecekte bir seçim yok. Erken bir seçim olur mu ya da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yeniden adaylığı söz konusu olur mu; bunlar henüz cevabını bilemediğimiz sorular. Ancak Gelecek Partisi’nin AK Parti seçmeni ve AK Parti’nin yozlaşmamış siyasi kadrolarıyla kuracağı bir ittifak, Türkiye siyasetinin Cumhurbaşkanı Erdoğan sonrası şimdilik bir muamma olan geleceği için bir yumuşak geçiş (soft transition) olabilir ve bu sayede Türkiye’de istikrarın, huzurun, demokratik hakların, fikir hürriyetinin ve insan haklarının teminatı olacak bir siyasal zemin oluşabilir.

Her şeye rağmen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğanriyaseti, siyaseti ve ekonomik kalkınmayı iyi yönetiyor. Fakat yılların neticesinde ortaya çıkan bir durağanlık siyaset retoriği açısından mevcut. AK Parti ve Gelecek ittifakı olabilir mi? Türkiye’nin geleceği ihtiraslardan sıyrılmış bambaşka bir vizyonla yeniden şekillendirilebilir mi? Türkiye’deki siyasal ve sosyolojik bir gerçeklikle 20 yılı aşkın süredir iktidar olmayı başarabilen AK Parti iktidarı benzer siyasal ve sosyolojik bir tabanla Gelecek Partisi’nin politikalarıyla kendini yeniden var edebilir mi? Hep beraber ömrümüz olursa gelecek günlerde göreceğiz.

Kategoriler
matbuat

Türkiye Siyasetinden Suriye’ye Bakmak

Türkiye’de siyaset, eski çalkantılı dönemlerinin aksine bir süredir kendine bir muvazene kazanmış vaziyette. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’la birlikte geçilen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi siyasetin istikrar kazanması ve hizmet odaklı çalışabilmesi açısından önemli bir basamak oldu.

Bu ülkede yaşayan insanlar olarak siyasetin kazandığı bu muvazene Türkiyelilik üst kimliği çatısını benimseyen herkesi memnun etmeli.

Buna mukabil, Türkiye’de siyaset retoriği 2000’ler öncesine kıyasla daha tatsız tutsuz. İkinci milenyum çağından önce siyasi tartışmaların bugüne kıyasla çok daha ‘renkli’ ve ‘entelektüel’ olduğu bir siyasal münazara söz konusuydu. Tabi, Türkiye’nin çok daha farklı olumsuz mânâda uğraşmak durumunda kaldığı meseleler vardı. İstikrar yoktu. Siyasal polemikler, özgürlüklerin kısıtlanması ve insan hakları ihlalleri Türkiye ekonomisinde de güvensizlik var ediyordu.

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ve Tayyip Erdoğan uzun yıllardır devam ettirdiği siyaseti Türkiye’de bir istikrar ortamını tesis etti. Siyaset kurumu bir yandan ‘siyasette insan kalitesi’ ve ‘siyasal tartışmalar’ cihetinden daha durağanlaşırken; öte yandan da Türkiye’de yatırım ve üretim yapma, askeri savunma teknolojileri geliştirme ve ekonomi kötüye gitse dahi insanların hayat kalitelerini düzeltme imkânı vücut buldu. Tabi, siyasal tartışmaların olmadığı bir istikrar ortamı tek başına refah ve kalkınma için yeterli değil.

Bugün, 2024 yılının son günlerinden geriye doğru bakınca, elbette siyasette tartışmaların olduğunu ancak bu siyasal polemiklerin ve söylemlerin meseleleri ileriye taşıyacak müspet bir kalibrede olmadığını görüyorum. Siyasal tartışma ve polemikler siyasetçilerin birbirleriyle TBMM’de kavga etmesi ya da birbirlerine hakaret etmesi değil.

2000’li yıllardan sonra siyasette heyecan oluşturabilecek siyasal retorikçoğunlukla Tayyip Erdoğan tarafından gerçekleştirildi. Bu mânâda, zekâ ve şiirsel bir formasyon içeren bir başka siyasal söylem CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in konuşmalarında da aralıklarla tezahür ediyor.

Türkiye’de siyasetten bahsederken Ortadoğu’da ne olup bittiğinden bağımsız kalamayız. Ortadoğu’nun hâli ortada ve bizim huzurla güven içinde yaşayabilmek için yalnızca tek bir vatanımız var.

Ortadoğu’da bitmeyen savaşlar ve emperyal politikalarla istikrarsızlaştırılmaya çalışılan ülkelerin vaziyeti ortada. Katilliğinden gocunmayan devlet İsrail’in Gazze’de insanları kadın çocuk ayrımı yapmaksızın nasıl fütursuzca öldürdüğünü ajanslardan takip etmekle yetiniyoruz.

Son olarak, geçtiğimiz hafta, Suriye’de Esad rejimi son bularak yönetim Suriyeli muhaliflere geçti. Esad ve ailesinden geriye sürdürdükleri lüks hayatın izleri ve hapishanelerde işkence ettikleri ve öldürdükleri insanların görüntüleri kaldı.

Hatırlıyorum, 2011 yılında üniversitedeydim ve Mısır’da ‘Arap Baharı’ protestolarıyla Hüsnü Mübarek devrilmişti. Sonraki seçimlerde ise Müslüman Kardeşler çoğunluğu kazanmış ve Muhammed Mursi başa gelmişti. Çok geçmedi, birkaç yıl sonra 2012 ve 2013 yıllarında Mısır ordusu askeri bir müdahale ile yönetime el koydu. Muhammed Mursi gözaltına alındı ve Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah es-Sisi oldu.

Arap Baharı ve Mısır’da Müslüman Kardeşler ile Mursi’nin iktidara gelmesi, her ne kadar birçok kimselere göre insan haklarının ve özgürlüğün bir nişanesi olarak kabul edilse de bazılarına göre, Ortadoğu’da Amerikan yanlısı bir politika olarak görünüyordu ve çeşitli itirazlara neden oluyordu. Nihayetinde, Muhammed Mursi liderliğindeki Müslüman Kardeşler iktidarı kalıcı olmadı ve Mısır’da bugün de hâlen göreve devam eden Sisi Cumhurbaşkanı oldu.

Bunları şu sebeple anlatıyorum: Üniversitede iken Tunus’ta başlayan ve Mısır’la devam eden bu Arap devrimlerinin son durağının Suriye olacağı ve olması gerektiği algısı Ortadoğu siyasetiyle ilgilenen ve Ortadoğu’da demokrasi, istikrar ve barış isteyenlerin arasındaki yaygın kanaatti.Gelgelelim, o yıllarda Ortadoğu’da ardı sıra devrimler olurken Suriye’de Esad rejimi çok kuvvetli görünüyor, Rusya’nın da desteğine sahip olduğu için yıkılması olanaksız kabul ediliyor ve hatta Suriye’de Esad rejimi Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun istikrarı için gerekli görülüyordu.

