Kategoriler
matbuat

Tarihçinin İşi

Gelecek zamanın tarihçilerinin işi klasik tarih metodolojileriyle düşünüldüğünde oldukça zor. Sadece Osmanlı arşivinde neredeyse 150 milyona yakın belge bulunuyor. Çok eski değil belki sadece 200-300 sene öncesi ancak o günden bu yana evrak işlerindeki teknik imkânların çeşitlenmesi modern Türkiye Cumhuriyeti’ni de kapsayan zaman dilimi içerisinde tarihçinin gelecekte çok daha külfetli bir işi olacağının sinyallerini veriyor. Sadece devlet belgelerine referansla tarihçilik zanaatı yapmak da ayrıca tartışılması lazım olan bir mesele zaten.

Burada sormak istediğim ve bu yazıda biraz da vurgulamak istediğim başka bir bakış açısı var. Bu satırları dikkatli yazmaya çalışıyorum çünki tarihçi değilim ve tarihçilerin ince işçilikli eski belgelere yönelik metotları hakkında az bilgi sahibiyim.

Tarihi bir vesika tarihçi için ve tarihi bir vakıayı irdelemek için elbette önemlidir. Tarih metodolojisi bir tarihi belgeyi ele alırken elbette bu vesikanın doğruluğunu, yanlışlığını, yanılma paylarını elbette ki göz önünde tutmaktadır. Fakat yalnızca belgelerden hareketle yapılacak bir tarih çalışması ya da siyasal tarih çalışması bir vakıalar analizidir.

Olması gereken ya da yerine ikâme edilmesi gereken nedir? Tarihçinin ilk işi belgeler üzerinde çalışarak bir ‘olaylar karmaşası’ yaratmak yerine bu metodolojik soruyu sorarak kendisine tarihsel ve siyasal yaklaşımlar geliştirmektir.

Yani, tarihçinin ilk işi ilgilendiği zaman dilimiyle ya da olayla ilgili ‘paradigma belirlemek’ olmalıdır. Sosyal bilimci bir olay analizcisi değil, olayların ardındaki mantığı kavramsallaştıran bir kuramcıdır. Her akademik çalışmada olması gerektiği üzere literatüre katkı yapacak bir teori geliştirmeli ya da teori olmasa dahi daha önce zikredilmemiş bir kavram üretmelidir.

Tarihçinin politikaya ihtiyacı vardır. Politik bilinç geliştirmeyen tarihçi ya da tarihçinin işi kendi disiplini içerisinde belgeler arasında ekseriyetle kaybolmaya mahkûmdur. Birçok nice tarih çalışması kendi içerisinde ‘belgeler yumağı’şeklinde kalmış ve söyleyecek yeni bir söz veya idea bulamadan arşivler arasında yerini almıştır.

Bu yönüyle, tarih politiktir. Ancak tarih politize edilmemelidir. Politize edilmeyecek bir ilmi terbiye içerisinde kendi siyasal söylemini geliştirerek sosyal bilimci için referans memba olmalıdır.

Tarihin siyaset bilimine ihtiyacı vardır. Siyasetin ve siyaset biliminin tarihe ihtiyacı yoktur. Ancak tarihin olmadığı bir siyaset spektrumu ya da siyaset bilimi çiğdir, köksüzdür, tatsız tutsuz, unutulmaya mahkûmdur. Genelde küresel teorilerden bahseden uluslararası ilişkiler kitaplarında ya da siyaseti olağan hâlinden daha da liberalleştiren bir parti kampanyasında siyasetin tarihe ihtiyacının olmadığını görürüz.Tarihçinin ilk işi kendi disiplini içerisinde kalmaksızın bütün bir sosyal bilimler terbiyesini edinmek ve sosyal bilimlerin havasını bütünlüklü olarak teneffüs etmektir. Belki de diğer disiplinlere kıyasla en çok ‘sosyal bilimci şuuru’ taşıması gereken şamil alan tarihçiliktir.

Kategoriler
matbuat

Sosyal Bilimlerin Atisini Kurmak

Öteden beri anlatmaya çalıştığım meselelerden birisi de teknik dünyanın inkişafıyla birlikte modern dünyada eskiye dair olan her şeyin büyüsünün bozulduğudur. Hatta, yüksek lisans tezimde de bir başlık açıp bunun ismini “büyü bozumu” koymuştum.

