Kategoriler
matbuat

Bozkırkurdu Üzerine

Aheste aheste Hermann Hesse’nin Bozkırkurdu romanını okuyorum. Siddharta’nın aksine bu romanda bambaşka bir ustalık olduğunu ve kitabın baştan sona bir yazarlık zanaatı olduğunu ifade etmeliyim.

Hesse’nin romandaki ana karakteri içinde iki türlü canlılık bulunan bir kurgu içerisinde var oluyor. Bir yanda, insan tarafıyla Harry, öte yanda vahşi bir kurt olan Bozkırkurdu. Kendisinin iki kişiliği olduğunu söylüyor. Yerine göre insan ancak bazı durumlarda bir kurt. Ancak Bozkırkurdu İncelemesine göre bu bir kuruntu çünkü her insan on ruhtan, yüz ruhtan ve hatta binlerce ruhun bir araya gelmesinden oluşuyor.

Romanın ana ekseninin burjuva hayatına bir başkaldırı şeklinde ilerlediğini söylemek mümkün. Zaten, bu karakterin kurtlaşma temayülü ya da ‘genel görgü’ kaidelerinin dışına çıkma arzusu çoğunlukla orta sınıf burjuva hayatının ‘müspet görünen’ zavallılığına bir itiraz. Müşterek kuralları ihlal etmek burjuva hayatının zavallılığına karşı bir mevzi elde etmek demek.

Buna karşın, Bozkırkurdu öyle bir roman ki modern dünyada herkesi tatmin edecek zevklerin yaşandığı bir burjuva hayatının dışına çıkmanın içinde bulunduğumuz çağda mümkün olmayacağını salık veriyor. Yani, hayat bir kahramanlık destanı değil ve orta sınıfın sıradan hayatlarının ve alışkanlıklarının dışına çıkmanın sonu gelmez bir Don Kişot’luk olduğunu söylüyor. Modern dünya ve modern roman, işte, bambaşka bir teknik çağ!

Öte yandan, Bozkırkurdu, yani Harry, bohem bir hayat yaşayan ve intihar düşüncelerinin etrafında dolaşan bir karakter. Yani, siyasal ve sosyolojik olarak burjuva karşıtlığı ve soylu insanları küçümseme Bozkırkurdu’nun sıra dışı ve toplum içerisindeki ‘öteki’ karakteriyle birlikte var oluyor.

Dibine kadar yalnızlığa gömülmüş, kendisine en ufak bir ilginin dahi onu iyi etmeye yeteceği bir karakter Hesse’nin Bozkırkurdu. Bir tür entelektüel yalnızlık ancak sadece bununla sınırlı değil; Bozkırkurdu’nun yalnızlığı aynı zamanda varoluşsal ve sınıfsal. Bozkırkurdu’nun da gençliği birçokları gibiydi: Anne babası, gençliğinin uzak ve kutsal ateşi, geçmiş hayatının binlerce sevinci, binlerce uğraş ve amacı… Fakat artık kendisini kendisine mahsus bir yalnızlık ve girdaplar içerisinde bulmuştu. Tabi, Harry’nin bu entelektüel yalnızlığa gömülmüş hayatının Hermine ile tanışmalarıyla bambaşka bir hâl aldığını söylemek gerek.

Romanda dikkat çeken unsurlardan birisi de Goethe meselesi. Hesse, roman boyunca yer yer her yönüyle Goethe’den bahsediyor. Hesse, romanında Goethe’denetkilenmiş bir karakter olarak Harry’e Goethe eleştirisi yaptırıyor. Belki şu şekilde ifade etmek daha münasip: Hesse, kendi sesinden ve kendi karakteriyle özdeşleştirdiği Goethe imajı üzerinden romanında Goethe’yi konuşturuyor. Yani, Hermann Hesse kendisinin de beslendiği bir membaı olan, müşterek milliyete ve kültüre sahip olduğu Goethe ile yüzleşiyor.

Bozkırkurdu’ndaki Hermann Hesse’nin üslubunu ve metnin akıcılığını çok beğendiğimi ifade etmek istiyorum. Bana Thomas Bernhard romanlarını hatırlatıyor bu anlatım biçimi. Sadece anlatım tarzı olarak değil, Hermann Hesse’nin roman karakterlerinin buhranları ve sancıları da Bernhard’ın yazarlığından izler taşıyor.