Yakın zamana kadar Türkiye’de de bazı kimseler Esad’ın Suriye’de istikrar sağlayabileceğine yönelik görüşler mevcuttu. Her ne kadar Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Esad’la ilişkisi bozulmuş olsa da Erdoğan bölgenin istikrarı ve Türkiye’nin sınır güvenliği açısından Esad’a bir çağrı yaptı ancak karşılık bulamadı. Nihayetinde, Suriye’de Esad rejimi son bularak Suriye’de yeni bir dönem açıldı. Yaklaşık 10 sene önce imkânsız görünen bir vakıa bugün gerçek oldu.

Suriye’deki devrimi Arap baharıyla başlayan silsilenin bir parçası olarak mı görmeliyiz? Suriye’de benim de müspet bulduğum ve insan hakları ihlallerinin son bulması açısından desteklediğim önemli bir devrim olduğunu söyleyebiliriz ancak Esad’ın Rusya’ya sığınmacı olarak gittiğini de göz önünde bulundurursak; Suriye’de muhaliflerin askeri başarısı Amerikan yahut İsrail menfaatine yarayacak bir devrim midir?

Böyle diyenler ve bölgede terör örgütleriyle istikrarsızlaştırmaya çalışanlar muhakkak olacaktır. Böylesi bir Amerika ve İsrail taşeronluğuna fırsat vermeden Suriye yeni yol haritasını çizmelidir. Gerek Suriyeliler açısından gerek Türkiye’den baktığımızda insanlık, demokrasi, özgürlükler ve insan haysiyetine yaraşır bir hayat sürebilmek açısından Türkiye’nin de desteklediği muhaliflerce gerçekleştirilen, 10 sene önce imkânsız görünen bir devrimin Suriye’de gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Suriye’de beklenmeyen ve ne denli kalıcı olabileceği şimdilik muamma olan bir devrim gerçekleşti. Peki, şimdi, bundan sonra ne olacak?

Birçoklarının, Ahmet Davutoğlu’nu eleştirmek için dile getirdiği ancak Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın 5 Eylül 2012’de ifade ettiği, “Şam’da Emevî Camii’nde Namaz Kılacağız” sözü artık mümkün değilse, nedir? Daha 10 sene önce Rusya’nın desteğini arkasına alan Suriye rejiminin yıkılması imkânsız görünürken, bugün, Türkiye’nin ve bölgedeki Müslümanların geldiği nokta açısından tarihi günlere şahitlik ettiğimiz aşikâr.

Ve bu yazının yazıldığı sıralarda İbrahim KalınŞam Emevî Camii’ne giderek namaz kıldığını ajanslardan öğreniyoruz. Ertesi gün de Esad’ın ardından Şam Emevî Camii’nde ilk Cuma namazı kılındı ve Türk bayrakları asıldı.

Tabi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın basiretini ve Dışişleri Bakanlığı yaptığı zamandan beri Ortadoğu’daki halkların kardeşliğini ve Ortadoğu’da barışı savunan ilk ve nadir kişilerden olan Ahmet Davutoğlu’nun beynelmilel politikalarla ilgili tavrını takdir etmek gerekiyor. Yine, Ortadoğu siyasetinde Erdoğan ve Davutoğlu’nun yaklaşımlarını benimseyen ve Türkiye’nin birçok beynelmilel siyasetinde beraber teşrikimesai yaptıkları İbrahim Kalın’ı ve Hakan Fidan’ı da Suriye’nin ve Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesinde Türkiye’nin tavrını belirleyen önemli isimler olarak zikretmek icap ediyor.

Kategoriler
matbuat

Türkiye’nin Geleceği İçin Umutlanmak İstiyorum

Türkiye’de yaşamak zor ve külfetli olsa da Türkiyeli olmanın bu topraklara mahsus kendine has bir tarafı olduğu kanaatini taşıyanlardanım.

Türkiye, siyasetin gerçeklerinin ‘gündelik hayatlarımızı’ şekillendirdiği bir ülke. Siyasî, sosyal ve ekonomik meseleler entelektüel tartışmaları ve toplumsal meseleleri çokça belirliyor. Gündelik hayatlarımızın kendini öncelik olarak dayatan koşulları ise Türkiye’de entelektüel havsalamızı ve fikirsel tartışmaları geride bırakıyor.

Cumhuriyet devrinde ilk defa rastlanan bu ‘yerlilik’ ve ‘millilik’ bilincinin Nurettin Topçu ile başladığını söylersek, herhalde yanlış olmaz. Yirminci yüzyılın ortalarında Nurettin Topçu’da şahit olduğumuz bu şuurun bir varyasyonu 2000’li yılların ilk çeyreğinde Cumhur İttifakı çatısı altında yeniden revaçta olmuştur. Fikirleri gibi Nurettin Topçu’nun kendisi de bu topraklara ait bir mütefekkirdir. Nurettin Topçu gibi bu topraklara ait olma bilincini iliklerine kadar sıkı sıkıya hisseden bir fikir insanını ömrü boyunca lise öğretmenliğine mahkûm eden Türkiye gerçeği, bilhassa da tek parti döneminin zihniyeti karşısında öfkelenmemek elde değil.

İşte, yukarıda sözünü etmeye çalıştığım ‘Türkiye gerçeği’böyle hazin bir durumdur. Unutmayın ki Firavun kendi iktidarını tehlikeye attığı düşüncesiyle erkek çocukları öldürüp kız çocuklarını sağ bırakıyordu. Yani, potansiyeli olan herkesin önünü ve geleceğini kapatıyordu. Filistin’de yaşanan soykırımı böyle görmek gerekir. Yine, Türkiye’de muhtelif alanlarda sinsi planların oynanmaya çalışılmasını bu zaviyeden de değerlendirmek gerekir.

Kur’an-ı Kerim’de çok kez söz edilen bu hadiseyi ille de siyaset kurumu içinde düşünmek gerekmez. İllaki kişiler özelinde değerlendirmek gerekmez. Bugünün Firavunlaşmasını zihniyetler üzerinden okumak gerekir. Türkiye’de entelektüel bir kuvvenin var olmaması için de benzer zihniyet pekâlâ olabilir. Biricik olan ‘insan’ı silikleştirip kişiliksiz ve kimliksiz ‘kitle’ler oluşturulmaya çalışılmasında bu zihniyet yozlaşması müşahede edilebilir.

Nurettin Topçu’nun bu ülkede hak ettiği değeri görmemesinden hareketle bu örneği verdik. Yani, Türkiye’de, kendi emeği ve kalibresiyle bir şeyler olmuşlar müstesna, kimlerin önünün açılıp kimlerin yoluna taş koyulduğu iyice ve etraflıca düşünülmesi gereken meselelerdendir. Elbette, her zaman gerek münevverlerimiz arasından gerekse de başka sahalarda Hz. Musa gibiler çıkacaktır.

Türkiye topraklarında doğmuş olmak, haysiyetli bir şekilde yaşamak ve yine bu topraklarda vefat ederek var olmak yalnızca Türkiyeli bazı kimselerin bilebileceği bir hissiyat. Bunu hamaset olsun diye de söylüyor değilim. İmparatorluk bakiyesi Türkiye’nin beynelmilel siyasetteki haklılığı ve bazan yalnızlığı dünyada Türkiyeli olmanın ne idüğünü bize belki bir nebze anlatabilir.

