Kategoriler
matbuat

Müstemleke Olmamak

Yirminci yüzyılın başında bütün dünyada imparatorluklar yıkılırken birbirine benzer kendi millî aidiyetlerini geliştirmiş ulus devletlerin kurulması cereyan etti. Hiç şüphesiz, havsalası milletler şemsiyesi olan büyük imparatorluklarda yaşayanlar için ulus devlet realitesi dar, tek tipçi, imparatorlukların kuşatıcılığı ve kapsayıcılığına kıyasla vizyonsuz bir yeni uluslar dünyasıydı. Bu şekilde, imparatorlukların şemsiyesi altında mikro kimlikleriyle yaşayan etnisitelerin ya da milletlerin kendi küçük ve mutlu, perişanlık çekseler dahi kendi ulusları içerisinde yaşamaktan memnun devletleri ortaya çıktı. Bu, 1800’lerin sonlarından itibaren, ekseriyetle de yirminci yüzyılın başında Birinci Dünya Harbi’nin ortaya çıkmasıyla tecessüm eden bir durumdur.
İmparatorluk havsalasıyla düşünüldüğünde ulus devletlerle ülkeyi idâre etmek şovenizme yaslanan ufuksuz bir iştir.
Fakat burada bir soruyu sormak icap ediyor ve bir realiteyi görmek gerekiyor. 1800’lü yıllardan itibaren İngiltere’de başlayan Sanayi Devrimi’nin meyveleri toplanmaya başlanıyor ve Avrupa’da yorgun imparatorluklara iktisadi destek sağlamaya hazır aileler ve bankalar ortaya çıkmıştı. Kısacası, kapitalizm bir ekonomik yöntem olarak artık dünyada sözünü daha fazla geçirmeye başlamıştı. Takip eden yıllarda dünyada egemen bir model olarak ‘serbest piyasa ekonomisi’ hakimiyet kuracaktı.
Yeni kapitalistleşmeye başlayan dünyada Osmanlı İmparatorluğu için tehditlerden birisi de hakimiyeti altında bulunan ve milletler şemsiyesi altında Osmanlıcılık fikriyle yaşayan milletlerin Osmanlı’dan ayrılarak kendi milliyetçi devletlerini kurmak istemeleriydi. Batılı devletler ve Rusya da tabii olarak Osmanlı çatısı altında yaşayan mikro etnisiteleri kendi devletlerini kurmaları için teşvik ediyor ve kışkırtıyordu.
Benzer şekilde, Osmanlı Devleti 1850’li yıllardan itibaren ekonomik olarak resesyona girdi. Takip eden yıllarda Osmanlı Devleti Avrupalı devletlere ve özellikle de Batılı bankerlere borçlu olacaktı. Hatta, birçoğumuzun bildiği gibi bu borçların ödenebilmesi amacıyla II. Abdülhamit saltanatında Düyûn-ı Umûmiye idâresi kurulacak ve Osmanlı İmparatorluğu müstemleke konumuna düşecekti. Yine, benim de lise yıllarında üzerinde araştırma yaptığım Fransız Reji Şirketi de Osmanlı topraklarındaki tütün üretim haklarının devredildiği bir başka müstemleke örneğidir.
Elbette, her ulusun kurtuluş ve bağımsızlık mücadelesini müşterek değerlendirmek gerekir. Ancak Türkiye’de Kurtuluş Mücadelesi özelinde değerlendirmek gerekirse yeni devlet Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu bu topraklarda emperyalist emellere karşı şanlı bir direniştir. Türkiye’de kurulan ulus devleti bu çerçevede değerlendirmek gerekir düşüncesindeyim. Türkiye’deki ulus devlet son kertede imparatorluk bakiyesidir. Tabii olarak, yeni Türkiye’nin üniter devleti tıpkı başka ulus devletlerde olduğu gibi birtakım ritüellerle ve törenlerle kendini var etmiştir. Ancak yeni devlet Türkiye’de gittikçe kapitalistleşmeye başlayan emperyal dünyaya karşı kendi özgürlüğünün ve bağımsızlığının inkişaf ettiği bir teminat olmuştur. Türkiye Büyük Millet Meclisi de şüphesiz bu halk iradesinin ve bağımsızlığının en kıymetli sembolüdür.
Türkiye bir ulus devlet olarak kurulmuş ancak neredeyse 2000’li yıllara dek kendi içine kapanık bir ülke hâline gelmiştir. İlk nüvelerini Turgut Özal’la başlayan dönemde göreceğimiz kapitalist dünyanın bir parçası hâline gelme teşebbüsleri 2000’li yıllarda AK Parti iktidarında da artarak devam etmiştir. Burada bir soru sormak gerekir: Küresel dünyanın bir parçasıyken kendi ulus devletini var etmek ne kadar mümkündür? Mümkünse, ne kadar gerçekçi ve uygulanabilirdir?
Son olarak bir tespitle bitireyim. Modern Türkiye Devleti bağımsızlık mücadelesiyle kurulmuş ve anti emperyalist izler taşımaktadır. Ancak 1980’li yıllarda küresel ekonomiye entegre olduğu zamanlara kadar geçen süre zarfında Türkiye komünistleşmemiştir de… Sovyetlerle yakınlaşılan zamanlar olduğunu biliyoruz ancak Türkiye hiçbir zaman Sovyet hegemonyası altına girmemiştir. Yani, Yugoslavya tecrübesi Türkiye’de kendine vücut bulamamıştır. Sol fikirler bazı okur yazarların eleştirel okumalarının bir parçası olsa da halkın ekseriyetinde bir Latin Amerika ülkeleri gibi sol fikirler ve siyaset yer bulamamıştır.
Belki de bu durumun sebepleri arasında Amerika’nın Marshall yardımları gibi anti komünist propagandaları olabilir. Kim bilir…

