Kategoriler
matbuat

Amerikan Hegemonyası

1945 yılı sosyal bilimlerin gidişatı açısından birçok cihetten önemli bir kırılmaydı. İkinci Dünya Harbi yaşanmaktaydı ve dünyada sosyal bilimlerin araştırma sahasının çok ötesinde siyasal egemenlik intelijansiyanın ve akademinin ilgi alanlarında belirleyici bir durumdaydı.

Üniversiteler özelinde 1945 yılından sonra gerçekleşen en önemli akademik yenilik, entelektüel çalışmayı gruplamak amacıyla kullanılan yeni bir kurumsal kategori olarak bölge araştırmalarının başlamasıdır. Bölge araştırmaların kaynağı olan ‘bölge’yi şu şekilde tanımlamak mümkün: “Bölge, kendi içinde kültür, tarih ve çoğu zaman dil yönünden belirli bir bütünlük arz ettiği düşünülen geniş bir coğrafi alandır.” Üniversitelerdeki çalışmalarda bölge araştırmaları yaklaşımı dünyanın her kıtasına yayılmıştır.

Bölge araştırmaları yapısı gereği ‘çok disiplinli’ bir araştırma yaklaşımını benimsemiştir. Ancak en önemlisi bölge araştırmalarının yaygınlaşmasında siyasal bir motivasyonun olmasıdır. ABD, dünya çapındaki kazandığı yeni siyasal rol bağlamında farklı bölgeler hakkında malumata ihtiyaç duyuyordu. ABD’nin İkinci Dünya Harbi sonrasında gelişen politik gelişmelerle siyasal bakımdan etkin olmaya başlamasından itibaren farklı bölgelerin gerçekleri ve gerçeklikleri hakkında edindiği bu malumat ABD için kritikti. Farklı lokal bölgeler için uzmana ihtiyacı vardı ve üniversiteler kümülatif bilgi değil, lokalize olmuş yerel bilgiler üretmeliydi. Aynı zamanda, bu yerelleşme ve lokalizasyonun kapitalist ekonominin de yaygınlaşma yaklaşımlarından biri olduğunu söyleyebiliriz. Kapitalizm fikri, kendisi evrensel olsa da her fırsatta kendini bölgelere göre yerelleştirerek/lokalize ederek kendine varlık alanı bulmuştur.

1945 sonrası dönemde, özellikle de 1960’lı yıllara gelindiğinde tarih ve sosyal bilimler arasında yakın bir iş birliği ve hatta kaynaşma olması dikkate değerdir. Gerçekten de sosyal bilim çalışmaları arasında modern dönemde tarih disiplini üzerine yapılmış çalışmalar öne çıkmıştır. Burada şunu da belirtelim: Tarihçiler, bu modern dönemde, daha çok geçmişin siyasetini incelemeyi tercih etmişlerdir. Ekonomik ve sosyal tarih arka planda kalmıştır. Halbuki, ekonomik ve sosyal tarih incelenmek için daha fazla ilgiyi hak ediyordu. Rahmetli Halil İnalcık’ın tarih çalışmalarında geçmişin siyasetini incelemekten ziyade ekonomik ve sosyal tarih yaptığının da şerhini buraya düşelim.

Bu kitapta, sosyal bilimler çalışmaları üzerindeki değerlendirmelere yönelik olarak modernleşme teorilerinin/anlatılarının dikkatimi çektiğini belirteyim. 1945 sonrasında modernleşme literatürü, sosyal bilimlerin geçmiş tartışmalarının ötesine geçerek kendisine yeni bir yer edinmiştir. Teori, bütün ulusların/halkların/bölgelerin aynı modernleşme yolundan geçtiğini ancak tarihin belirli bir anında ulusların/halkların/bölgelerin kendilerini bu yolun farklı aşamalarında bulduklarını söylüyordu. Yani, modernleşme tecrübesi yaşayan dünya milletleri/enstiteleri hem aynıydılar hem de birbirinden farklılaşmıştılar. Gerçekten de modernleşme tecrübeleri dünya uluslarında tektipleştirici bir hissiyatbırakmıştır. Şüphesiz, bu yaklaşımın Batı ve Avrupa eksenli bir medeniyet tarihi okuma ve anlamlandırma olduğu açıktır. Alternatif tarih yaklaşımı olarak modernleşme tecrübelerinin daha çok-sesli algılanabileceği bir yatay eksenli tarih anlayışı da Batı ve Avrupa eksenli okumaya karşı gelişmiştir.

