Kategoriler
matbuat

Paradigma Şart

Ben ‘paradigma’ demeyi tercih ediyorum. Fakat ‘eksen’ şeklinde telaffuz edildiği de vâkîdir. Kelime olarak ‘paradigma’ belki dışarıdan besleniyor ancak Soğuk Savaş dünyasının literatüründeki ‘eksen’e kıyasla daha kuşatıcı, fikirden beslenen ve ne idüğü belirlenebilir bir imkân sunuyor. Öte yandan, kelimenin ithalatından ötürü daha en baştan vazifesinin işleviyle de çelişiyor gibi görünüyor.

Aslında olay yeni değil. Türkiye’nin Batı dünyasına karşı şahsiyetli ve gerektiğinde ‘hayır’ demeyi bilen tutumunun iyiden iyiye görünür hâle geldiği dört beş yıldan beri en kritik, geleceğe dair iyisiyle kotüsüyle belirleyici olacak gizli gündemi. Fakat muhafazakâr cenahtaki zihinlerce üst perdeden telaffuz edilmeye başlanması yeni. 15 Temmuz darbe girişiminden itibaren hiç akıldan çıkarılmayan, gerektiğinde kısık sesle de olsa dile getirilmekten kaçılmayan bu mesele uluslararası siyasetin son birkaç aylık gelişmelerinden ve iç siyasette doygunluğa yavaş yavaş ulaşıyor olmasından sonra çok daha görünür ve açık bir şekilde tartışılacak. Muhafazakâr çevrelerin üstünde kafa yorduğu esas meselesi olacak. Benim için ise uzun zamandır dönüp dolaşıp geldiğim, zihin mesaisi harcadığım bir soru.

Mesele, Türkiye’nin kendi paradigmasını belirleyebilmesi. Küresel eksenler arasında sağa sola savrulmadan, Türkiye’nin kendi dinamiklerine özgü bir çizgi tutturması gerekiyor. Ayrıca, bu özgün paradigmanın dünyaya vaat edebileceği yeni bir şeyler olması da şart. Dünyaya bir şey söylemeden, farklı coğrafyalara sirayet etmeden böylesi bir paradigma hayat bulamaz.

Son dönemde, ABD’nin ve Avrupa ülkelerinin ikircikli tavırları ve buna mukabil Putin’in son derece makul tavrı Türkiye’de bir kısım kişilerin Türkiye’nin geleceğinin Rusya’yla sıkı ilişkilerden geçtiğini bolca ifade etmesine yol açtı. Artık herkes pek aşinadır, emperyalist dünyaya karşı Avrasya’nın gücünden ve tek çare olduğundan heyecanla bahsedilen ifadeler… Bu tarafta, eksen tartışmasının açılmasına gerek dahi duyulmuyor. Madalyonun öte yüzünde eksen tartışmasını yapanlar var ve ekseriyetle Türkiye’nin son dönemdeki Rus yakınlaşmasından rahatsız. Batı’yla kurulan ilişkilere kıyasla Türkiye’nin Avrasya blokuna sıkıştırılmasının tehlikeli olduğunu düşünenler de var.

Esas olan Türkiye’nin kendi paradigmasını ıstırabını çeke çeke oluşturmasıdır dedik. Başka yol var mı? İştahla Türkiye’nin bekâsını Avrasya’da ya da Avrasyacılık’ta görenler, Avrasya’nın, daha da özelde Rusya ve Çin’in emperyalizmini görmüyorlar mı? Yahut görseler de ikrârı işlerine mi gelmiyor? Evet, Türkiye’nin Batı’dan gelen alışılageldik, sır olmayan ve 15 Temmuz darbe girişimiyle birlikte de zirve yapan saldırılarına karşı Rusya, Türkiye’nin direncine takviye yaptı. İcâp ettiği zaman kurtarıcı rol üstlendi. Muhakkak ki kurtarıcılığa soyunmasının temelinde Türkiye’yi Batı’ya nispet yaparcasına kendi yanına çekmesi var. Batı mandacılığı olduğu gibi pek âlâ Rus mandacılığı da mümkün. Fakat Türkiye en başından itibaren bu durumun farkında olarak dikkatli, samimi ve herkesin kendi yerini bileceği bir ilişki tesis etmeye çalıştı ve bunu da başarmış gözüküyor.