Kategoriler
matbuat

Trrrrrum, Trak Tiki Tak! Amerikanlaşmamak İstiyorum

Türkiye’de insanların gündelik hayatı gayriihtiyari olarak ne denli Amerikanlaşmış ise; o nispette toplumsal ve entelektüel hayatımızda Amerikanlaşmama ya da Amerikan karşıtlığı temayülü vardır. Bilhassa da entelektüel bir duruş/omurga ortaya koyabilmek açısından, – her ne kadar Amerikan üniversiteleri akademik olarak dünyanın en iyilerinden olsa da Amerikan vahşi kapitalizmi okuyup yazarak dirsek çürütenler için fikirsel ve ilkesel olarak vicdanen sığınılacak doğru liman değildir. Nihayetinde, fikir hayatı ve sosyal bilim yalnızca üniversite eğitimleriyle sınırlı olmayacak kadar cihanşümul ve beynelmileldir.

Teknik dünya, 17. yüzyıldan itibaren Büyük Britanya’da ilk defa ortaya çıktı. Endüstri Devrimi’yle başta Manchester gibi şehirlerde buharlı gemiler, makineler ve ‘fabrika’ üretimi meydana çıktı. İşte, bu sanayi kuvvesi Afrika’nın sömürüsünün de yolunu açtı. Ancak bu madalyonun bir yüzüydü. Avrupa, elinde bulundurduğu teknik güçle birlikte Afrika’yı sömürüyordu ancak kimseye inanabileceği güzel bir dünya hayatı vaat etmiyordu: Sömürüyordu ve para kazanıyordu.

Amerika, dünyanın öteki milletlerine bu teknik dünyanın ne kadar inanılır ve yaşanılır olduğunu ispat etti. Zaten, Amerika kıtasının kuzeyinde 18. yüzyılda kurulan devletin ayrıştırıcı vasfı ‘birleşik devletler’ olmasındaydı. Ulus devletlerin ve faşizan yönetimlerin Avrupa’da ve oradan neşet ederek yayılan Ortadoğu ülkelerinde 20. yüzyılda ortaya çıktığını göz önünde tutarsak; Amerika’nın tıpkı Osmanlıcılık siyasetinde olduğu gibi ‘milletler şemsiyesi’ olarak kurulduğunu ve bu hususiyetini muhafaza ettiğini burada önemli olarak kaydetmeliyiz.

Walter Benjamin’in “teknik olarak yeniden üretilebilirlik” makalesindenilhamla diyebiliriz ki Avrupa’da bir endüstri ve sömürü aracı olarak tecessüm eden tekniği Amerika büyülü bir dünyaya dönüştürerek gündelik hayatlarımız için tahammül edilebilir hâle getirmiştir. Bu dikotomi belki modernden post moderne geçiş olarak da okunabilir.