İkinci Dünya harbi sonrasında Amerika hegemonyasının bir neticesi de elbette ekonomiktir. Savaşı izleyen yıllarda Keynesyen düşüncenin egemenliği altında ‘makro-iktisada’ yönelik ilgi artmış ve siyaset bilimiyle iktisadı birbirinden ayıran çizgi belirsizleşmiştir. Siyasal ve iktisadi açıdan beynelmilel politikalar henüz neoliberalleşmemiştir ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında Soğuk Savaş yaşanacak olmasına rağmen Amerikan hegemonyası zihniyet olarak başlamıştır.

Modern dönemde sosyal bilimler çalışmaları arasında en dikkat çekici unsurlardan birisi geçmişe kıyasla sosyal bilimcilerin entelektüel çalışmalarının çok-disiplinli olmaya başlamasıdır. Çok-disiplinliği, sosyal bilim çalışmalarının karşılaştığı problemlere ve disiplinlerin formasyonlarına entelektüel bir itiraz olarak görmek gerekir. Yani, sosyal bilimci, çalışması daha esnek şartlarda gerçekleştirebilmek için çok-disiplinliğe başvurmuştur. Klasik üniversite anlayışının ve eski Avrupa dogmatik üniversite yapısının çok ötesinde artık modern bir üniversite vardır ve sosyal bilim çalışmalarını bambaşka bir esneklik ve çok seslilik ile yazmak istemektedir. Modern dönem, her ne kadar devletlerin siyasal ve iktisadi menfaatlerine göre şekillenmiş olsa da üniversitelerde yeni bir sosyal bilimlerin imkânını da beraberinde getirmiştir.

Sosyal bilimlerin yeni dünyasında yeni olan bir husus da şuydu: Edebiyat araştırmacıları ‘teori’ kavramından söz etmeye başladılar. Halbuki, eskiden edebiyat ‘teori’ kabul etmez kendisine özgü bambaşka bir mütehassıslık alanıydı. Her ne kadar ‘demokratik’ olursa olsunlar, – modern yapmacık kurgulardan önce, edebiyat başlı başına bir ‘anlatı’ sanatıydı.

Şu tespitle yazıyı nihayete erdirelim: 0n dokuzuncu yüzyılda, yani 1800’lü yıllarda sosyal bilimler açısından gösterilen çabalar Avrupa-merkezciydi ve bu hiç de şaşırtıcı değildi. Gulbenkian Komisyonu’nun raporunda belirtildiği üzere, o dönemin Avrupası kendini kültürel açıdan üstün görüyordu ve birçok açıdan öte dünyaya kıyasla gerçekten üstündü de. Avrupa hem siyasal hem de iktisadi açıdan dünyayı fethetmişti. Teknolojik başarılar bu fethin önemli bir unsuruydu ve ileri teknolojiyi daha ileri bir bilime, daha üstün bir dünya görüşüne bağlamak mantıklı görünüyordu.

İşte, tam da burada kısa bir şerh düşmeli: 1945 yılından sonra ya da İkinci Dünya Harbi’nden sonra Avrupa-merkezci düşünce ve yaklaşımlar hâlen devam etmesine karşın siyasal, iktisadi ve kültürel iktidar Amerikan hegemonyasına geçmiştir.Artık, sahnede yalnızca 1990’lara, Berlin Duvarı’nın yıkılmasına kadar sürece SSCB ve ABD çatışması kalmıştır. Yani, tam teşekküllü bir Amerikan hegemonyasının bir önceki safhasına geçilmiştir. Avrupa üniversiteleri sosyal bilimler açısından ne denli tarihsel köklere sahip olsalar da zaman içerisinde Amerikan üniversitelerinin gerisinde kalacağı bir süreç başlamıştır artık.