Bu Türkiye’de aynı zamanda bir intelijansiya meselesidir. Türkiye olarak kendi aidiyetine sahip yüzyıllara seslenen aydınlara ve gündelik siyasetten sıyrılmış fikir insanlarına sahip olup olmamamızla alâkalıdır. Eskiden Türkiye’de hakikaten kalburüstü ve fikirleriyle çığır açan entelektüellerimiz vardı. Şu an kültür sanat alanında bu mümbitliğin olmadığı kanaatindeyim. Eskiden kemiyet bakımından daha az sayıda ama keyfiyet bakımından daha iyi fikir insanlarına sahipken; bugün Türkiye entelektüalizminin yozlaştığı ve aynı kalitenin kalmadığı hissiyatındayım.

Cemil Meriç’in Bu Ülke kitabından bir parçayı burada kaydedelim:

“Her dudakta aynı rezil şikâyet: yaşanmaz bu memlekette! Neden? Efendilerimizi rahatsız eden bu toz bulutu, bu lâğım kokusu, bu insan ve makine uğultusu mu? Hayır, onlar Türkiye’nin insanından şikâyetçi. İnsanından, yani kendilerinden. Aynaya tahammülleri yok. Vatanlarını yaşanmaz bulanlar, vatanlarını ‘yaşanmaz’laştıranlardır.

Türk aydını, Kitâb-ı Mukaddes’in Serseri Yahudisi… Hangi Türk aydını? Kaçanlar ne Türk, ne aydın. Bu firar bir Kabil kompleksi.”

Türkiye’nin geleceği için umutlanmak istiyorum. Bu topraklara ait olan bir yerlilik şuuru taşıyan ancak statükoya, vesayete, ifade özgürlüğünün sınırlanmasına, antidemokratikliğe mahal vermeyen bir Türkiye’de yaşamak istiyorum. Bilhassa da ‘ifade özgürlüğü’ konusunda Türkiye’nin ciddi bir mesafe katetmesi gerektiğini düşünüyorum. Açıkça bir hakaret olmadığı müddetçe ve inancımız İslâm dininin mukaddeslerini hedef tahtasına koymadıkça; her türlü konu konuşulabilmeli, insanlar fikirlerini ifade edebilmeli ve kendi noktainazarından kanaatlerini dile getirmelidir.

Türkiye her şeye rağmen güzel ülkemiz. Kaosun ve savaşların eksik olmadığı bu coğrafyada tek sığınağımız. Türkiyeli olmak başka hiçbir memlekette olmayan kendine mahsus bir aidiyettir.

Kategoriler
matbuat

Ahmet Davutoğlu İktidara Alternatif Olabilir mi?

Neden Ahmet Davutoğlu’nu yazıyorum? Bunun hususi bir sebebi olmalı. Siyasetin ve siyasetçilerin maziye kıyasla yozlaştığı milenyum çağında Ahmet Davutoğlu siyasi ahlâkını ve omurgalı duruşunu muhafaza edebilen nadir siyasetçilerden.

Her yaklaşımına ve fikrine katılmıyorum elbette ancak Davutoğlu’nu bilhassa da dış politika konularında eleştirenlerin son derece haksız olduğu ve kuyruk acısıyla düşmanlık ettiği fikrindeyim.

Bu tarz yaklaşımlarda bulunanların eleştiri getirmekten çok hasmane hareket ettiğini söylemek zor olmasa gerek. Çünkü Ahmet Davutoğlu iktidar muhalefet fark etmeksizin günümüz siyaset zeminindeki yozlaşmayı benimsemiyor. Türkiye’ye ahlâklı ve fedakârlık gerektiren bir siyaset teklif ediyor. Birtakım kimseler Ahmet Davutoğlu’na yaklaşımlarında sınıfsal, pozisyonel ve dinsel cihetten bir husumet ve kabızlık içinde. Elbet, Davutoğlu’nun dört dörtlük olduğunu iddia ederek bunu söylemiyoruz.

Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu’nun iktidara alternatif olması ve kadrolarını hükümete getirmesi şüphesiz ki sokaktaki vatandaşların teveccühüne bağlı. Bu anlamda, Gelecek ve Saadet Partilerinin bir araya gelmesini ve ortak grup kurmasını hem ilkesel anlamda hem de güçleri birleştirme açısından çok değerli ve kıymetli buluyorum.

CHP hâlen tüm çabalarına rağmen gerçek bir iktidar alternatifi olabilmiş değil. Ne kadar mesafe katedilmiş olursa olsun CHP toplumun her kesimiyle hakiki ve samimi bir şekilde kucaklaşamıyor. Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş cumhurbaşkanlığı için sivrilen siyasetçilerden ancak vatandaşın nazarında yeterli ‘güvenirliğe’ ve ‘ehliyete’ sahip değiller.

Siyaset son zamanlarda çokça popüler olduğu şekilde ‘reklam ajanslarının stratejilerine’ sıkıştırılmamalı. Özellikle İstanbul’da Ekrem İmamoğlu kendini ‘reklam ajanslarına’ teslim etmiş vaziyette. İYİ Parti ve kısmen Ak Parti de aynı şekilde. Türkiye’de siyasetin 90’lı yıllardaki retoriğine dönmesinin iktiza ettiği kanaatindeyim. Bunu menfi anlamda söylemiyorum çünkü 90’lı yıllar Türkiye’nin sıkıntılı ve zor zamanlarıydı. Ancak 90’lı yıllarda siyaset retoriği entelektüel açıdan daha mümbit ve zekiceydi. 90’lar Türkiye’si bu kadar ayrışmamıştı ve daha geniş bir toplumsal mutabakat mümkündü. O günlerde siyaset yapan aktörlerin kullanabileceği ve büyük paralar akıtabileceği reklam ajansları bu yaygınlıkta elbette yoktu. Bu sebeple, Türkiye’de siyasetin ve siyasetçilerin tanıtımının ve siyasal politika geliştirmenin 90’larda olduğu gibi parti içi inhouse stratejisiyle yapılmasını gerektiğini düşünüyorum. Ruhsuz reklamlar yapılacağına amatör işlerle hazırlanmış reklamlar efdaldir. Siyaset yaparken amatörlük daha kıymetlidir.

‘Reklamcılık’ şiiri öldürür. Şiirin olmadığı yerde de siyaset olmaz. Reklam tabii ki bir gerekliliktir ancak ‘reklam’ işinde ‘inanmışlık’ ve ‘samimiyet’ lazımdır. Reklamcılığa karşı değilim ancak siyasette ‘profesyonel reklamcılık’ siyasetin amacını inhiraf ettirir.

Türkiye’de bugün siyasetçiler arasında Ahmet Davutoğlu’ndan daha samimi ve fedakâr bir iktidar alternatifi yok. Gelgelelim, Gelecek Partisi kadroları yarın seçim olsa ve iktidara gelseler ‘işi kotarabilecek’bir genişlikte, çeşitlilikte ve kalifikasyonda değil. Elbette bu kritiğimden müstesna olan istisnalar var ancak özellikle nitelik ve popülerlik açısından Gelecek Partisi’nin kadrolarını güçlendirmesinin icap ettiğini açık yüreklilikle ve samimiyetle söylemem gerekiyor.