Bugün, Türkiye’yi yönetenlerin, ekseriyetle klasik merkez sağ tanımlamasının karşılığında duran fikri ve kültürel entelijansiyanın (bu kelimeyi galiba kullanabiliriz) Avrasya eksenini bir atlama ve vakit kazanma hamlesi olarak kullanarak Türkiye’ye özgü bir eksenin gelişmesi yönünde bir çaba ve umut içinde olduğunun emarelerini görüyorum. Ben de tam da böyle olması gerektiğini düşünüyorum. Ancak bu kolay değil; ıstıraplı ve on yıllara muhtaç. Batı, eksenini kapitalizme borçlu. Rusya ise yine kapitalizmin karşısındaki en büyük reaksiyonist fikre… Dolayısıyla, mesele ‘eksen’ değil, yerli bir paradigma olmalıdır. Esas olan görüntüde değil, özünde yerli olmasıdır. Özü sağlam olduktan sonra görüntünün bize yabancı olması mesele olmamalıdır.

Not: Geçen haftaki yazıda Suudi Arabistan bahsinde geçen “Kral Selman” yanlış değil. Fakat kastedilen veliaht prens Selman. Dikkatten kaçmış, düzeltelim.

Kategoriler
matbuat

Batı’yla İlişkiler Şimdi Başlıyor

Türkiye tarihinde uzun yıllarca şahit olunmayan ilginç zamanlardan geçiyoruz. Bu zamanları tanımlamak için sıfat çok. Elbette, ilişkiler şimdi başlıyor derken içinde ironisini de taşıyan bir durumu ifade etmek istiyoruz.

Son olarak Rusya Devlet Başkanı Putin’in ve İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin gelmesiyle Cumhurbaşkanı Erdoğan, bir yandan bölgenin geleceğine yönelik ortak kararlar ve ülke içindeki projelerle alakalı hâlihazırda devam eden iş birliğini bir üst perdeye taşıdı. Öte yandan, Erdoğan-Putin-Ruhani üçlüsünün Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nden verdiği fotoğrafla Avrupa’ya ve ABD’ye kallavi bir fotoğraf daha verilmiş oldu.

Avrupa, son yıllarda ortaya koyduğu tavırlarla Türkiye’yi hizaya getirebileceği fikrindeydi. Özellikle de Almanya, Avrupa’nın aklı konumunda. Dün, Türkiye’ye karşı pozisyonu açık bir şekilde ilk belirleyen ülke olduğu gibi bugün de henüz somut bir eyleme geçmiş olmasa da Türkiye’yi anladığını dile getirme konusunda önde geliyor. Mesela, geçtiğimiz günlerde Almanya’nın Ankara Büyükelçisi Martin Erdman, Türkiye için Çin, Rusya gibi alternatiflerin olduğunu söylemenin fantaziden ibaret olduğunu ve Türkiye ile Avrupa ekonomilerinin iç içe olduğunu söyleyerek Türkiye ve Almanya’nın vazgeçilmez bir partner olduğunusöyledi.

Birebir aynı durumdan bahsetmek tam olarak mümkün olmasa da Avrupa’ya verilen mesajın bir benzerinin ABD’ye gittiği de aşikâr. Fakat Batı dünyası dediğimizde yekpâre homojen bir yapıdan bahsetmiyoruz. Dolayısıyla ABD ile Avrupa’yı eş değer tutmak mümkün değil. Evet, ABD’ye de gelecek ilişkilere dönük önemli bir mesaj verilmiş oldu. Fakat ABD’ye kıyasla ben Avrupa’nın Türkiye’yi kaybetme, hele hele Rusya saflarında görmeyle alakalı olarak çok daha endişeli ve hassas olduğunu düşünüyorum. ABD, kağıt üzerinde Türkiye’nin yıllardır stratejik ortağı olan bir müttefiki. Fakat ABD’nin son 4-5 yıldaki davranışlarına baktığımızda ABD’nin Ortadoğu’da, Körfez’de en sadık ve kullanışlı ortağının Suudiler olduğu da görülüyor. Bence, ABD Türkiye’yi birtakım yaptırımlarla hizaya getiremeyeceğini, kendi amaçları doğrultusunda hedefe yöneltemeyeceğini biliyor. Bu yüzden de enerjisini Türkiye’yle müzakerelerine devam etse bile Türkiye’yi kazanmaya yönelik harcamıyor. Hele hele Suudi Arabistan’da Selman gibi bir kral varken ABD’nin bölgede Suudiler üzerinden yapabileceği çok şey varken… Fakat yine de Suriye oyununda Türkiye’den başka hiçbir aktör ABD için işlevsel ve iş bitirici bir müttefik olmayacaktır. Bu yüzden, Erdoğan-Putin-Ruhani zirvesinde verilen görüntü sonrası ABD’de Türkiye’yi kazanmaya yönelik davranacaktır.