Teknik dünya, modern sıradan insanı kendi sultası altına almıştır. Fikirler ve ideolojiler farklılaşmasına rağmen insanların hayatı birbirine benzeşmiştir. Marx’ın terminolojisine göre söylersek; altyapı unsuru olarak teknik makineler, üstyapıyı oluşturan siyasetten eğitime kadar birçok alanı etkilemiştir. Ancak insanla makineler arasındaki bu otorite dengesini değiştirecek bir şey vardır: Savaş! Bu yüzden, modern devletler savaşın peşindedir. Ingeborg Bachmann da Frankfurt Dersleri’nde böyle söyler. Savaşla ortaya çıkan devasa güç ve harmoni insanın teknik dünyada makineler üzerindeki egemenliğini teyit eder.

Nazım Hikmet’in 1923 senesinde Moskova’da yazdığı “Makinalaşmak İstiyorum” şiirinde müstehzi bir biçimde makinelere meftunluğunu ifade etmesi gibi teknik dünya insanı kendisine çekmektedir. Birey olarak insanı modernleştirmekte ya da modernleşmiş insanı teknik dünyanın ‘aurası’ içine almaktadır. İşte, Nazım için makineleri cazibeli kılan teknik dünyanın Amerikanlaşmaya o yıllarda başlamasıdır.

Antiemperyalist ve antikapitalist duruşu olan Nazım Hikmet, makinelerle gelişen teknik dünyayı hicvederek nasıl ki ikili bir durum ortaya koymuşsa; işte, Amerikan tarzında yaşarken Amerikanlaşmamak istemek fakat Amerikanlaşmak da böyledir. Nazım’ın tenkit ettiği ve pozisyonel olarak karşıt konumlandığı makinelerin harmonisinden etkilenmemek yahut Amerika’nın var ettiği çok kültürlü ve desenli ‘harikalar diyarının’ cazibesine kapılmamak elde değildir.

Bütün muhalefete rağmen milletleri bir araya getiren Amerika’nın çekiciliğivardır. Her ne kadar yabancı düşmanlığı, ifade özgürlüğü, şiddet olayları cihetinden bir sürü münferit hadise Amerika’da cereyan ediyor olsa da geç keşfedilmiş bu topraklarda insanlar arasındaki dinsel, ırksal, kültürel çok renkliliği fark etmemek elde değildir.

Bütün Amerikanlaşmama saiklerine rağmen yine de Amerikanlaşmamızın ardında yatan sebep(ler) üzerine düşünüyorum. Bu yazıyı yazma niyetim ya da Amerikanlaşmamayı entelektüel namus gereği önemli görmeme rağmen Amerika’nın büyülü dünyasında Avrupa’da olmayan ya da Türkiye’de rastlanmayan ne olduğu hakkında da fikir yürütmeye çalışıyorum. Mesela, Amerika’da Vaşington’da geçtiğimiz haftalarda düzenlenen ‘Ulusal Dua Günü’nde ezan okunduğunu ve Donald Trump’ın eşiyle birlikte ezanı dikkatle dinlediğini görüyoruz. Bir defa, Amerika gibi bir ülkede ‘dua günü’ temalı etkinliğin olması enteresan görünüyor. Ancak tam olarak öyle değil. Böylesi bir ‘dua günü’ etkinliği tam da Amerika’ya uyacak bir The Sims vari dinsel törendir. Ancak yine de bu önemlidir. Trump’un önceki döneminden daha farklı bir tutum içerisinde olduğunun sinyallerinden biridir. Yine, Amerika’nın İslâm dininin yaşanması bakımından Türkiye’den ve öteki Müslüman ülkelerden sonra Avrupa’ya kıyasla en elverişli yer olduğunu söyleyebiliriz.

Ama yine de biz Amerikanlaşmamak isteriz çünkü bütün bu çok kültürlü ve milletli formasyon bir nevi kimliksizleştirme gibi hissedilir. Osmanlı milletinden olduğumuzu ve Tanzimat fikriyatının etnisiteleri bir araya getirdiğini çoktan unutmuşuzdur. 20. yüzyılda ulus devletlerin etkisi yeterince kuvvetlidir ve bugün dahi hissedilir. Amerikan milleti kavramı uzak kıtanın yerlilerinde kalmış olsa da Amerika da ulus devlet formasyonundan nasibini alır ve kendisine ulusal bir nitelik kazandırma çabası içerisindedir.