Aslına bakılırsa, siyaset muhalefet olarak da yapılabilir. Doğru dürüst ve ahlâklı siyaset yapmak muhalefette de mümkün. Fakat Türkiye gibi ‘gücün egemenliğinin’ olduğu bir ülkede bunun meşakkatli olduğunu biliyorum. Ancak siyaseti muhalefet olarak yapma iradesi gösterebilmenin mümkün ve ilkesel anlâmda önemli olduğunu düşünenlerdenim.

Siyasal partiler muhalefet olarak iktidarın eksiklerini eleştirmenin ötesinde kısıtlı imkânlarla ve kreatif fikirlerle halka hizmet götürebilir düşüncesindeyim. Muhalefette olmak demek Türkiye gibi bir ülkede ‘iktidarda değilseniz hiçbir hizmet yapamıyorsunuz’ gerekçesinin arkasına saklanmak olmamalıdır.

Ancak bu tabii ki bambaşka bir vizyon ve perspektif gerektirir. Küçük ama hakiki mânâda özgün ve kaliteli bir siyaset ortaya koyabilen ‘butik parti’ modeli benimsenebilir.

‘Butik Parti’ kavramını siyaset bilimi teorisi açısından ortaya atıyorum. Küçük bir entelektüel çekirdeğe sahip ve nitelikli politika geliştirmeyi düstur edinen bir parti yapısı. Ancak iktidara oynarken catch all partiler kadar da toplumun farklı kesimlerine seslenebilen ve milletle kucaklaşabilen bir model. DEVA Partisi kurulduğunda bende bir nebze ‘butik parti’ intibası uyandırmıştı ancak DEVA’nın kadrolarının ‘milletle kucaklaşması’zayıf. Zaten, DEVA da ‘butik parti’ stratejisini daha sonradan devam ettiremedi.

Ahmet Davutoğlu, ‘butik parti’ gibi benimsenebilecek bir stratejik model ortaya koyarak iktidar alternatifi olabilir. Kendini ‘reklam ajanslarına’ teslim etmeden nitelikli bir siyaset üretilebilir ve bunların tanıtımı yine kendi imkânlarıyla samimiyetle milletle kucaklaşarak gerçekleştirebilir.

Bugün, Ahmet Davutoğlu’nun Gelecek Partisi’yle iktidar alternatifi olabilmesi ne kadar mümkün elbet tartışılır. Ancak siyasette iktidar olabilmek biraz da ‘hükümet olmaktan’ ziyade muhalefette dahi olsa halka götürdüğü hizmetlerle, fikirleriyle ve geliştirdiği siyasetle iktidar olabilmektir. MHP lideri Devlet Bahçeli muhalefette iktidar olabilmenin en başarılı örneği. Ancak bizim kastettiğimiz muhalefetin geliştirdiği siyaset biçemiyle alâkalı. Bahçeli’nin muhalefetteyken partisine kazandırdığı kritik rolden ve öneminden daha farklı. Gelecek Partisi gibi muhalefet partileri için ilm-i siyasetle, fikirleriyle, geliştirdiği siyasetle ve henüz muhalefette iken halka götürdüğü hizmetlerle iktidar olabilmenin başka yolları da mümkün olabilir.

Muhalefet iken dahi dikkat çekecek, insanları siyaseten heyecanlandıracak, umut olacak bir siyâset-i mülk geliştirilebilir. Böyle bir vizyon ve nosyon iradesini, mevcut şartlarda ne kadar zor görünürse görünsün siyasal ahlâkla Türkiye’de ancak Ahmet Davutoğlu başarabilir kanaatindeyim. Eğer Türkiye’de siyaset kurumunun şartları olgunlaşırsa sadece muhalefet olarak değil, – ne kadar muhtemel bilmiyorum ancak hükümet olarak da Ahmet Davutoğlu’nun iktidar olması sürpriz olmaz.Yine de siyaseti muhalefet olarak yapmanın iktidar olarak siyaset yapmaktan kanaatimizce daha kıymetli olduğunu belirtmek isterim. Tayyip Erdoğan bugün siyaseti muhalefet olarak yapsaydı bambaşka siyaset yolları izlerdi. Siyasette muhalefet yapmanın ‘sıra dışı’ ve ‘orijinal’ yollarının bulunmasının Türkiye siyasetinin geleceği için fevkalade hayati bir önemde olduğunu hatırlatalım.

Kategoriler
matbuat

Yeni Anayasa İhtiyaç mı?

Bu soruya alelacele verebileceğimiz ilk cevap yeni anayasanın kesinlikle bir ihtiyaç olacağı yönünde. Yeni bir anayasa ihtiyacını doğuran temel saik 42 yıllık bir anayasaya sahip olmamızdan ziyade anayasamızın askeri bir vesayet altında ‘oldu bitti’ye getirilerek hazırlanmış olması.

O günün şartlarından bugüne dek 1982 Anayasası değiştirilmekten ‘yamalı bohça’ya dönmüş vaziyette. Amerikan anayasası yaklaşık 300 yıllık bir anayasa. Üstelik, bizdeki anayasaların aksine kazuistik olmayan genel ilke ve prensipleri içeren bir metin. Anayasaların eski olması menfi bir durum değil. Önemli olan değiştirilmeye ihtiyaç duyulmayacak zamana karşı koyabilen bir anayasaya sahip olmak.

1876 Kânûn-i Esâsî’den beri bizim en sivil ve özgürlükçü anayasamızın ‘1921 anayasası’ olduğu söylenir. Bu anayasayı hazırlayan millet meclisi Anadolu’daki etnik ve dini çeşitliliğin tezahür ettiği mülevven bir meclistir. 1921 Anayasasını hazırlayan Büyük Millet Meclisi geniş mebus yelpazesine sahip, çoksesli ve özgürlükçü bir anayasa metni hazırlamıştı. Dolayısıyla, 1921’e kıyasla 1924 anayasasını kazanım olarak göremeyeceğimiz kanaatindeyim. 1924 anayasasından itibaren de zaten Türkiye’de on yıllar boyunca tek parti iktidarı hâkimiyet kurmuştur.

Sonraki yıllarda, Türkiye’de 1961 ve 1982 yıllarında askeri darbe sonrası kurulan anayasa heyetlerince hazırlanan iki anayasamız oldu. 1961 anayasasının 1982’ye göre çok daha özgürlükçü ve sivil hayata imkân veren bir anayasa olduğu tevatürdür. 1982 anayasası en kazuistik anayasamızdır.

Bu yüzden, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan yeni anayasa çağrılarını ‘sivil anayasa’ olarak yapıyor. Türkiye’de bugüne kadar siviller eliyle hazırlanmış bir anayasa yok. Cumhurbaşkanı Erdoğan da Türkiye’nin herhangi bir vesayet odağının etkisinde kalmadan yapılacak bir anayasanın önemini vurguluyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan gerçekten haklı. Türkiye’nin sivil bir anayasaya ihtiyacı olduğu da aşikâr. Ancak bugün Türkiye’deki siyasetin ve ekonominin şartları bize ne kadar yeni bir anayasa hazırlama imkânı veriyor?