Gulbenkian Komisyonu’nun sosyal bilimler raporu da “Sosyal bilimlerin geleceğini nasıl kurmalıyız?” sorusu üzerinde düşünme imkânları sağlıyor. Max Weber, modern düşünceyi tanımlarken “dünyanın büyüsünün yok edilmesi” tarifini yapıyor. Walter Benjamin’in de gelenek ve modern arasında bir mukayese yaparken modern teknik dünyanın ‘geleneğin aurasını’ ortadan kaldırdığı tespiti de benzer bir yaklaşımı barındırıyor.

Burada benim için yeni olan, La nouvelle alliance (Yeni İttifak), yani, “dünyanın büyüsünü geri verme” önerisidir. Bu, insanlarla doğa arasındaki yapay sınırların kırılması, ikisinin de zaman okunun çerçevelediği aynı evrenin parçası olduklarını görmeleri için yapılan bir çağrıdır. Bu düşünce, daha önce hiç gerçekleşmemiş bir şekilde ‘insanı özgürleştirme’ amacını taşımaktaydı.

Burada ilginç olan şudur: Modern teknik dünya önce geleneksel dünyanın büyüsünü bozmuştur ve ‘dünyanın büyüsünü geri verme’ çabası gelenekteki büyüden çok daha farklı yeni modern düzendeki bir uzlaşıdır. Ancak dünyaya büyüsünü geri vermeyi akla yatkın bir uygulama ilkesine dönüştürmek kolay olmayacaktır.

Sosyal bilimlerin geleceğine yönelik bahsedilebilecek konulardan birisi de ütopyalardır. Gelecek bir ideal düzen, doğa bilimlerinin aksine, sosyal bilimler için her zaman ilgi çekici olmuştur. Yirminci yüzyılda, sosyal bilimler için artık bir gelecek tahayyülünden söz etmek mümkün değildir. Ancak gelecek hayâlleri insanların mevcut zamandaki bugünkü davranışlarını etkilemektedir.

Artık entelektüelin rolü değişmiştir. Tarafsız bilim adamı/üniversite hocası tartışılır bir hâle gelmiştir. Bütün bunlara üniversite kayıtsız kalamaz. Ütopya kavramları olası terakki fikirleriyle bağlantılıdır ve insan yaratıcılığıyla şekillenir.

Sosyal bilimlerin atisine yönelik olarak kritik önemdeki hususlardan birisi de herkesin üzerinde uzlaşacağı ve benimseyeceği bir düşünce sisteminin varlığıdır. Elbette bu ‘akılcı’ olmalıdır. Birçoğumuzun sevdiği karmaşıklık, geçicilik ve istikrarsızlık da akılcılığın sınırları dâhilindedir. Yani, sosyal bilimler çerçevesinde benimseyebileceğimiz akılcı yaklaşım irrasyoneliteyi de kucaklamakta ve kendi içerisinde yeniden üretebilmektedir. Mümkün olan gelecekler arasında bir seçim yapmak tamamıyla siyasaldır.

Sosyal bilimler her zaman fazlasıyla devlet-merkezci oldu. Sosyal bilimler teorik bir basitleştirmeyle ya da indirgemeci bir yaklaşımla devlet-merkezci bir bağlama oturmuştur. 1945 sonrası dönemin önemli kavramlarından biri olan ‘kalkınma’ ile kastedilen her şeyden önce devletlerin kalkınmasıydı. Ancak burada şunu da söylemek gerekir: Devletlerin kalkınmasıyla, daha arkadan gelen toplumların modernleşmesi eş güdümlü olarak gerçekleşmiştir.

Sosyal bilimlerin geleceği için kritik kavramlardan biri de ‘nesnellik’tir. Aslına bakılırsa, tarafsız bir bilim adamı olamaz. Çünkü sosyal bilimci de belirli bir sosyal ortama aittir ve dolayısıyla bazı ön kabullere ve ön yargılara sahiptir. Geçmişte, sosyal bilimcilerin çalışmalarında sistematik hataların bulunduğu ve birçoğunun nesnellik maskesini kendi öznel görüşlerini gizlemek için kullandığını kabul etmek gerekir. Sosyal bilimlerin atisini kurarken evrensel bir yaklaşımın ve nesnelliğin öneminin büyük olduğunu söylemeliyiz.