Kategoriler
matbuat

Paradigma Şart

Ben ‘paradigma’ demeyi tercih ediyorum. Fakat ‘eksen’ şeklinde telaffuz edildiği de vâkîdir. Kelime olarak ‘paradigma’ belki dışarıdan besleniyor ancak Soğuk Savaş dünyasının literatüründeki ‘eksen’e kıyasla daha kuşatıcı, fikirden beslenen ve ne idüğü belirlenebilir bir imkân sunuyor. Öte yandan, kelimenin ithalatından ötürü daha en baştan vazifesinin işleviyle de çelişiyor gibi görünüyor.

Aslında olay yeni değil. Türkiye’nin Batı dünyasına karşı şahsiyetli ve gerektiğinde ‘hayır’ demeyi bilen tutumunun iyiden iyiye görünür hâle geldiği dört beş yıldan beri en kritik, geleceğe dair iyisiyle kotüsüyle belirleyici olacak gizli gündemi. Fakat muhafazakâr cenahtaki zihinlerce üst perdeden telaffuz edilmeye başlanması yeni. 15 Temmuz darbe girişiminden itibaren hiç akıldan çıkarılmayan, gerektiğinde kısık sesle de olsa dile getirilmekten kaçılmayan bu mesele uluslararası siyasetin son birkaç aylık gelişmelerinden ve iç siyasette doygunluğa yavaş yavaş ulaşıyor olmasından sonra çok daha görünür ve açık bir şekilde tartışılacak. Muhafazakâr çevrelerin üstünde kafa yorduğu esas meselesi olacak. Benim için ise uzun zamandır dönüp dolaşıp geldiğim, zihin mesaisi harcadığım bir soru.

Mesele, Türkiye’nin kendi paradigmasını belirleyebilmesi. Küresel eksenler arasında sağa sola savrulmadan, Türkiye’nin kendi dinamiklerine özgü bir çizgi tutturması gerekiyor. Ayrıca, bu özgün paradigmanın dünyaya vaat edebileceği yeni bir şeyler olması da şart. Dünyaya bir şey söylemeden, farklı coğrafyalara sirayet etmeden böylesi bir paradigma hayat bulamaz.

Son dönemde, ABD’nin ve Avrupa ülkelerinin ikircikli tavırları ve buna mukabil Putin’in son derece makul tavrı Türkiye’de bir kısım kişilerin Türkiye’nin geleceğinin Rusya’yla sıkı ilişkilerden geçtiğini bolca ifade etmesine yol açtı. Artık herkes pek aşinadır, emperyalist dünyaya karşı Avrasya’nın gücünden ve tek çare olduğundan heyecanla bahsedilen ifadeler… Bu tarafta, eksen tartışmasının açılmasına gerek dahi duyulmuyor. Madalyonun öte yüzünde eksen tartışmasını yapanlar var ve ekseriyetle Türkiye’nin son dönemdeki Rus yakınlaşmasından rahatsız. Batı’yla kurulan ilişkilere kıyasla Türkiye’nin Avrasya blokuna sıkıştırılmasının tehlikeli olduğunu düşünenler de var.

Esas olan Türkiye’nin kendi paradigmasını ıstırabını çeke çeke oluşturmasıdır dedik. Başka yol var mı? İştahla Türkiye’nin bekâsını Avrasya’da ya da Avrasyacılık’ta görenler, Avrasya’nın, daha da özelde Rusya ve Çin’in emperyalizmini görmüyorlar mı? Yahut görseler de ikrârı işlerine mi gelmiyor? Evet, Türkiye’nin Batı’dan gelen alışılageldik, sır olmayan ve 15 Temmuz darbe girişimiyle birlikte de zirve yapan saldırılarına karşı Rusya, Türkiye’nin direncine takviye yaptı. İcâp ettiği zaman kurtarıcı rol üstlendi. Muhakkak ki kurtarıcılığa soyunmasının temelinde Türkiye’yi Batı’ya nispet yaparcasına kendi yanına çekmesi var. Batı mandacılığı olduğu gibi pek âlâ Rus mandacılığı da mümkün. Fakat Türkiye en başından itibaren bu durumun farkında olarak dikkatli, samimi ve herkesin kendi yerini bileceği bir ilişki tesis etmeye çalıştı ve bunu da başarmış gözüküyor.