Yirmi yılı devirmiş yorgun bir Ak Parti iktidarı var. Bazı kimselere göre 2017 anayasa değişikliği referandumuyla kabul edilen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ayrı bir vesayet aracı. Üstelik, melun bir facia olan 15 Temmuz kalkışmasının sonrasında oluşan toplumun her kesiminde hissedilen ve siyasette bıraktığı ‘travmatik’ izler her ne kadar geride kalsa da; gündelik gündemlerimizin ve sıradanlaşan vahşet olaylarının arka planında bir ‘cinnet hâli’ sanki hâlen devam ediyor.

Tabi, bir de ülkedeki ekonomik müzayaka ve geçim zorluğu söz konusu. Yeni bir anayasa yapmak ve üzerinde etraflıca tartışabilmek refahla mümkündür. İnsanların geçim derdinde olmaması, her kesimden insanın kendine göre iyi ve rahat olması gerekir.

İstiklâl Harbi’nin yaşandığı 1921 ve 1924 anayasaları da zor şartlar altında yapılmıştı, doğru. Ancak şu an o zamanki şartlardan bahsedemeyiz. Bir daha da olmaması temennisiyle…

Eğer sivil bir anayasa yapılacaksa bunun önceki darbe sonrası anayasalardan farklı olması gerekir. Toplumun her kesimini kucaklayan ve bütüncül bir yaklaşımda anayasa hazırlanmalıdır. 2007 yılında rahmetli Ergun Özbudun’un hazırladığı ‘anayasa taslağı’nı burada zikredebiliriz. Dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan 2007 yılında Ergun Özbudun’dan ‘sivil bir anayasa’ hazırlamasını istemişti. Anayasa taslağını Ergun Özbudun başkanlığında Prof. Dr. Zühtü Arslan, Prof. Dr. Yavuz Atar, Prof. Dr. Fazıl Hüsnü Erdem, Prof. Dr. Levent Köker ve Doç. Dr. Serap Yazıcı’dan oluşan bir komisyon hazırlamıştı. Türkiye’de yeni anayasa tartışmalarının yapıldığı şu günlerde Ergun Özbudun başkanlığında hazırlanan anayasa taslağını pek hatırlayan varmış gibi görünmüyor.

Yeni anayasa müzakereleri henüz ‘ilk dört madde’ tartışmaları ve polemiklerinin ötesine geçebilmiş görünmüyor. Ulus devletlerin mazisine dönerek imparatorluk bilinci kazandığı yirmi birinci yüzyılda bugün Türkiye’de çok sığ tartışmaların süregeldiğini üzülerek takip ediyorum. Türkiye’de, siyasetin gündemi yirmi beş sene evvele kıyasla neredeyse hiçbir mesafe katetmeksizin tabular ve semboller arasında sıkışmışvaziyette. ‘İlk dört madde’ tartışmaları da bunlardan biri. Milletçe müşterek değerleri paylaşmak bir şey; entelektüel background gerektiren anayasa tartışmasını ‘ilk dört madde’ tartışılmazlığına hapsetmek başka bir şey.

Yeni bir anayasa ihtiyacı var mı? Gerçekten de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ağzından sıklıkla dile getirildiği gibi özgürlükçü, insan hayatı temelli, sivil bir anayasaya ihtiyaç var. Ben, bu noktada, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yeni anayasa çağrılarını samimi ve önemli bir çaba olarak görüyorum.

Ancak yeni anayasanın hazırlanabilmesi için toplumsal ve siyasal bir mutabakat olmadığı kanaatindeyim. Yalnızca ‘görüş birliği’ sağlanabilmesi açısından değil; yeni anayasanın hazırlanabilmesi için geleneksel yaklaşımları içselleştirmiş yenilikçi bir vizyon ve perspektife sahip olma konusunda da. Siyaset kurumu ve siyasetçiler hantal. Siyaset, zahirde birtakım hizmetlerin yapıldığı bir araçmış gibi görünse de bugün siyasetçilerin sokaktaki halkı ve milleti temsili bir muamma. Siyasette tam olarak bir kaht-ı rical var demiyorum ancak ‘değer üretme’ ve ‘yenilik getirme’ hususunda yalnızca iktidar cenahında değil muhalefette de bir ‘adam/kadın kıtlığı’ olduğu aşikâr.Nerede olursanız olun, hangi işle meşgul olursanız olun insan kalitesi çok önemlidir. Siyasette de bu böyle. Dünyanın en iyi, demokratik, insan haklarına saygılı anayasasını isterseniz yapın; eğer ki insan kalitesi düşükse pek müsbet bir sonuç ortaya çıkmayacaktır. Yahut tam tersi… Şayet kalifiye, işinin ehli, ahlâklı, hak hukuk gözeten insanlara sahipseniz; en berbat anayasaların, kanunların ve yasaların içinden bile iyi ve doğru işler çıkarabilirsiniz.

Kategoriler
matbuat

Yeniye Olan Merak

1789 yılında Fransa’da Burjuva Devrimi cereyân ettiği sıralarda Sultan III. Selim henüz yeni tahta çıkmıştı. Daha şehzadelik yıllarından tasarladığı Yeni Düzen (Nizâm-ı Cedid) fikri bizdeki ilk ‘yeni’dir. Lale Devri’ni tam mânâsıyla bir yenilik olarak sayamayız. O günden bugüne bu topraklarda ‘yeni olanı’ arayışımız hiç bitmedi ve hâlâ da devam ediyor.

Peki, neden mütemadiyen kendimize bir ‘yeni’ bulma ihtiyacı içine girdik? Bunu ancak bugünden geriye doğru bakarak anlayabiliriz. Yaklaşık son iki yüz yıl evvelde ne yaşandığına bakmalıyız.

Her şeyden önce, Endüstri Devrimi’yle beraber yeni bir ‘teknik dünya’ oluştu. İçten yanmalı motorun icâdı, buharlı makineler ve gres yağıyla metal elementi daha önce olmayan bir şekilde kullanılmaya başladı. Makine ilk defa ortaya çıkmasa dahi demir çelikten yapılmış makineler tarihte ilk kez görüldü. El işi tezgahların yerine seri üretime imkân veren fabrikalar kurulmaya başladı. Bütün bu teknik dünya yepyeniydi. Biz de zamanın bir icabı olarak bu yeni teknik dünyayı Avrupa’ya bakarak ikame etmenin peşine düştük.

Burada, Avrupa iyiydi biz kötüydük demeyeceğim. 1800’lerde yeni bir teknik dünya kuruluyordu ve Batı dünyası karşısında Osmanlıların pek de mahsulü olmayan bir bilinmezlik söz konusuydu. Entelektüel cihetten Aydınlanma ve Rönesans yaşamış Avrupa’ya mukabil Türkiye topraklarında zihinsel bir inkişâf yaşanıp yaşanmadığını ben bilmiyorum. Yine, fennî sahada, İngilizler modern makineyi icât edip sömürgeciliğe başladığında, Osmanlı İmparatorluğu’nun kendisine mahsus bir teknik sermayesi yoktu. 