Nihayetinde, sosyal bilimleri yeniden nasıl yapılandıracağız? Üzerine eğilinmesi gereken en önemli soru budur. Sosyal bilimler geleceğimizi daha adil, daha ahlâklı, daha dürüst, daha cihanşümul hâle nasıl getirecek?

Yeni bir sosyal bilim için iş bölümünün tembelleştirici ve basitleştirici yönünün ötesine geçilmelidir. Disiplinlerin işlevi zihinleri disiplin altına alma ve bilimsel enerjiyi kanalize etme işlevi görüyor. Bu, tamamıyla kötü bir durum olmasa da daha niteliksiz bir ürün popülasyonuna sebep oluyor. Halbuki, ideal olan örgütlenme bakımından çok-disiplinliliğin faaliyetleri birleştirmesi ve nitelikli hâle getirmesidir.

Sosyal bilimci ve üniversite idârecisi karşı karşıyadır: “Sosyal bilimciler, entelektüel ikilemlerin yarattığı baskı sonucu eğitim ve araştırma yapılarının sayısını ve çeşidini artırmaya çalışırlarken, idareciler tasarruf ve dolayısıyla konsolidasyon çareleri arıyorlar.” Eğer mesleği icra eden sosyal bilimciler, sosyal bilimlerin geleceğinin daha nitelikli olması ve hayattaki dertlerimize çözüm üreten bir hâle gelmesine bir çare bulmazsa; üniversitelerde ve benzeri bilgi kurumlarındaki idâreciler bu rolü üstlenecektir.

Olması gereken, mevcut disiplin sınırlarına bakmaksızın entelektüel faaliyeti artırmaktır. Gerçek sosyal bilimci ait olduğu disiplinin ötesine geçerek entelektüel bir faaliyette bulunan ve akademik bir çalışma gerçekleştirendir. Hiçbir disiplin kendisine ait mütehassıslık sahibinin tekelinde değildir. Sosyal bilimlerde ‘bilgelik tekelleri’ kurmak ya da diploma sahiplerine özel alanlar açmak pek akıl kârı değildir.

Dünyanın çeşitli yerlerinde yüzlerce üniversite, kendi coğrafyalarının avantajlarını ve dezavantajlarını sırtlanmış bir vaziyette, sosyal bilimlerin tarihsel geçmişinde olduğu gibi geleceği için de entelektüel bir miras bırakabilecek hâlen en önemli bilgi üretim kurumlarıdır.

Kategoriler
matbuat

Amerikan Hegemonyası

1945 yılı sosyal bilimlerin gidişatı açısından birçok cihetten önemli bir kırılmaydı. İkinci Dünya Harbi yaşanmaktaydı ve dünyada sosyal bilimlerin araştırma sahasının çok ötesinde siyasal egemenlik intelijansiyanın ve akademinin ilgi alanlarında belirleyici bir durumdaydı.

Üniversiteler özelinde 1945 yılından sonra gerçekleşen en önemli akademik yenilik, entelektüel çalışmayı gruplamak amacıyla kullanılan yeni bir kurumsal kategori olarak bölge araştırmalarının başlamasıdır. Bölge araştırmaların kaynağı olan ‘bölge’yi şu şekilde tanımlamak mümkün: “Bölge, kendi içinde kültür, tarih ve çoğu zaman dil yönünden belirli bir bütünlük arz ettiği düşünülen geniş bir coğrafi alandır.” Üniversitelerdeki çalışmalarda bölge araştırmaları yaklaşımı dünyanın her kıtasına yayılmıştır.