Bugün, Türkiye’yi yönetenlerin, ekseriyetle klasik merkez sağ tanımlamasının karşılığında duran fikri ve kültürel entelijansiyanın (bu kelimeyi galiba kullanabiliriz) Avrasya eksenini bir atlama ve vakit kazanma hamlesi olarak kullanarak Türkiye’ye özgü bir eksenin gelişmesi yönünde bir çaba ve umut içinde olduğunun emarelerini görüyorum. Ben de tam da böyle olması gerektiğini düşünüyorum. Ancak bu kolay değil; ıstıraplı ve on yıllara muhtaç. Batı, eksenini kapitalizme borçlu. Rusya ise yine kapitalizmin karşısındaki en büyük reaksiyonist fikre… Dolayısıyla, mesele ‘eksen’ değil, yerli bir paradigma olmalıdır. Esas olan görüntüde değil, özünde yerli olmasıdır. Özü sağlam olduktan sonra görüntünün bize yabancı olması mesele olmamalıdır.

Not: Geçen haftaki yazıda Suudi Arabistan bahsinde geçen “Kral Selman” yanlış değil. Fakat kastedilen veliaht prens Selman. Dikkatten kaçmış, düzeltelim.

Kategoriler
matbuat

Batı’yla İlişkiler Şimdi Başlıyor

Türkiye tarihinde uzun yıllarca şahit olunmayan ilginç zamanlardan geçiyoruz. Bu zamanları tanımlamak için sıfat çok. Elbette, ilişkiler şimdi başlıyor derken içinde ironisini de taşıyan bir durumu ifade etmek istiyoruz.

Son olarak Rusya Devlet Başkanı Putin’in ve İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin gelmesiyle Cumhurbaşkanı Erdoğan, bir yandan bölgenin geleceğine yönelik ortak kararlar ve ülke içindeki projelerle alakalı hâlihazırda devam eden iş birliğini bir üst perdeye taşıdı. Öte yandan, Erdoğan-Putin-Ruhani üçlüsünün Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nden verdiği fotoğrafla Avrupa’ya ve ABD’ye kallavi bir fotoğraf daha verilmiş oldu.

Avrupa, son yıllarda ortaya koyduğu tavırlarla Türkiye’yi hizaya getirebileceği fikrindeydi. Özellikle de Almanya, Avrupa’nın aklı konumunda. Dün, Türkiye’ye karşı pozisyonu açık bir şekilde ilk belirleyen ülke olduğu gibi bugün de henüz somut bir eyleme geçmiş olmasa da Türkiye’yi anladığını dile getirme konusunda önde geliyor. Mesela, geçtiğimiz günlerde Almanya’nın Ankara Büyükelçisi Martin Erdman, Türkiye için Çin, Rusya gibi alternatiflerin olduğunu söylemenin fantaziden ibaret olduğunu ve Türkiye ile Avrupa ekonomilerinin iç içe olduğunu söyleyerek Türkiye ve Almanya’nın vazgeçilmez bir partner olduğunusöyledi.