Hesse’nin Bozkırkurdu romanındaki üslup ve kullandığı dil usta işi bir işçilik ve profesyonellik içerisinde. Tabi, romanın dilindeki bu başarının Kâmuran Şipal çevirisine de ait olduğunu belirtelim. Ancak romanında bazı kısa bölümlerinde amatörlük kendi özel hayatının içsel konuşmalarıyla metnin içerisinde var oluyor. Bu acemilik gibi görünen roman parçacıkları Bozkırkurdu’nun edebi kalitesine halel getirmiyor; bilakis romana ustalıklı bir doğallık içinde var olmanın imkânlarını tanıyor.

Söylemeden edemeyeceğim… Romanın son kısımlarında arzıendam eden ‘katliam’ havasındaki insanlarla makinelerin savaşından sahneler içeren satırlar oldukça çarpıcı. Hesse, tiyatro gösterisinden mülhem okuyucuyu bambaşka bir atmosfer içerisine çekiyor. Bu satırların oldukça fantastik olduğunu söylemeliyim.

Bozkırkurdu, sürükleyici ve okuyucunun ilgisini taze tutmayı başaran bir roman. Ancak kitabı okuduğunuzda bir an önce bitmesin diye yavaş yavaş parçalar hâlinde bir okuma serüveni içerisinde buluyorsunuz kendinizi. Tıpkı, iyi başka romanlar gibi…

Kategoriler
matbuat

Çapraşık Okumalar

Louis-Ferdinand Céline, Miguel de Unamuno, Thomas Bernhard, Osamu Dazai ve şimdi de Robert Musil… İki Avusturyalı, bir Fransız, bir İspanyol, bir de Japon. Bu beş roman yazarının farklı kitaplarını okumakla meşgulüm. Bu yazarlar arasında daha önce böyle bir bağıntının kurulup kurulmamasından bağımsız olarak Céline’nin, Unamuno’nun, Bernhard’ın, Dazai’nin ve Musil’in romanlarında ne aradığıma aldırış etmeden ne bulabildiğime bakıyorum. Bu yazarlar ve metinleri bende nasıl bir intiba bırakıyorlar?

Céline’den başlamalı. Çünkü o tam manasıyla retorik ustası. Romanlarında hem sözünü ettiği konular açısından hem de anlattıklarını zekice ironiye vurabilmesi açısından Céline çok başka. Seçtiği konuların ilgi çekiciliği ve ironi bir araya gelince tabii olarak sürükleyici metinler ortaya çıkıyor. Öteki dört yazarda bulunmayan başka bir çekiciliğin Céline’de olduğunu söylemek gerek.

Ve Thomas Bernhard: Fütursuz görünen adam… Üslubu, biçim kaygısı ve metinleri en az Céline kadar iyi. Thomas Bernhard’ın romanlarında bambaşka bir kurgu ve söylem işçiliği var. Bernhard’ın henüz Kireç Ocağı’nı okudum. BetonBitik Adam ve Sarsıntı’yı da okumalıyım, hissi bırakıyor tek metinle Bernhard. O, insan sevmez aksi bir adam. Karakterindeki bu hırçınlığı Bernhard’ın metinlerinden anlamak pek güç değil. En bayağı hâller Bernhard’ın anlattığı konular arasında ancak onun her zaman temkinli olduğunu ve metinlerinde özenle ince işçilik yaptığını söylemeliyiz. Bernhard’ın metin içerisindeki ince işçiliği, anlattığı konularda ve dil bilgisi gramer yapılarını kullanma becerisinde kendini belli ediyor. Tıpkı Céline’de olduğu gibi Bernhard metinlerinde de imla kuralları mükemmele yakın bir şekilde yapıbozuma (deconstruction) uğruyor. Böylelikle, Céline’de ve Bernhard’da her iki metin yeni bir kişilik kazanıyor.

Osamu Dazai… Çılgın bir Japon. Dazai’nin hiç bitmeyen gençliğini, sermestliğini ve ergenliğini anlamak için İnsanlığımı Yitirirken ve Meteliksiz Öğrenci’yi okumak yetti. Dazai’nin eserlerinin de sürükleyici olduğunu söylemek mümkün. Fakat Dazai biçim ve üslup açısından Céline ve Bernhard kadar zanaatkâr değil. Belki de romanlarının çevirisiyle alâkalıdır. Ancak her şeye rağmen, Osamu Dazai, anlatmak istediği hikâyeyi okuyucuya olabildiğince yalın bir sadelikte verebilen bir yazar. Zaten, Dazai’nin de anlatmak istediği hikâyenin ana temaları kendi hayatının girdapları ve bunalımları etrafında dönüyor. Dolayısıyla da Thomas Bernhard’ın aksine Osamu Dazai’nin metinleri incelikli ve titiz bir şekilde inşa edilmiş izlenimi bırakmıyor.