Bölge araştırmaları yapısı gereği ‘çok disiplinli’ bir araştırma yaklaşımını benimsemiştir. Ancak en önemlisi bölge araştırmalarının yaygınlaşmasında siyasal bir motivasyonun olmasıdır. ABD, dünya çapındaki kazandığı yeni siyasal rol bağlamında farklı bölgeler hakkında malumata ihtiyaç duyuyordu. ABD’nin İkinci Dünya Harbi sonrasında gelişen politik gelişmelerle siyasal bakımdan etkin olmaya başlamasından itibaren farklı bölgelerin gerçekleri ve gerçeklikleri hakkında edindiği bu malumat ABD için kritikti. Farklı lokal bölgeler için uzmana ihtiyacı vardı ve üniversiteler kümülatif bilgi değil, lokalize olmuş yerel bilgiler üretmeliydi. Aynı zamanda, bu yerelleşme ve lokalizasyonun kapitalist ekonominin de yaygınlaşma yaklaşımlarından biri olduğunu söyleyebiliriz. Kapitalizm fikri, kendisi evrensel olsa da her fırsatta kendini bölgelere göre yerelleştirerek/lokalize ederek kendine varlık alanı bulmuştur.

1945 sonrası dönemde, özellikle de 1960’lı yıllara gelindiğinde tarih ve sosyal bilimler arasında yakın bir iş birliği ve hatta kaynaşma olması dikkate değerdir. Gerçekten de sosyal bilim çalışmaları arasında modern dönemde tarih disiplini üzerine yapılmış çalışmalar öne çıkmıştır. Burada şunu da belirtelim: Tarihçiler, bu modern dönemde, daha çok geçmişin siyasetini incelemeyi tercih etmişlerdir. Ekonomik ve sosyal tarih arka planda kalmıştır. Halbuki, ekonomik ve sosyal tarih incelenmek için daha fazla ilgiyi hak ediyordu. Rahmetli Halil İnalcık’ın tarih çalışmalarında geçmişin siyasetini incelemekten ziyade ekonomik ve sosyal tarih yaptığının da şerhini buraya düşelim.

Bu kitapta, sosyal bilimler çalışmaları üzerindeki değerlendirmelere yönelik olarak modernleşme teorilerinin/anlatılarının dikkatimi çektiğini belirteyim. 1945 sonrasında modernleşme literatürü, sosyal bilimlerin geçmiş tartışmalarının ötesine geçerek kendisine yeni bir yer edinmiştir. Teori, bütün ulusların/halkların/bölgelerin aynı modernleşme yolundan geçtiğini ancak tarihin belirli bir anında ulusların/halkların/bölgelerin kendilerini bu yolun farklı aşamalarında bulduklarını söylüyordu. Yani, modernleşme tecrübesi yaşayan dünya milletleri/enstiteleri hem aynıydılar hem de birbirinden farklılaşmıştılar. Gerçekten de modernleşme tecrübeleri dünya uluslarında tektipleştirici bir hissiyatbırakmıştır. Şüphesiz, bu yaklaşımın Batı ve Avrupa eksenli bir medeniyet tarihi okuma ve anlamlandırma olduğu açıktır. Alternatif tarih yaklaşımı olarak modernleşme tecrübelerinin daha çok-sesli algılanabileceği bir yatay eksenli tarih anlayışı da Batı ve Avrupa eksenli okumaya karşı gelişmiştir.

İkinci Dünya harbi sonrasında Amerika hegemonyasının bir neticesi de elbette ekonomiktir. Savaşı izleyen yıllarda Keynesyen düşüncenin egemenliği altında ‘makro-iktisada’ yönelik ilgi artmış ve siyaset bilimiyle iktisadı birbirinden ayıran çizgi belirsizleşmiştir. Siyasal ve iktisadi açıdan beynelmilel politikalar henüz neoliberalleşmemiştir ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında Soğuk Savaş yaşanacak olmasına rağmen Amerikan hegemonyası zihniyet olarak başlamıştır.

Modern dönemde sosyal bilimler çalışmaları arasında en dikkat çekici unsurlardan birisi geçmişe kıyasla sosyal bilimcilerin entelektüel çalışmalarının çok-disiplinli olmaya başlamasıdır. Çok-disiplinliği, sosyal bilim çalışmalarının karşılaştığı problemlere ve disiplinlerin formasyonlarına entelektüel bir itiraz olarak görmek gerekir. Yani, sosyal bilimci, çalışması daha esnek şartlarda gerçekleştirebilmek için çok-disiplinliğe başvurmuştur. Klasik üniversite anlayışının ve eski Avrupa dogmatik üniversite yapısının çok ötesinde artık modern bir üniversite vardır ve sosyal bilim çalışmalarını bambaşka bir esneklik ve çok seslilik ile yazmak istemektedir. Modern dönem, her ne kadar devletlerin siyasal ve iktisadi menfaatlerine göre şekillenmiş olsa da üniversitelerde yeni bir sosyal bilimlerin imkânını da beraberinde getirmiştir.