Birebir aynı durumdan bahsetmek tam olarak mümkün olmasa da Avrupa’ya verilen mesajın bir benzerinin ABD’ye gittiği de aşikâr. Fakat Batı dünyası dediğimizde yekpâre homojen bir yapıdan bahsetmiyoruz. Dolayısıyla ABD ile Avrupa’yı eş değer tutmak mümkün değil. Evet, ABD’ye de gelecek ilişkilere dönük önemli bir mesaj verilmiş oldu. Fakat ABD’ye kıyasla ben Avrupa’nın Türkiye’yi kaybetme, hele hele Rusya saflarında görmeyle alakalı olarak çok daha endişeli ve hassas olduğunu düşünüyorum. ABD, kağıt üzerinde Türkiye’nin yıllardır stratejik ortağı olan bir müttefiki. Fakat ABD’nin son 4-5 yıldaki davranışlarına baktığımızda ABD’nin Ortadoğu’da, Körfez’de en sadık ve kullanışlı ortağının Suudiler olduğu da görülüyor. Bence, ABD Türkiye’yi birtakım yaptırımlarla hizaya getiremeyeceğini, kendi amaçları doğrultusunda hedefe yöneltemeyeceğini biliyor. Bu yüzden de enerjisini Türkiye’yle müzakerelerine devam etse bile Türkiye’yi kazanmaya yönelik harcamıyor. Hele hele Suudi Arabistan’da Selman gibi bir kral varken ABD’nin bölgede Suudiler üzerinden yapabileceği çok şey varken… Fakat yine de Suriye oyununda Türkiye’den başka hiçbir aktör ABD için işlevsel ve iş bitirici bir müttefik olmayacaktır. Bu yüzden, Erdoğan-Putin-Ruhani zirvesinde verilen görüntü sonrası ABD’de Türkiye’yi kazanmaya yönelik davranacaktır.

CHP Genel Başkan Yardımcısı Öztürk Yılmaz, S-400 füzelerinin teslim tarihinin ‘şov’ için öne çekildiğini öne sürmüş. Oysa, füze teslim tarihini Türkiye’nin öne çekmesinin çok mantıklı ve zekice iki sebebi olabilir: Birincisi, Türkiye bu üçlü zirvede savunma füze teslimini öne çekerek yukarıda anlatmaya çalıştığım Avrupa’ya ve ABD’ye mesajını çok daha kuvvetli bir şekilde ilan ediyor. İkincisi de potansiyel bir NATO saldırısına ya da niyetine karşı NATO’ya saldırılarına karşı tasarlanmış füze savunma sistemlerini alarak hem fiziken hem de manen elini güçlendiriyor. Her ne kadar böyle bir ihtimal çok uzak görünse de uzun vadede gelecek günler ne getirir bilinmez… Zaten dediğim gibi mesele sadece fiziken bir saldırı olması değil, bunların masada neler değiştirdiği! Doğrusu, CHP’nin aklı başında ve dış politikanın dinamiklerini iyi bilmesi gereken bir teknokrat ismi olmasını beklerdim. Ancak son dönemde bunun gibi yaptığı bazı çıkışlar var ki özü bu değilse, çok çabuk siyasetin sığ alanına ayak uydurmuş izlenimi yarattığını söylemek zorundayım.

Nihayetinde, Türkiye’nin Batı’yla ilişkileri aslında şimdi başlıyor. Fakat Türkiye yaptığı hamlelerle ve samimiyet arayışıyla Avrupa’yı da ABD’yi de köşeye sıkıştırmış görünüyor. Türkiye’nin Rusya’yla yaptığı iş birliği tiyatrodan ibaret olmasa da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın güçlü bir şekilde verdiği mesaj Batı’yla sağlıklı bir şekilde ilişkilerini yürütmek isteyen bir Türkiye’nin ABD ve Avrupa’yla ilişkilerini bambaşka bir seyre oturtacaktır.

Kategoriler
matbuat

Zeytin Dalı Amacına Ulaşabilir mi?

Türkiye, Zeytin Dalı Harekâtı’na başlarken Rusya’yla üstü kapalı bir ittifak içerisinde hareket etti. Zeytin Dalı Harekâtı’nın ilk başladığında amacı Türkiye’nin 911 kilometrelik Suriye sınırında güvenliğini sağlamak için PKK/PYD etkisini yok etmek, Suriye’nin kuzeyinden Doğu Akdeniz’e ulaşması planlanan olası bir terör koridorunu önlemek ve Suriye’nin toprak bütünlüğüne katkı sağlamak olarak görülüyordu. Fakat Türkiye’nin Suriye topraklarında yapacağı girişimler ABD’nin bölge çıkarlarına ters düşüyordu.