CHP Genel Başkan Yardımcısı Öztürk Yılmaz, S-400 füzelerinin teslim tarihinin ‘şov’ için öne çekildiğini öne sürmüş. Oysa, füze teslim tarihini Türkiye’nin öne çekmesinin çok mantıklı ve zekice iki sebebi olabilir: Birincisi, Türkiye bu üçlü zirvede savunma füze teslimini öne çekerek yukarıda anlatmaya çalıştığım Avrupa’ya ve ABD’ye mesajını çok daha kuvvetli bir şekilde ilan ediyor. İkincisi de potansiyel bir NATO saldırısına ya da niyetine karşı NATO’ya saldırılarına karşı tasarlanmış füze savunma sistemlerini alarak hem fiziken hem de manen elini güçlendiriyor. Her ne kadar böyle bir ihtimal çok uzak görünse de uzun vadede gelecek günler ne getirir bilinmez… Zaten dediğim gibi mesele sadece fiziken bir saldırı olması değil, bunların masada neler değiştirdiği! Doğrusu, CHP’nin aklı başında ve dış politikanın dinamiklerini iyi bilmesi gereken bir teknokrat ismi olmasını beklerdim. Ancak son dönemde bunun gibi yaptığı bazı çıkışlar var ki özü bu değilse, çok çabuk siyasetin sığ alanına ayak uydurmuş izlenimi yarattığını söylemek zorundayım.

Nihayetinde, Türkiye’nin Batı’yla ilişkileri aslında şimdi başlıyor. Fakat Türkiye yaptığı hamlelerle ve samimiyet arayışıyla Avrupa’yı da ABD’yi de köşeye sıkıştırmış görünüyor. Türkiye’nin Rusya’yla yaptığı iş birliği tiyatrodan ibaret olmasa da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın güçlü bir şekilde verdiği mesaj Batı’yla sağlıklı bir şekilde ilişkilerini yürütmek isteyen bir Türkiye’nin ABD ve Avrupa’yla ilişkilerini bambaşka bir seyre oturtacaktır.

Kategoriler
matbuat

Türkiye’nin İhtiyacı

Türkiye’nin bugün ihtiyacı olan üretmek. Ama nasıl üretmek? Son yıllarda Türkiye’de gerçekleşen üretimi geçmişle mukayese etmek olanaksız. Özellikle kendi ayakları üzerinde duran bir ülke olma yolunda ciddi bir kararlılık mevcut. Son yıllarda kazanılan ivmenin esas tetikleyicisi de zaten bu motivasyon. Bugün devlet dijitalleşmede dahi treni kaçırmak istemiyor. Küresel trendleri, iş insanlarının eğilimleri yakinen anlamaya ve bu yönde gereken adımları atmaya çalışıyor. Öte yanda, Türkiye’nin ürettiği şu an bu hâliyle dış dünyaya bağımlı olmamaya, aynı teknolojileri üretebilmeye endeksli görünüyor.

Peki, ihtiyaç olan üretim nasıl bir üretim? Tanzimat’tan bu yana tekniğin coğrafyaya nüfuz etmesiyle birlikte kendimizi hep kaçırılmış trenin yolcuları olarak hissettik. Sultan Hamid’in mayasını oluşturduğu teknik ve kalkınma temelli anlayış on yıllar boyu aktarılarak Türkiye’de merkez sağın halkın gönlünde yer bulduğu uzun bir hikâyeye nefes verdi. Bu hikâye kaçırılan treni yakalamak üzere on yıllarca devam etti. Tekniğe meftun olan idâreler gerçekleştirdiği icraatlarla Türkiye gerçeği ortalamasını değiştirmeyi başarabildi. Şüphesiz bunun son ve en başarılı örneği Ak Parti oldu. Ancak ilk soru hâlâ bâki: Bizim nasıl bir üretime ihtiyacımız var?