Sosyal bilimlerin yeni dünyasında yeni olan bir husus da şuydu: Edebiyat araştırmacıları ‘teori’ kavramından söz etmeye başladılar. Halbuki, eskiden edebiyat ‘teori’ kabul etmez kendisine özgü bambaşka bir mütehassıslık alanıydı. Her ne kadar ‘demokratik’ olursa olsunlar, – modern yapmacık kurgulardan önce, edebiyat başlı başına bir ‘anlatı’ sanatıydı.

Şu tespitle yazıyı nihayete erdirelim: 0n dokuzuncu yüzyılda, yani 1800’lü yıllarda sosyal bilimler açısından gösterilen çabalar Avrupa-merkezciydi ve bu hiç de şaşırtıcı değildi. Gulbenkian Komisyonu’nun raporunda belirtildiği üzere, o dönemin Avrupası kendini kültürel açıdan üstün görüyordu ve birçok açıdan öte dünyaya kıyasla gerçekten üstündü de. Avrupa hem siyasal hem de iktisadi açıdan dünyayı fethetmişti. Teknolojik başarılar bu fethin önemli bir unsuruydu ve ileri teknolojiyi daha ileri bir bilime, daha üstün bir dünya görüşüne bağlamak mantıklı görünüyordu.

İşte, tam da burada kısa bir şerh düşmeli: 1945 yılından sonra ya da İkinci Dünya Harbi’nden sonra Avrupa-merkezci düşünce ve yaklaşımlar hâlen devam etmesine karşın siyasal, iktisadi ve kültürel iktidar Amerikan hegemonyasına geçmiştir.Artık, sahnede yalnızca 1990’lara, Berlin Duvarı’nın yıkılmasına kadar sürece SSCB ve ABD çatışması kalmıştır. Yani, tam teşekküllü bir Amerikan hegemonyasının bir önceki safhasına geçilmiştir. Avrupa üniversiteleri sosyal bilimler açısından ne denli tarihsel köklere sahip olsalar da zaman içerisinde Amerikan üniversitelerinin gerisinde kalacağı bir süreç başlamıştır artık.

Kategoriler
matbuat

Sosyal Bilimleri Açın

Liseye ilk başladığım yıllarda elime geçen bir kitap Gulbenkian Komisyonutarafından “Sosyal Bilimlerin Yeniden Yapılanması Üzerine Rapor” başlığında çeşitli çalışmaların çıktısı olan bildirilerden oluşuyor. Söz konusu olan bütün yönleriyle sosyal bilimler. Merkezi Lizbon’da bulunan Calaouste Gulbenkian Vakfıbünyesinde hazırlanan bu sosyal bilimler raporunun amacı sosyal bilimleri tarihsel olarak ele alarak sosyal bilimlerin içinde bulunduğu sıkışmışlıktan kurtararak geleceğini kurmanın yollarını arıyor.

İçlerinde Immanuel Wallerstein’ın da olduğu altısı sosyal bilimci, ikisi doğa bilimci ve ikisi de insan bilimleri alanındaki bir akademik grup 1990’lı yıllarda Calouste Gulbenkian Vakfı bünyesinde bir araya gelerek Sosyal Bilimleri Açın isminde kitap olarak basılacak entelektüel tartışmalarda bulunuyorlar. Bu sosyal bilimler tartışmaları gerçekleştiği dönem itibariyle Soğuk Savaş’ın hemen bitiminde cereyan ediyor. Yani, Sovyetik hegemonyanın kaybetmiş göründüğü, neoliberal dönemin artık kesin olarak başladığı ve beynelmilel siyaset dengeleri açısından Amerikan hegemonyasının kesin olarak başladığının kabul edildiği bir dönemde… 1990’lı yıllar dolayısıyla modern çağın neoliberal bir hüviyet kazanarak tam manasıyla modern olduğu zamanlardır. Tekniğin modern dünyası yerini teknolojinin modern dünyasına bırakmıştır.