Emekli tuğgeneral, İstanbul Aydın Üniversitesi öğretim üyesi Naim Babüroğlu, Afrin sonrası Doğu Fırat’ta her geçen gün güçlendirilen PYD hâkimiyeti zayıflatılmadıkça Zeytin Dalı Harekâtı’nın gerçek amacına ulaşmayacağını söylüyor. Bölgeyi iyi bilen birçok kimsenin de genel kanaati bu yönde.

Türkiye’nin Fırat’ın doğusuna müdahale edebilmesi ve buradan sonuç alabilmesi ise kolay görünmüyor. Ya Rusya’nın açık desteğiyle Rusya’ya güvenerek ve ABD’yi sert bir şekilde karşısına alarak Fırat’ın doğusuna yeni bir harekât planlayacak ve Doğu Fırat’ta oluşturulmak istenen PYD/YPG koridoru kırılacak… Böylece bölgede ABD’nin ve İsrail’in nihai amacı olan bölgeyi paramparça etme planı son bulmuş olacak. Ya da Türkiye’nin ABD’yle yaptığı müzakereler uzlaşıyla son bulacak ve uzun yıllardır bölgede yavaş yavaş küçük hamlelerle ilerleyen ABD ve İsrail stratejisi devam edecek fakat ABD de son kertede uzun soluklu bir Ortadoğu projesinde istediğini alamamış olacak.

ABD, Türkiye’yi ikna etmek istiyor. Fakat ikna etmesi için ‘kadim’ emellerinden vazgeçmesi gerek. Bu saatten sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan ülkenin başında oldukça Türkiye’nin ABD’nin bu taleplerini kabul etmesi mümkün değil. Çünkü ortada yapısal bir çıkar çatışması var. Türkiye’nin uzun vadede menfaati ve geleceği ABD’nin uygulamak istediği İsrail stratejisiyle ters düşüyor. Uzun yılların NATO ve ABD müttefiki Türkiye’nin Rusya’ya yakınlaşması zaten muhatabının bu samimiyetsizliği yüzünden. Fakat Rusya Türkiye’ye ne kadar güven verebilecek? Türkiye, Rusya ve İran’ın ülkelerin toprak bütünlüğünden yana yaklaşımları bölgede ittifak yapmak için önemli bir ortak payda ancak Rusya’nın PYD ve YPG’ye karşı tavrı ABD’den bile felaket derecede iyimser! 

Üst düzey bir Amerikalı yetkili tarafından oldukça çarpıcı bir iddia dile getirildi: ABD, Münbiç’ten YPG’lilerin çekilmesini sağlayacak ve bundan böyle PYD ile siyasi ve YPG ile de askeri boyutta ABD’nin müttefiki olmayacak. Henüz iddia düzeyinde de olsa buraya doğru bir gidiş var. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise Afrika turunun üçüncü ziyareti Senagal’de yaptığı açıklamada, Tillerson’ın “Münbiç’in yarısında güvenlik sizde, yarısında bizde olsun” dediğini söyleyerek Türkiye’nin bu noktada tavrının Münbiç’in oranın gerçek sakinlerinin elinde olması yönünde olduğunu belirtti. Zeytin Dalı Harekâtı’nın da zaten Türkiye’nin sınır güvenliğinin sağlanması haricindeki en önemli amaçlarından birisi bu.Her ne kadar Türkiye’nin ‘yeni yaklaşımlarıyla’ ABD’nin bölge projesi birbiriyle tamamen ters düşse de Rusya Türkiye’ye açık bir güven ve samimiyet veremedikçe Türkiye de ABD de nihai amaçlarının kısa vadede sert kırılmalarla çatışması yerine, bir uzlaşmayla askıda kalmasını tercih edecektir.

Kategoriler
matbuat

Türklerin Batı Aşkı

Başbakan Binali Yıldırım Cuma günü Almanya’daydı. Uçakta yalnızca Türkiye’nin Almanya’yla olan ilişkisine dair değil, aynı zamanda içeride ve dışarıda yakın gelecekte Türkiye’nin ne istikamette ilerlemesini arzu ettiğine dair önemli mesajlarla niyet beyan etti. Şansölye Merkel’le yaptığı görüşme belki kusursuz geçmedi fakat ilişkilerin yeni bir raya oturması için yeni bir istikametin ilk adımı atılmış gibi görünüyor. ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’la Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın görüşmesinin bir hayli uzun sürmüş olması da Türkiye’nin samimiyet ve güven şartıyla Batılı müttefikleriyle yakın çalışmak istediğini gösteriyor.