Dolayısıyla, bizdeki ‘yeni’, – icât olmaktan ziyade, treni kaçırmamak için Batı’ya öykünmedir. 1800’lerden beri bu yeni modern teknik dünya bizim için efsunludur. Avrupa’ya giden devlet adamlarının, gazeteci ve muharrirlerin tavırlarından bu anlaşılabilir. Cumhuriyet döneminde bile 2000’li yıllara dek Avrupa’da bizde olmayan, soğuk, rasyonel başka bir dünya vardı.

Yeni teknik dünya mühendislikten ibaret değildi; her mühendisliğin bir fikir ve mantalite içermesi gibi bir ideolojiydi. Hatta, bu yeni teknik ideolojinin bütün efkârın üstünde bir süper ideoloji olduğunu söyleyebiliriz. Son iki yüz yılda lokomotifler ve gemilerle bir ticaret imkânı doğmasıyla eş zamanlı olarak Avrupa ülkelerinde anayasacılık, gazeteler, aydınlanma fikirleri ve entelektüel intelijans görünür oldu. Elbet, bu yeni ‘kamuoyu’nun tek nedeni teknik değildi.

Yeniye olan tecessüsümüzün ticari ve teknik yönünün ötesinde siyasi bir boyutu da olduğunu söylemeliyiz. Endüstri Devrimi’yle beraber Avrupa feodalizmi terk etti. Yani, kendini Orta Çağ Avrupası olmaktan kurtararak yeni bir safhaya geçti. Aslında, daha evvelde İstanbul’un fethinde ateşli silahların kullanılmasıyla feodalizm son bulmuş ve mutlak monarşiler güç kazanmıştı. Ancak Endüstri Devrimiyle beraber feodal düzenden daha farklı olarak yeni bir uluslaşma akımı ve milliyetperverlik ortaya çıktı. Feodalizmin ilgâsının ya da bu yeni milliyetçilik trendinin Osmanlı ve Avusturya-Macaristan İmparatorlukları için bir ‘felaket’ olduğunu söyleyebiliriz. 1850’lerden itibaren Balkanlar’da ve Ortadoğu’da feodal beyler sayesinde milletler (ya da mikro etnisiteler) kendi ulusunu kurmanın sevdasına düştü ve bağımsızlık kazandı.

Çünkü yeni teknik dünyanın dokusu imparatorluklarla değil, ulus devlet milliyetçiliğiyle uyumluydu. Sanıldığının aksine, teknik, beynelmilel siyaset üzerinde özgürleştirici bir fonksiyon sağlamadı. Daha doğru ifadeyle, teknik dünya merkezîleştirici ve statükocu bir hürriyet ortamı var etti.

Yeni dünya, – Osmanlı İmparatorluğu için de geçerli olmak üzere Birinci Cihan Harbi’nin yaşandığı yirminci yüzyılda değil; 1800’lerde kuruldu. Telgraf, saatler, demiryolları, içten yanmalı motor, buharlı gemiler, savaş endüstrisi gibi teknik icâtlar hep bu zamandadır ve Sultan İkinci Abdülhamid’in bildiği meselelerdir. İlkokul, lise ve üniversiteyi kapsayan modern eğitim, sağlık ve askeriye sahalarında tatbik edilen modern reformlar 1850’li yıllardan sonra yaşanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti döneminde, – reddimiras uygulamalarını saymazsak, uzun yıllar boyunca bu mânâda bir ‘yeni’ mefhumundan söz edemeyiz.

Yirminci yüzyılın ilk yarısında şartlar değişmiş ve Osmanlı topraklarının işgâli gibi yeni bir defacto durum ortaya çıkmıştır. İstanbul’un ve yaşamakta olduğumuz şehir olan Samsun’un sokaklarında İngiliz askerler boy göstermiştir. İşte, bu ‘yokluk dönemi’nde, ‘yeni olan’ uzun yıllardır Osmanlıların gündeminde olmasına gerek bile olmayan bir bilinçtir. Osmanlı zamanındaki ‘yeni’den farklı olarak İstiklal Harbi’nin yaşandığı ve Cumhuriyet’in kurulduğu yıllarda ‘yeni olan’ bağımsızlık şuurudur.

Osmanlı İmparatorluğu da elbette müstemleke olmaya razı değildi. Bağımsızlık bilinci 1850’lerden sonra Osmanlı devlet adamları ve münevverleri arasında vardı ancak bunlar daha çok Batı medeniyeti karşısında terakki edememek ve Avrupa karşısında geride kalmak olarak tezahür ediyordu. Ayrıca, Osmanlı İmparatorluğu’nun yirminci yüzyılın başında artık milletleri Osmanlılık şemsiyesi altında tutması da mümkün değildi.Dolayısıyla, yirminci yüzyılda İstiklal Harbi olarak ortaya çıkan Mîsâk-ı Millî sınırlarında hakimiyet kurma iradesi ve bağımsızlık şuuru ‘yeni’dir. Buna mukabil, hâlen kendini dönüştürerek varlık kazanan ve mütemadiyen kendini yenileyen ‘teknik dünya’ 1800’lü yıllardan bugüne bir mirastır.

Kategoriler
matbuat

Cumhuriyetler Çağında İmparatorluk Olmak

19. yüzyıl bir imparatorluk çağı oldu ve 20. yüzyılla birlikte imparatorluklar tarih sahnesinden silinerek yerlerini küçük cumhuriyet rejimlerine bıraktı. Öyleyse, yüzyılın başı için imparatorluklar çağı kapanarak cumhuriyetler çağı başladı diyebilir miyiz? Nedense, imparatorluk ve cumhuriyet birbiriyle aynı kulvarda bulunan kavramlarmış gibi bir algı var. Halbuki, imparatorluklar çağında cumhuriyet olmak ya da cumhuriyetler çağında imparatorluk olmak pekâlâ mümkün ve birarada olabilecek imkânı sağlıyor.

Sanılanın aksine, söz konusu olan birarada olabilecek yapıların zenginliği olduğunda ‘zamanın ruhu’ sınırlandırılamaz ve ‘zamanlararasılık’ devreye girer. Bu zamanlararasılığı sağlayan en bariz örnek Birleşik Krallık, aynı anda hem bir imparatorluk olmayı hem de cumhuriyet olmayı başarıyor. 20. yüzyılın başında eski dünyanın ülkeleri bu büyük özelliklerini kaybettiler. İmparatorluk olmak ve cumhuriyet olmak arasında tercihi belli bir seçim yaptılar. Büyük imparatorluklar bölünerek küçük cumhuriyetlere dönüştü ve eski güçlerini muhafaza edemediler.

İmparatorluk bir yapıdır ve bir ülkenin vizyonunu belirlediği buradadır. Cumhuriyet ise bir yapının kendisi olmaktan çok bir unsurudur. Yani, cumhuriyet bir yönetim biçimidir ve gücünü halkın iradesinden alır.