Her şeyden önce, sosyal bilimlerin modern dünyaya ait bir girişim olduğunu ifade etmek gerekir. Ancak sosyal bilimler bu modernliğinin aksi istikamette varlığını çoğunlukla tarihin bir aşamasında yazıya geçirilmiş olan ‘sözlü bilgeliğe’ borçludur. Ne var ki sosyal bilim kendisinde ‘bilim olma’ vasfı bulunduğundan vahiy yoluyla inmiş ve akılla çıkarsanmış doğruların ötesinde de doğrular aramanın peşine düşmüştür.

Kitapta, üniversite kavramının gelişimi ve takriben son 400 yılda tarihsel olarak dönüşümü üzerinde de mütalaalar bulmak mümkün. ‘Bilim’ mefhumunun öncelikli olarak ‘doğa bilimlerinden’ hareketle müteşekkil olduğunu belirtelim. Yine, üniversite de Hıristiyan Avrupa’da öncesinde dinle ilişkili değerlendirilirken; 1800’lerden itibaren teoloji fakültelerinin önemini yitirdiği ve felsefe fakültelerinin içinde din araştırmalarına dönüştüğü bir vakıadır.

On dokuzuncu yüzyılın entelektüel tarihinde önemli kilometre taşlarından birisi de bilginin disiplinlere ayrılması ve meslekleşmesidir. Biraz da ‘bilim’ kavramı bu kategorizasyonu beraberinde getirmiştir. Ve sosyal bilimler de bu bilimsellikten nasibini almıştır.

Burada, Fransız Devrimi için bir parantez açmak gerekir. İlk defa, kültürel altüst oluş oluşarak siyasal ve sosyal bir ivme ve meşruiyet kazanılmıştır. Dolayısıyla, Fransa ve Büyük Britanya’nın (yani, bizim birçok yazımızda teknik dünya olarak söz ettiğimiz paradigmanın menşeinin) sosyal bilimlerin bugünkü hâlini almasındaki rolü büyüktür. 1800’lerden sonra modern sosyal bilimlerin temellerini atmaya girişenler taklit edilecek model olarak kendilerine Newton fiziğini seçmişlerdir.

Çalıştay kitabından öğrendiğimize göre, sosyoloji disiplini iktisattan devşirmedir. Yine, siyaset biliminin ortaya çıkışı sosyolojiden sonradır. Bu gecikmenin nedeni hukuk fakültelerinin bu alanda kurduğu tekelden geç vazgeçmesinde aranmalıdır. Yine, sosyal bilimlerin tarihsel kuruluşunun Avrupa dogmatizminden kapitalist ekonomi ve üniversite kurumlarına doğru bir geçiş olduğunu saptayabiliyoruz.

Entelektüel mânâ açısından oldukça dolu dolu olan bu kısa kitap üzerinde önümüzdeki yazılarda da konuşmaya devam etmek istiyorum. Bu yüzden, şimdilik, sosyal bilimler üzerine entelektüel mülahazayı yalnızca birinci bölümle sınırlandıralım.

Kategoriler
matbuat

Bozkırkurdu ve Burjuvazi

Sosyal bilimlerde ‘burjuvalık’ olgusunun çağrışımları bana Hermann Hesse’nin romanında Bozkırkurdu’nun burjuvazi-dışı burjuvalığı hatırlatıyor.

Hesse’nin içerisinde hem bir insanı hem de bir kurdu barındıran, âdeta çift kişilikli kahramanı Bozkırkurdu, burjuvalaşmış bir burjuvazi karşıtlığının en iyi örneklerinden.

Tıpkı, Amerikalılaşmaya rağmen Amerikan karşıtlığı gibi Bozkırkurdu da kitlelerin hayat tarzı hâline gelmiş burjuva hayatını küçümsemesine rağmen öte yandan da kendisi bu burjuva hayatının bir parçası olmuştur.

Amerikalılaşmak ya da burjuvalaşmak genelde kitlesel bir modern olgunun neticesidir. Bazan da ilkesel, ahlâki ve etik birtakım değerler bütünüyle modern dünyanın rüzgârına karşı erdemli bir tutum geliştirirsiniz. Ancak yine de burjuva hayatı yaşamaktan başka bir yolunuz yoktur.