Keza, bu yazının yazıldığı sıralarda, Türkiye’nin ABD’ye Münbiç’te beraber çalışalım teklifi ve ABD’nin de artık birlikte hareket edileceğini söylemesi açıkça bunu gösteriyor. Başbakan Yıldırım’ın Almanya ziyareti daha bitmemişken tutuklu bulunan Deniz Yücel’in tahliye edilmesi de Türkiye’nin attığı bir adım olmalı. Türkiye’nin ABD ve Almanya temsilinde Avrupa’yla olan ilişkisi belli ki tarihi bir şekilde dönüşmeye başlıyor. Her iki gelişme de seçimlerle dolu 2019 her geçen gün daha da yaklaşırken Türkiye’nin yol alacağı istikamet ve bürüneceği atmosfere dair birtakım ipuçları içeriyor. Şüphesiz, Türkiye’nin Batı dünyasıyla yeniden yakınlaşmasını istemeyenler olacaktır. Birdenbire ilişkilerin kusursuz olması da elbette beklenemez. Fakat yeni bir sürece girildiği aşikâr. 

Şair Cahit Zarifoğlu’nun Kim diyorsa ki batılılarla başımız bir taşta / Cellatlarla aynı kaptan yiyoruzAynı kirli hava satırları bu ülkedeki Batı’ya bel bağlayanların vaziyetini güzel özetler. Fakat bütün bunları anlatırken ne benim derdim kurtuluşu Batı’da olduğunu söylemek olmadığı gibi Türkiye’nin Batı’yla yeniden barışma ve ilişkileri normalleştirme girişimleri de muhtaçlıkla alakalı değil. “Batılılarla başımız bir taşta” olmasa dahi Türkiye’nin uluslararası siyaset dengelerinde nerede konumlandığı iç siyasetin de toplumsal hayatın da ruhuna tesir ediyor.

Bütün bunlar, Türkiye’nin bugüne dek savunduğu pozisyonların karşısına geçmesi anlamına gelmiyor. Türkiye, özellikle 15 Temmuz, FETÖ ve diğer terör meseleleri gibi ‘yerli’ ve ‘milli’ konularda hassasiyetini ve duruşunu koruyor. Öte yandan, belli ki hükümet de toplumda son dönemde bıkkınlık havası olduğunun, insanların kendini yorgun hissettiğinin farkında. Bu vaziyeti değiştirmenin yolunun da biraz sembolik gibi görünse de Batı dünyasıyla küs olmamaktan geçtiği düşünülüyor, belki de. “Türklerin Batı Aşkı” başlığı bu yüzden ironiler taşıyor. Nihayetinde, çok uzun yıllardır farklı suretlere bürünmüş bir Batı münasebetinden bahsediyoruz.

Yalnız bu ‘yeni ilişkilerde’ geçen haftaki yazıda bahsi geçen çok önemli bir fark var: Türkiye’nin Batı dünyasıyla eşitler ilişkisine girmesi, kendini gerçek bir muhatap olarak Batı’ya takdim etmesi.Boşuna ABD’ye ve Avrupa’ya gerek Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan gerek diğer yetkili ağızlardan ‘samimiyet’ çağrısı yapılmıyor. Bakalım, ABD’nin ayak diremekte ısrar ettiği samimiyet testinden Avrupa geçebilecek mi?

Kategoriler
matbuat

Dünya Nereye Gidiyor?

Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Cemil Ertem, Milliyet’teki köşesinde bir süredir yazdığı yazılarla ‘dünyanın nereye gittiği’ ve ‘yeni dünyanın dinamiklerinin neler olacağı’ soruları etrafında dolaşarak birtakım sorgulamalar yapıyor ve senaryolar çiziyor. Soğuk Savaş terminolojisiyle ifade edilecek olursa, yakın ve orta gelecekte küresel dünyanın ‘kızarmaya’ mı, ‘mavileşmeye’ mi daha meyilli olduğuna yönelik iktisat temelli spekülasyonlar yapıyor.

Klasik Amerikan siyasal hegemonyasının artık fazlasıyla sarsıldığı, Avrupa Birliği’nin artık kendi içerisinde ‘iyi niyet’ konsorsiyumunun ötesine geçemediği, Çin’in siyasi, iktisadi ve en önemlisi de kültürel olarak yükselen bir değer hâline geldiği, Rusya-Çin-İran işbirliğinin çok daha işlevsel ve etkili olduğu; kısacası Avrupa karşısında Avrasya’nın kendini gösterdiği küresel siyaset sahnesinde, bu soruşturmalar pekâlâ anlamlı bir soru olarak karşımızda duruyor.

Dünyanın nereye gittiği sorusunu cevaplandırabilmek için öncelikle Batı’nın dinamiklerini anlamak gerekiyor. Amerika Birleşik Devletleri’ni Avrupa’nın Frankeştayn’ı olarak nitelemenin doğru olduğunu düşünüyorum. Bunun bazı sebepleri var. Türkiye merkezli dünyaya bakıldığında ‘Batı’ denildiğinde akla gelenin ABD, İngiltere ve Kıta Avrupası olması tesadüf değil. Coğrafi olarak ne Türkiye’ye göre ne de birbirlerine göre pek de batıya düşmeyen bu üç kültür merkezinin aynı kazanda kaynaması tarihsel bir aktarım sürecinden kaynaklanıyor. Bu ilişkiler ağı aslında zımnî olarak bilinen durumlar ve toplumsal tepkilerimizi de arkaplanda belirliyor.

Avrupa ile ABD arasında ciddi bir sahicilik/yapaylık farkı var. Orta Çağ sefilliğini görmüş, Rönesans bereketiyle zenginleşmiş, diktatörlüklerin ve iki dünya savaşının travmasını yaşamış Avrupa karşısında, ABD’nin kurduğu devlet ve değer sistemi kâğıttan bir imparatorluktan ibaret. Tıpkı Frankeştayn’ın hikâyesinde olduğu gibi Avrupa’nın aydınlanmacı ve ilerlemeci aklı nihayetinde kendisini ‘ihtiyar baba’ya dönüştürecek yeni bir organizmaya can verdi. Önce, 19. yüzyıl sonunda Avrupa’nın aydınlanma birikimi ABD kültür ve değer sistemine iktibas edildi, ardından 1944’de Bretton Woods hadisesi ABD ekonomisinin zirveye ulaşmasına sebep oldu ve Soğuk Savaş sonrasında ABD’nin küresel liderliğinin uzun yıllar devam edileceği sanılıyordu. Fakat hiçbir yapısal kökü olmayan bu düzenin yapaylığı görüldüğünden dolayı ABD sistemi iflasın eşiğinde.

Buna mukabil, Mao’dan sonra Deng Xiaoping’in Çin’e getirdiği yeni kapitalizm yorumunun (ya da sosyalizm yorumu demek de mümkün) son yıllarda teknoloji temelinde fikir ve inovasyona da dönüşmesi, Çin’i nitelikli bir güç hâline getirdi. Diğer taraftan, Rusya, sıcak denizlere inerek Akdeniz’de varlık gösterme amacına bugün hiç olmadığı kadar yakın.Öyleyse, dünyanın ‘kızarmaya’ doğru gittiğini, tıpkı eski günlerdeki gibi bir Doğu Bloğu’nun yeniden var olmaya başladığını söyleyebilir miyiz? Madalyonun tek bir yüzü yok ve bu iddia fazla cüretkâr olacaktır. Öte yandan, bütün bu hikâye içerisinde bizi en çok ilgilendiren Türkiye’nin nerede durduğu ve nereye gideceği.Öyle görülüyor ki bu konu biraz daha devam edecek.