Robert Musil için ne söylemek gerekir? Bunu gerçekten bilmiyorum. Çünkü Robert Musil ismiyle kendisinden çok büyük bir beklentinin oluştuğu bir yazardı. En azından, Niteliksiz Adam gibi kült bir kitapla bende önemli miktarda beklenti oluşturmuş bir yazardı. Ancak üzülerek ifade etmeliyim ki Robert Musil, öteki Avusturyalı Thomas Bernhard kadar iyi bir yazar değil. Musil’in metinlerinde hikâyeye dâhil olmak çok güç. Daha doğru ifadeyle, Musil, okuyucu olarak bize bir hikâye anlatmıyor. Postmodern bir deneme de yapmıyor. Hâliyle, Musil metinlerinde elle tutulur bir hikâye arıyorsunuz kurguda ancak mevcut hikâye çiğ ve yavan kalıyor. Hikâyede noksanlıklar bulununca metin de sürükleyiciliğini kaybediyor. Ortada bir hikâyecik var; fakat konu iyi işlenmemiş olunca hikâye de cazibesini kaybediyor. Robert Musil, hikâye konusunu işlemekte ne kadar berbatsa; Miguel de Unamuno’nun benzer temadaki hikâyeleri işlemekte ve sürükleyici bir şekilde anlatmakta o kadar marifetliolduğunu söyleyebiliriz.

Evet, Miguel de Unamuno ile devam edebiliriz. Unamuno, tam mânâsıyla modernist bir yazar. Onun anlattığı hikâyelerde Céline’nin ya da Bernhard’ın aksine ince metin işçiliği yok. Metnin biçiminden çok anlattığı hikâyeyle öne çıkmaya çalışan bir romancı, Miguel de Unamuno. Okuduklarımdan arasında Sis’de ve Üç Örnek Öykü ve Bir Önsöz’de Unamuno anlattığı öykülerin spektrumuyla kısa bir süre için okuyucuyu kendi hikâye dairesinin içerisine alıyor. Dolayısıyla da Miguel de Unamuno keyif verici bir yazar: Céline kadar eğlendirmiyor ancak anlattığı hikâyeyle okuyucunun dikkatini çekmeyi ve merak uyandırmayı başarıyor.

Aristokrasinin gündelik hayatından kesitleri okuyucuyu sıkmadan sunuyor Unamuno. Açıkçası, ben romanlarda aristokrat karakterlerin olduğu hikâyeleri pek sevmem. Ama Miguel de Unamuno okuyucuyu sıkmayacak şekilde aristokrasi hikâyeleri anlatmasını biliyor. Bunun aksine, Robert Musil’in Üç Kadın’da “Portekizli Kadın” öyküsü Unamuno’nun aristokrasi öyküleri kadar iyi değil.

Bu beş yazarı gelişigüzel diyebileceğimiz bir olasılık içerisinde çapraşık bir okuma serüveni hâline getirmeye çalışıyorum. Céline’den, Unamuno’dan, Bernhard’dan, Dazai’den ve nihayet Musil’den okuduklarım arasında bende nasıl bir intiba kaldığını yazmam gerektiğini düşündüğümden bu yazarları böyle bir yazı içerisinde bir araya getirdim. Musil’e haksızlık yapmış olabileceğim fikri bu yazıyı yazarken bende kalan duygulardan oldu. Belki de Musil daha dikkatli okunmalı. Robert Musil, öteki Avusturyalı Thomas Bernhard kadar incelikli bir kelime işçisi değil. Yine de Musil, Genç Törless’in Buhranlarıromanıyla sürükleyicilik ve hikâye açısından ‘durumu kurtarmasını’ biliyor.

Kategoriler
matbuat

Kelimeleri Eğip Bükmek

Neden ve nasıl yazıyla muhatap oluyoruz? Yazı işinin hem bir yazılma boyutu var hem de okunma ve idrâk edilme süreci. Harfler, heceler, kelimeler ve cümleler; yazıyı yazanın ve okuyucunun perspektifleriyle yepyeni anlâmlar kazanır. Böylece entelektüel bir düşünme ve tahayyül imkânı vücut bulur. Yazar ve okuyucu arasındaki bu duygu ve fikir rabıtası entelektüel bir inkişafı mümkün kılar.