Tabiidir bu çünkü içerisinde bulunduğunuz dünya, eski dünya değildir. Teknik dünyanın içerisinde başkaca konuşma biçimleri tükenmiştir. Ötesinde, tekniğin dünyası muhatabı olan herkes için cezbedicidir.

Amerikalılaşmak ya da burjuvalaşmak aslına bakılırsa doğrudan tekniğin dünyasıanlâmına gelmemektedir. Ancak tarihsel olarak baktığımızda; Endüstri Devrimi’yleFransız İhtilali’yle ve yeni kıta Amerika’nın keşfiyle bugünün dünyasının paradigmaları açısından önemli hadiseler gerçekleşmiştir. Hemen öncesinde, Aydınlanmacı fikir bütün bu cereyanların ilhamı olmuştur.

Aydınlanmacı Avrupa karşısında Amerika burjuvazinin kendine açtığı yeni sığınak olmuştur. İşte, Amerikan burjuvazisi Britanya’dan neşet eden teknik imparatorluğunun ta kendisidir. Fakat Aydınlanmacı Fransızlar ve Almanlar dahi kendi içerisinde aristokratik bağlarından sıyrılarak kendi burjuvalarını var etmişlerdir.

Hesse’nin Bozkırkurdu için de burjuva, tekniğin dünyasında modernleşmiş insan, demektir. Burjuvazi karşıtı bir pozisyonel konum içerisindedir ancak hor gördüğü birçok hâl ve davranış kendisinde de bulunmaktadır. Bu durumu, şu şekilde açıklıyor Hesse: “Böylece varlığının bir yarısıyla savaştığı ve yadsıdığı şeyi öbür yarısıyla benimseyip onaylıyordu.”

Burjuvalık tam da orta sınıfa mensup olmaktır. Bu yüzdendir ki toplumun ekserisini ilgilendirir. Orta sınıf için bütün tercihler aşkın olandan yana değil, makul olandan taraftır. Bu yüzden, sosyal bilimlerle alâkalı olanlar için ya da okur yazar takımı için ‘burjuvalık’ bir tür alay ve ironi konusudur.

Fakat tekniğin dünyasında burjuvazi sınırlı bir grubun elinde olmasına rağmen burjuva hayatı yaşayan ‘kitleler’ vardır. Şunu da söylemek gerekir: Orta sınıfın tecessüm edişi ve burjuva hayatların yaygınlaşması maziye kıyasla insan onur ve hassasiyetini kurtarmıştır. Elbette, bu yeni durum ve hâl içerisinde yepyeni mağduriyetler de ortaya çıkmıştır. Ancak tekniğin dünyası ‘makul olanı’ vaat edip ‘makul insanın’ imkânlarını kollamıştır.

Bu vaziyet, belki bilimsel bir gözlükle daha müspettir ancak sıra dışı ve karakteristik olanın gözcüsü entelektüel için bir alay unsurudur. Günün sonunda entelektüel de burjuva hayatından tam mânâsıyla paçayı kurtaramaz. Yeni teknik dünya entelektüeli de kuşatmış ve kendi sultası altına almıştır. Hermann Hesse’nin Bozkırkurdu romanında karşılaştığı ve yaşadığı da tam olarak böylesi bir ikilemin yansımasıdır.

Kategoriler
matbuat

Dijital Çağ

Dijital çağ denildiğinde akla ilk gelenler neler? Dijital çağın kapsamını hangi zaman aralıkları arasına sığdırabiliriz? Hâlihazırda içinde miyiz, yoksa gördüklerimiz ve yaşadıklarımız hâlâ gelmekte olan bir paradigmanın ayak sesleri mi? Bütün bunlar çağın ruhuna uygun olarak muğlak bir yerde duruyor. Bana kalırsa, Soğuk Savaş döneminin bitmesiyle birlikte dijital çağın herkes kendi nispetinde bir parçası olmaya başladı. Olmaya da hâlen devam ediyor.

Nazarımda, dijital çağın çağrışımları şu şekilde: Birincisi, dijital çağın önceki bütün çağlardan farklı, bilinmeyen, alışılmayan yeni bir cismi olduğu hissiyatı; ikinci olarak metalin ve gri rengin parıldadığı bir çağ olma vasfı; son olarak da mütemadi bir erozyon hissi, özellikle de entelektüel düzlemde bir yoksunlaşmanın baş müsebbibi olma vaziyeti.