21. yüzyılda imparatorluk bâkiyesi bir ülke olarak Türkiye’nin muhtaç olduğu imparatorluk vizyonu ve cumhuriyet özgürlüğünü birarada yaşatabilmeyi sağlamasıdır. ‘Biraradalık’ önemli çünkü; büyük düşünerek ayrıntılarda saklığı özgürlüğü var etmek ya da özgürlüğü her alanda temin ederek büyük hamleler yapabilmek kolayca yan yana gelebilecek cinsten işler değil. Fakat bugün, Türkiye buna muhtaçtır. Böylesi bir ileri görüşlülükle Türkiye yüzünü yalnızca Batı’ya dönmemeli, Batı’yla daha da ötesinde Akdeniz coğrafyasının imkânlarını kullanarak bir varlık içinde olmalıdır. Hâlihazırda, Türkiye varoluşsal olarak Doğu’yla bir varlık içinde olabiliyor fakat benzer bir durumu Batı dünyasıyla da sağlayabilmesi için hususi bir gayret göstermesi gerekiyor.

21. yüzyılın uluslararası siyaset zemininde Türkiye, Doğu’nun da Batı’nın da merkez ülkesi olma imkânına sahip. Fakat şu da bir gerçek ki 2000’lerin dünyası için İslam dünyası ya da Türk dünyası gibi paradigmalar eskimiş durumda. Daha doğru bir ifadeyle mevcut gerçekleri ilk anlamlarıyla karşılayabilecek durumda değiller. Bu yüzden, İslam coğrafyası ya da Türk coğrafyası gibi tanımlar Türkiye’nin Doğu’ya bakışı çerçevesinde üst perdeden güncellenmeli. Bunun için imparatorluk vizyonuyla uluslararası reel politiği anlamlandırarak Doğu ve Batı için trend belirleyecek projeler geliştirmeli ve bu yönde hareket etmelidir. Bu sayede, Türkiye 20. yüzyılda kaybettiği zamanı ve perspektifi yeniden bünyesine katabilir.

Aslına bakılırsa, bugün Cumhurbaşkanlığı Sistemi’nin Türkiye’de hayata geçmesiyle cumhuriyetler çağında imparatorluk olma imkânının kapısı aralanmış oldu. 1877 ve 1908’de kısa soluklu olarak iki kez hayata geçen ‘meşruti monarşi’ âdeta yeni sistemin sembol olarak görülebilecek bir modeli. Ancak imparatorluk ruhuna uygun düşen meşruti monarşiden yeni sistemin en büyük farkı, monarşi rejiminin değil cumhuriyet rejiminin benimsenmiş olması. Yani, imparatorluk ruhunu muhafaza ederek herkesin özgürlüğünü temin eden cumhuriyet rejiminin olması ve saltanat yerine bağımsız seçimlerle devletin başının belirlenmesi bugünün dünden ayırıcı özelliği gibi görünüyor.

Kategoriler
matbuat

Cumhurbaşkanlığı Sistemi’nin Vaatleri

Cumhurbaşkanlığı sistemi her anlamda siyaseti dinamikleştirecek. Türkiye siyasetinin daha çok denklemli, heyecanlı ve ihtimallerin fazla olduğu bir döneme Cumhurbaşkanlığı sistemiyle birlikte giriyoruz. Her ne kadar siyaseti seven bir toplum olsak da siyasetin hayatın gerçekliğini doğrudan etkilediği bir toplum için bu denli hareketlilik toplumun kaldırabileceği bir durum olacak mı?

Aslına bakılırsa, yeni sistemin en büyük vaadi istikrar ve icranın güçlü olduğu bir sistemde halkın seçtiği liderin politikalarını vesayet yapılarına takılmaksızın uygulamaya koyabilme imkânı. Şu anki mevcut durumdan bu durumun en büyük farkı yalnızca tek bir Cumhurbaşkanı seçilmeyecek olması. Cumhurbaşkanı
seçmek demek bakanlardan bürokratlara, kaymakamlardan valilere kadar binlerce kadroya gelecek kişiyi seçmek manasına da geliyor.
Bütün bu hacimli değişimin denetleyici asli unsuru ise beş senede bir yapılacak olan seçimlerde milletin ta kendisi olacak.

Yeni sistemin aslında en tartışılabilir yanlarından bir tanesi ülkedeki kutuplaşmayı artırabilme ihtimali. Hâlihazırda kutuplaşmaya ve taraf seçmeye meyyal toplumumuzda, yüzde 50+1 usulüne göre bir seçim yapmak biraz riskli. Rakamsal olarak birbirine karşı iki eşitin ufak farklılıklarla birbirinden ayrılması ufak değişimlere değil, büyük değişimlere sebep olacak. Sadece Cumhurbaşkanlığını kazanacak kişiyi değil, ülkenin bütün bir yöneten çatısını galip gelen Cumhurbaşkanı ekseninde belirleyecek. Bu durumun iyi tarafı şüphesiz icranın hızlı yapılabilecek olması. Futbol takımının
başına teknik direktör getirmektense, hâlihazırda kadrosu oturmamış takıma liderlik edecek bir hocaya karar verip ondan kendi bildiği futbolculardan takımını kurmayı istemek elbette çok daha isabetlidir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan yeni sistemin en çok bu yönünü önemsiyor diye düşünüyorum. Çünkü bir an evvel harekete geçmek, birtakım icraatları en kestirme ve anlaşılır şekilde gerçekleştirmek istiyor. Eski Türkiye’den kazanım olarak görülebilecekleri muhafaza edip ‘yük’ olarak kalanları bırakarak, gelenekle ve Doğu coğrafyasıyla gerçek manadaki râbıtaları yakalayarak bir ‘öze dönüş’ arzu ediyor. Öze dönmek normalleşme anlamına geldiği kadar ‘küllerinden doğma’ ve ‘altın çağlarda olduğu gibi yeniden şahlanma’ kodlarını da taşıyor.