Bugün, başarılı olduğumuz alan bize ait olmayan paradigma içerisinde iyi bir şekilde üretim yapmaktan ibaret. Bu modelin en başarılı örneğini Çin gerçekleştiriyor. Rusya, küresel dünyanın dinamikleri karşısında ayrıksı bir pozisyonda. Son dönemlerde Rusya da esasında pek tekniğin dünyasının vaat ettiği hayata karşı pek direnemiyor. Her ne kadar kalıtsal özelliklerini taşısa da gün geçtikçe kendi meşrebince bu dünyaya uyum sağlayan bir Rusya ortaya çıkıyor. Ancak Rusya’nın ayrıksı pozisyonu yerine başka bir paradigma ikâme edebildiği bir düzlemde değil. Bunu Sovyetler döneminde yapmıştı ve dünyaya kafa tutuyordu. Fakat Sovyetler’de üretilen alternatif paradigma insanlığa mevcut paradigmadan daha fazlasını vaat edemediğinden başarılı olamadı.

Türkiye’de kavramsal özgünlüğü sağlamak mecburiyetindeyiz. Yaptığımız üretim küresel trendleri takip ederek gerçekleşmeli fakat kaliteli üretim yalnızca ürettiğimiz şeyin nitelikleriyle sınırlı olmamalı. Gerçekten üretmek, olmayanı üretmektir. Üretilen ürün ya da fikir insanların hayatlarını değiştirebildiği ölçüde hakiki bir üretimdir. Tekniğin dünyası kapitalist değerleri vaat ederek ve insan nefsine seslenerek bunu iki yüz yıl evvel başardı. Osmanlılar’ın alışkın olduğu sistem, değerler dünyası, toplumun hayat anlayışı bu değildi. Tabii olarak 19. yüzyılın başından itibaren dönüşen dünya karşısında da tüm çabalara rağmen sudan çıkmış balığa döndük. Zamanla suyun dışında nefes almayı da öğrendik fakat biliyoruz ki ait olduğumuz yer deniz derya. Hâlen bunun sıkıntısını çekiyoruz.

Evet, yerli ve milli. Fakat her iki kavram da üzerinde o kadar düşünülmeye muhtaç ki… Paradigmasız yerlileşme sağlamak mümkün değil. Geçmişte sahip olunan paradigmayı bugünün teknik dünyasıyla uzlaştırmaya çalışarak da bunu yapamayız. Kısacası, dünyaya bir paradigma ve söylem vaat etmek zorundayız. Dış politikada Türkiye’nin son dönemde geliştirdiği söylemin kişilerden ve aktörlerden bağımsız kavramsal temelleri olmalı. O temeller âdeta pişerek söylemi var etmeli. Üstelik, Türkiye’nin ihtiyacı yalnızca kendi meşruiyetini belirleyen değil, başta Batı olmak üzere farklı coğrafyaları da hareket geçirebilecek bir paradigmayı üretebilmek.

YAŞARKEN KIYMETİ BİLİNMEYENLER

Malûm, Meclis son haftalarda iki cenaze için devlet törenine ev sahipliği yaptı. Yeni Şafak‘tan Kemal Öztürk, “Öldükten Sonra Kıymetini Bilsek Ne Fayda” diye yazmış. Hakikaten de öyle. Hırslarımız ve özgüven eksikliğimiz, geçmişi, özellikle de kendimize yakın geçmişi çiğneyerek kendi yaptıklarımızın daha çok parlayacağı gibi bir boş inanca sebep oluyor. Hâlbuki şahsiyetli, kendini bilen ve akıllı insan böyle yapmaz, buna ihtiyaç da duymaz.

Kategoriler
matbuat

Türkiye Nerede Duruyor?