Yazı yazma temrini süreklilik ister. Yazmak meşakkatli bir uğraştır. Yazı yazan bir kimse zamanla kelimeleri eğip bükmeyi ancak bu yontma işlemi sonrasında dosdoğru ve dimdik bir entelektüel havsala oluşturmayı bilecektir, kuşkusuz. Kelimeleri eğip bükmek gerçek hayatın aksine metni özgürleştirici bir tavırdır. Kelimelerin yontulması mânâyı daraltmak ve kişisel prensiplerin üstünü çizmekten ziyade; bir yapboz (puzzle) resminin parçalarını tamamlamak içindir. Başka bir ifadeyle, yazı yazan kimse bir kil ustasının çömleğe şekil vermesi gibi kelimelerle oynar, kelimeleri yontar ve sözcüklere yepyeni anlâmlar kazandırır. Nihayetinde, tek başına pek bir şey ifade etmeyen parçacıklardan bir fikir ya da intiba ortaya çıkar.

Dolayısıyla, yazı ve fikir… Birbirini takip eden ve kovalayan iki ayrı kavramdır. Kelimelerle düşünceye varlık kazandırırız. Düşünce, kelimelerle ortaya çıkar. Sözcükler bir araya gelerek üslubu belirler. Fikir, yazıyı var eden ilham ve üslup birbirleriyle sürekli irtibat hâlinde olan ancak aynı eksende birbirleriyle ilişki içerisinde olamayan üç ayrı unsurdur.

Walter Benjamin’in şu tespitine de katılmamak mümkün değildir: “Düşünce ilhamı öldürür, üslup düşünceye gem vurur, yazı üslubu ödüllendirir.” Fakat nadir durumlarda ilham, üslupla beraber varlık kazanabilir. Ya da yazı üslup vasıtasıyla normalde olduğundan bambaşka bir suretebürünebilir.

Şimdilerde, yapay zekâ vasıtasıyla yazı ve makalelerin terkip edilebildiği zamanlarda, fikir kadar önemli olan bir başka unsur ise üslup ve biçim. Maddi bilgiyi yapay zekâ sayesinde elde etmek pek kolay. Yine, düşünceye dair kitabi bilgileri de keza mümkün. Fakat düşünceyi, – kelimelerin anlâm süzgecinden geçmiş kavramsal ve teorik düşünceyle hemhâl etmek aynı şekilde mümkün değil. Üslup ve biçim konusunda yapay zekânın birtakım marifetleri olduğunu belirtebiliriz ancak bu hiçbir zaman bir yazarın üslubunu ve biçimselliğini teşkil edecek bir ‘biricikliğe’ ve ‘özgünlüğe’ kadir değil. Yapay zekâ birçok yazarın yerini tutabilir ancak iyi ve işinin ehli yazarları değil.

Arama motorlarının ve yapay zekânın bize bilgiyi ve yazıyı sağlayabildiği bir dünyada; yazı yazarına mahsus bir özgünlüğün, üslubun, biçimselliğin önemli olduğunu ifade etmek ve bu ‘biricikliğin’ kıymetli olduğunu belirtmek istiyorum. Yapay zekâ, herhangi bir dilde bir bilgisayar programı yazmak hususunda muktedirken; özgün, kendine münhasır ve kişilikli bir edebi metni elde etmek için iyi yazarlara ihtiyaç duyarız.

İçinde yaşadığımız ikinci milenyum çağında, kelimelerle dans ederek yahut güreşerek; ve okuyucuya yeni seslenme biçimleri/kurguları bularak kendimize ait bir yazın dili bulabiliriz. Bu yüzden, kelimeleri eğip bükmektenbahsediyorum. Artık dilin bize tanıdığı kurallı yahut kural dışı imkânları kullanabilmektir yine bize iyi ve kalburüstü bir metni sağlayacak olan.

Son zamanlarda okuduklarım arasında dikkatimi çeken, çeviri metinler olmasına rağmen Louis-Ferdinand Céline’nin ve Thomas Bernhard’ın yazdıkları oldu. Birisi Fransız, öteki Avusturyalı… Ne kadar da üslup ve tavırlarıyla benzemişler birbirlerine. Her iki roman yazarı da üslubuyla dilin imkânlarını kullanmak konusunda oldukça becerikli ve işinin eriler.

Yazıdan söz açılmışken… Yazıyı bir araya getirenler harfler ve kelimeler. Yazının icâdından bu yana binbir çeşit kültür havzasında çok sayıda farklı diller konuşulmuş ve alfabeler yazılmış. Hâliyle, geçmişten bugüne dünya üzerinde birbirlerinde farklı bambaşka şekillerde harfler ve alfabeler bulunuyor. İşte, bize dünyadaki bütün kültürlerin yüzyıllar boyunca kullandığı alfabeleri ve yazıların terkibi bir kaynak kitabı da burada zikredelim: Carl Faulmann, Yazı Kitabı: Tüm Yerkürenin, Tüm Zamanların Yazı Göstergeleri ve Alfabeleri. (çev. Itır Arda), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2015.