İlk durum sanıyorum ki dijital çağ özgü bir durum olmaktan çok yeni bir çağa ya da paradigmaya ait bir olgu. Yeni olan her şey alışılmadık ve bilinmeyendir. Yeni olan eğer büsbütün bir hayatı etkileme ve yön verme kudretine sahip bir paradigmaysa, bu hissiyat kaçınılmazdır. Hatta, bu hissiyat yeni olanın hakikiliğini test etmek ve anlamak için de pekâlâ bir ayraçtır.

İkinci çağrışım renk meselesi… Gerçekten de dijital çağa dair en ilginç bulduğum hissiyatlar arasında ‘gri’ renginin dijital çağ ile özdeşleşme hâli dikkatimi çekiyor. Neden gri? Dijital çağın elektronik kavramıyla bir arada, paralel bir şekilde anılır olması hiç şüphesiz metali ve rengi griyi yeni zamanın estetik kodlarında ön plana çıkarmıştır. Devrelere ve kablolara bağımlı elektroniğin dijital çağın içerisindeki hayati önemine şüphe yok. Fakat dijital çağda neden grinin ön planda olduğu sorusu üzerinde düşünülmeye muhtaç, hatta felsefe yapılması gereken bir soru. Kablonun iletken madeni ekseriyetle gri renktedir. Fakat rengi turuncuya çalan bakır ve tunç madenlerinin de dijital çağda yadsınamaz bir önemi vardır. Yine, kabloların iletken olmayan dış kısımları modern zamanda genellikle siyah ya da beyazdır. Hakeza, elektronik hemen hemen her devrenin içi yeşille donanmıştır. Dolayısıyla, dijital çağı griyle eşleştirmek için mantıklı hiçbir sebep bulunmuyor.

Buna rağmen, dijital çağ denildiğinde hemencecik akla gelebilecek robotlara ve uzaya dair bütün renklerde grinin kat’i hâkimiyetini görüyoruz. Bu sorgulamanın derinlikleri, bence toplumsal ve iktisadi bir küresel dünya düzeni gibi son derece felsefi ve politik dünyaların 19. Yüzyıl sonunda şekillenen yeni yapılarına dek uzanabilir.

Son olarak dikkatimi çeken kültür ve dijital çağın çatışma meselesi. Bu da ilginç. Bir defasında birisi dijital çağ ile ilgili bir toplantıda bir tespitten söz açmıştı: ‘Edebiyattan anlayan dijital çağa ayak uyduramıyor, dijital çağdan anlayan kimseler ise edebiyattan uzak.’ Evet, bu ciddi bir mesele ve kanaatimce de böyle bir durum söz konusu. Sadece ben edebiyatla sınırlı bir şekilde değil, bu durumu bir kültür meselesi olarak görmeyi yeğliyorum. Bu çatışma, sosyal bilimlerin meselesidir. Aynı zamanda, kültürel bir meseledir. Doğrudan teknoloji işiyle iştigal eden ve bu işten para da kazanan; hayatını teknolojik yeniliklere göre dizayn eden; yeni güncellemeleri ve versiyon yeniliklerini takip eden; yeni çıkan teknolojik ürünleri ilk önce test etme yarışında olan azımsanmayacak nicelikte bir zümre var. Somut olarak bu zümrenin kültürel ve sosyal bilimlerin meselelerinden hayli uzak olduğu genellemesinde bulunabiliriz. Öte tarafta, nedense, dijital çağa uyum sağlamak ya da en azından prim vermek, özellikle de entelektüel çevrelerde ve okuyan yazan kimseler arasında çoğu zaman yoksunlaşmanın yahut basitleşmenin bir nişanesi olarak görülme eğilimi var. Her hâliyle, bugün herkes ‘kendi nasibince’ dijital çağın bir parçası. Nasibi olmayanlar bile bir şekilde etkilerden azade değil. Dijital çağa dair felsefi alanda sosyal bilimlerin tartışması, kavramsallaştırmalarda bulunması gereken önemli bâkir bir alan duruyor.

Kategoriler
cümle

şerif mardin göçmüş

inalcık’ın ardından şerif mardin de göçmüş. sosyal bilimler birer birer nefesini kaybediyor.

aslolan nefes, malûmât bulunur.