Geçen hafta yarım kalan yerden Türkiye’yi konuşmalıyız. Son yıllarda, küresel dünya siyaseti yeniden Soğuk Savaş dinamiklerine dönmenin işareti gibi gören bambaşka bir dönüşüm içerisinde. Ancak elbette bu dönüş geçmişi olduğu gibi geri getirmek değil. Bugün, geçmişten farklı olarak Transatlantik hattındaki kırılmadan, hegemonyası sorgulanan Amerika Birleşik Devletleri’nden, özgüvenini kaybetmiş bir Avrupa Birliği’nden söz ediyoruz. Dolayısıyla,

Bütün bunların konuşulabiliyor olması bile Avrasya’nın ve Doğu’nun nüfuz alanını söylem düzleminde ne denli güçlendirmeyi başardığını esasında gösteriyor. Rusya’nın entelektüel ve derin beyinlerinden Aleksandr Dugin’in geçtiğimiz hafta verdiği mülâkatında “artık çok kutuplu bir dünyaya giriyoruz ve kutupların dengesi tamamen değişti” dedi. Çok kutuplu güç dengeleri geriye dönüşün hem kendisini var ediyor hem de Soğuk Savaş’tan farklılığını oluşturuyor. Yani, Doğu’nun tekrar güçlenmesi ve ABD’nin siyasi ve iktisadi tekelliğinin ciddi ölçüde zayıflamasıyla bir taraftan haritalar kırmızı-mavi ayrımına gebeyken, diğer taraftan da yeri geldiğinde Rusya ve ABD’nin politikalarına da çomak sokan bölgesel aktörler var. Bunun manası şu: Son 100 yıla kıyasla bugünün küresel dünyası hiç olmadığı kadar koalisyonlara gebe.

Türkiye, kısa bir süredir küresel dengelerin bu dönüşümü karşısında müzâkere eden, tartan ve bu çerçevede bildiğini yapan bir bölgesel güç konumunda. Şüphe yok ki bunun oluşmasında hâlen bir ölçüde devam eden Batı’yla karşı karşıya gelme ve farklı düşünme durumunun etkisi var. Bu süreçte, Türkiye belki zaman zaman tartışıldığı gibi Avrasya eksenine kayan bir ülke olmadı. Ancak tarihsel ve kültürel özellikleriyle Doğu’ya ne denli kolay bir şekilde uzanabildiğini ve oradan da beslenebildiğini Avrupa’ya ve ABD’ye göstermiş oldu. Bu coğrafyanın yaklaşık 600 senedir Batı’yla münasebeti var. 1800’lerden bu yana Avrupa’yla süregelen ilişki tedricen dozu artarak eşitler ilişkisi olmaktan uzaklaştı.

Avrupa Birliği AB Genişlemeden Sorumlu Eski Komiseri Günter Verheugen, katıldığı bir konferansta, “Bazı güçler Türkiye’yi Avrupa’dan dışlamaya çalışıyor. Türkiye’yi oyuna getiriyorlar. Ben Türk dostlarıma sakın bu tuzağa düşmeyin çağrısında bulunuyorum. Zaman değişecek” diye uyardı. İki üç sene evvel Avrupa’yla ilk krizler doğduğunda durum bu değildi, fakat şu an Türkiye, Verheugen’in uyarısının farkında bir bilinçle hareket ediyor. Bu bilinçten ötürü Türkiye’nin Batı’ya yönelişleri ve Batı’yla kurduğu ilişkiler bundan 10 sene öncesinden çok daha farklı ve eşit bir zeminde ilerliyor. Dolayısıyla, Türkiye’nin bugün uluslararası alanda herhangi bir lokomotif arayışı olmadığını ve muhataplarıyla eşitler arası bir ilişki kurduğunu düşünüyorum. Türkiye, ne Doğu’ya ne Batı’ya kayıyor. Gerektiği zaman icap ettiği yöne doğru ilerliyor. Bir tür II. Abdülhamid’in denge siyaseti, yani. Bu doğru mu? İlkeli mi? Çokça kritik edilebilir, ediliyor da. Tek parti döneminde de denge siyaseti kullanışlı bir enstrümandı fakat Cumhuriyet Türkiyesi daha uzun erimli politikalara alışkın. Bu sebepten ötürü birçok kimsede bocalama oluyor. Makro dünyada önemli olan lehine ve aleyhine olanların farkında olarak oyunda oynayan bir aktör olmak değil mi?

Kategoriler
matbuat

Dünya Nereye Gidiyor?

Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Cemil Ertem, Milliyet’teki köşesinde bir süredir yazdığı yazılarla ‘dünyanın nereye gittiği’ ve ‘yeni dünyanın dinamiklerinin neler olacağı’ soruları etrafında dolaşarak birtakım sorgulamalar yapıyor ve senaryolar çiziyor. Soğuk Savaş terminolojisiyle ifade edilecek olursa, yakın ve orta gelecekte küresel dünyanın ‘kızarmaya’ mı, ‘mavileşmeye’ mi daha meyilli olduğuna yönelik iktisat temelli spekülasyonlar yapıyor.

Klasik Amerikan siyasal hegemonyasının artık fazlasıyla sarsıldığı, Avrupa Birliği’nin artık kendi içerisinde ‘iyi niyet’ konsorsiyumunun ötesine geçemediği, Çin’in siyasi, iktisadi ve en önemlisi de kültürel olarak yükselen bir değer hâline geldiği, Rusya-Çin-İran işbirliğinin çok daha işlevsel ve etkili olduğu; kısacası Avrupa karşısında Avrasya’nın kendini gösterdiği küresel siyaset sahnesinde, bu soruşturmalar pekâlâ anlamlı bir soru olarak karşımızda duruyor.

Dünyanın nereye gittiği sorusunu cevaplandırabilmek için öncelikle Batı’nın dinamiklerini anlamak gerekiyor. Amerika Birleşik Devletleri’ni Avrupa’nın Frankeştayn’ı olarak nitelemenin doğru olduğunu düşünüyorum. Bunun bazı sebepleri var. Türkiye merkezli dünyaya bakıldığında ‘Batı’ denildiğinde akla gelenin ABD, İngiltere ve Kıta Avrupası olması tesadüf değil. Coğrafi olarak ne Türkiye’ye göre ne de birbirlerine göre pek de batıya düşmeyen bu üç kültür merkezinin aynı kazanda kaynaması tarihsel bir aktarım sürecinden kaynaklanıyor. Bu ilişkiler ağı aslında zımnî olarak bilinen durumlar ve toplumsal tepkilerimizi de arkaplanda belirliyor.

Avrupa ile ABD arasında ciddi bir sahicilik/yapaylık farkı var. Orta Çağ sefilliğini görmüş, Rönesans bereketiyle zenginleşmiş, diktatörlüklerin ve iki dünya savaşının travmasını yaşamış Avrupa karşısında, ABD’nin kurduğu devlet ve değer sistemi kâğıttan bir imparatorluktan ibaret. Tıpkı Frankeştayn’ın hikâyesinde olduğu gibi Avrupa’nın aydınlanmacı ve ilerlemeci aklı nihayetinde kendisini ‘ihtiyar baba’ya dönüştürecek yeni bir organizmaya can verdi. Önce, 19. yüzyıl sonunda Avrupa’nın aydınlanma birikimi ABD kültür ve değer sistemine iktibas edildi, ardından 1944’de Bretton Woods hadisesi ABD ekonomisinin zirveye ulaşmasına sebep oldu ve Soğuk Savaş sonrasında ABD’nin küresel liderliğinin uzun yıllar devam edileceği sanılıyordu. Fakat hiçbir yapısal kökü olmayan bu düzenin yapaylığı görüldüğünden dolayı ABD sistemi iflasın eşiğinde.

Buna mukabil, Mao’dan sonra Deng Xiaoping’in Çin’e getirdiği yeni kapitalizm yorumunun (ya da sosyalizm yorumu demek de mümkün) son yıllarda teknoloji temelinde fikir ve inovasyona da dönüşmesi, Çin’i nitelikli bir güç hâline getirdi. Diğer taraftan, Rusya, sıcak denizlere inerek Akdeniz’de varlık gösterme amacına bugün hiç olmadığı kadar yakın.Öyleyse, dünyanın ‘kızarmaya’ doğru gittiğini, tıpkı eski günlerdeki gibi bir Doğu Bloğu’nun yeniden var olmaya başladığını söyleyebilir miyiz? Madalyonun tek bir yüzü yok ve bu iddia fazla cüretkâr olacaktır. Öte yandan, bütün bu hikâye içerisinde bizi en çok ilgilendiren Türkiye’nin nerede durduğu ve nereye gideceği.Öyle görülüyor ki bu konu biraz daha devam edecek.