Cumhurbaşkanlığı sistemine, özellikle yürütme ve yasamanın birbirinden ayrı organlar olacak olmasından ve birtakım dengelerin daha hassas olmasından dolayı pek müspet bakıyorum. Yani, halk, iki ayrı kuvvet belirleyecek. Özellikle İttifak Yasası’nın çıkmasıyla 24 Haziran’dan sonra şekillenecek TBMM’de çok daha fazla temsiliyet sağlanacak olması önemli. Belki henüz seçimler tamamlanmamışken yorumda bulunmak doğru değil ama 24 Haziran’dan sonraki tabloda en büyük tehdit altında olan Cumhuriyet Halk Partisi olacak. Gelecek aylar için merak ettiğim sorulardan bir tanesi CHP’nin ana muhalefet olarak kalıp kalamayacağı. İyi Parti burada CHP’ye karşı kendini güçlendirecek bir hareket yapabilir mi? Özellikle söylem bazında kurulacak muhalefet söylemi 24 Haziran’dan sonra bu potansiyele sahip fakat tamamıyla gösterilecek performansa bağlı olarak muhalefetin başını kimin çekeceğini belirleyecek. CHP’nin aksine İyi Parti’nin tam olarak bir merkez sağ partisi olamasa da merkez sağın birçok küçük unsurunu barındırdığını unutmamak gerek. Hükümet eden tarafında ise yeni sistemde Cumhurbaşkanı’nın yalnızca kabineyi değil büyük bir iş yapma kadrosunu oluşturacak olması bir reorganizasyon dönemi anlamına gelecek. İster istemez 1930’larda Şevket Süreyya Aydemir’in teorisini yazdığı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu gibilerin başını çektiği Kadro hareketi de akıllara geliyor. Tek parti döneminin aksine bugün seçimler olsa da yine de bir liderin etrafında şekillenecek ciddi bir kadro olacak. Bir dergi olarak Kadro’nun kuruluşunu bizzat Mustafa Kemal istemişti. Şevket Süreyya’nın Kadro Hareketi için yaptığı ideologluk sıfırdan bir üretimden çok hâlihazırda olanı teoriye dökmekti. Çevrenin muhafazakârlığıyla yeni sistemde gelecek olan yönetici kadrolar bir Kadro Hareketi’nden çok Nurettin Topçu’nun Yarınki Türkiye’sini kuracak kişiler olarak var olmalı. Tek parti döneminde yapılan hataları iyi bilen ve tenkit eden Cumhurbaşkanı Erdoğan, bana kalırsa kendi ekibini “yaşama zevkini bırakıp yaşatma aşkına gönül verecek” dünyadan vazgeçmiş kişilerden kurmayı düşünüyor.

Kategoriler
matbuat

Paradigma Şart

Ben ‘paradigma’ demeyi tercih ediyorum. Fakat ‘eksen’ şeklinde telaffuz edildiği de vâkîdir. Kelime olarak ‘paradigma’ belki dışarıdan besleniyor ancak Soğuk Savaş dünyasının literatüründeki ‘eksen’e kıyasla daha kuşatıcı, fikirden beslenen ve ne idüğü belirlenebilir bir imkân sunuyor. Öte yandan, kelimenin ithalatından ötürü daha en baştan vazifesinin işleviyle de çelişiyor gibi görünüyor.

Aslında olay yeni değil. Türkiye’nin Batı dünyasına karşı şahsiyetli ve gerektiğinde ‘hayır’ demeyi bilen tutumunun iyiden iyiye görünür hâle geldiği dört beş yıldan beri en kritik, geleceğe dair iyisiyle kotüsüyle belirleyici olacak gizli gündemi. Fakat muhafazakâr cenahtaki zihinlerce üst perdeden telaffuz edilmeye başlanması yeni. 15 Temmuz darbe girişiminden itibaren hiç akıldan çıkarılmayan, gerektiğinde kısık sesle de olsa dile getirilmekten kaçılmayan bu mesele uluslararası siyasetin son birkaç aylık gelişmelerinden ve iç siyasette doygunluğa yavaş yavaş ulaşıyor olmasından sonra çok daha görünür ve açık bir şekilde tartışılacak. Muhafazakâr çevrelerin üstünde kafa yorduğu esas meselesi olacak. Benim için ise uzun zamandır dönüp dolaşıp geldiğim, zihin mesaisi harcadığım bir soru.

Mesele, Türkiye’nin kendi paradigmasını belirleyebilmesi. Küresel eksenler arasında sağa sola savrulmadan, Türkiye’nin kendi dinamiklerine özgü bir çizgi tutturması gerekiyor. Ayrıca, bu özgün paradigmanın dünyaya vaat edebileceği yeni bir şeyler olması da şart. Dünyaya bir şey söylemeden, farklı coğrafyalara sirayet etmeden böylesi bir paradigma hayat bulamaz.

Son dönemde, ABD’nin ve Avrupa ülkelerinin ikircikli tavırları ve buna mukabil Putin’in son derece makul tavrı Türkiye’de bir kısım kişilerin Türkiye’nin geleceğinin Rusya’yla sıkı ilişkilerden geçtiğini bolca ifade etmesine yol açtı. Artık herkes pek aşinadır, emperyalist dünyaya karşı Avrasya’nın gücünden ve tek çare olduğundan heyecanla bahsedilen ifadeler… Bu tarafta, eksen tartışmasının açılmasına gerek dahi duyulmuyor. Madalyonun öte yüzünde eksen tartışmasını yapanlar var ve ekseriyetle Türkiye’nin son dönemdeki Rus yakınlaşmasından rahatsız. Batı’yla kurulan ilişkilere kıyasla Türkiye’nin Avrasya blokuna sıkıştırılmasının tehlikeli olduğunu düşünenler de var.

Esas olan Türkiye’nin kendi paradigmasını ıstırabını çeke çeke oluşturmasıdır dedik. Başka yol var mı? İştahla Türkiye’nin bekâsını Avrasya’da ya da Avrasyacılık’ta görenler, Avrasya’nın, daha da özelde Rusya ve Çin’in emperyalizmini görmüyorlar mı? Yahut görseler de ikrârı işlerine mi gelmiyor? Evet, Türkiye’nin Batı’dan gelen alışılageldik, sır olmayan ve 15 Temmuz darbe girişimiyle birlikte de zirve yapan saldırılarına karşı Rusya, Türkiye’nin direncine takviye yaptı. İcâp ettiği zaman kurtarıcı rol üstlendi. Muhakkak ki kurtarıcılığa soyunmasının temelinde Türkiye’yi Batı’ya nispet yaparcasına kendi yanına çekmesi var. Batı mandacılığı olduğu gibi pek âlâ Rus mandacılığı da mümkün. Fakat Türkiye en başından itibaren bu durumun farkında olarak dikkatli, samimi ve herkesin kendi yerini bileceği bir ilişki tesis etmeye çalıştı ve bunu da başarmış gözüküyor.

Bugün, Türkiye’yi yönetenlerin, ekseriyetle klasik merkez sağ tanımlamasının karşılığında duran fikri ve kültürel entelijansiyanın (bu kelimeyi galiba kullanabiliriz) Avrasya eksenini bir atlama ve vakit kazanma hamlesi olarak kullanarak Türkiye’ye özgü bir eksenin gelişmesi yönünde bir çaba ve umut içinde olduğunun emarelerini görüyorum. Ben de tam da böyle olması gerektiğini düşünüyorum. Ancak bu kolay değil; ıstıraplı ve on yıllara muhtaç. Batı, eksenini kapitalizme borçlu. Rusya ise yine kapitalizmin karşısındaki en büyük reaksiyonist fikre… Dolayısıyla, mesele ‘eksen’ değil, yerli bir paradigma olmalıdır. Esas olan görüntüde değil, özünde yerli olmasıdır. Özü sağlam olduktan sonra görüntünün bize yabancı olması mesele olmamalıdır.

Not: Geçen haftaki yazıda Suudi Arabistan bahsinde geçen “Kral Selman” yanlış değil. Fakat kastedilen veliaht prens Selman. Dikkatten kaçmış, düzeltelim.