Kategoriler
matbuat

Tanzimat Politiği

Sorulması gereken ilk sual şudur: Tanzimat’ın bir matematiği var mıydı? Benim vereceğim ilk cevap bu matematiğin eğer varsa da kompleks bir matematik bilmecesi olduğu yönünde.

Mukadderatında daha önce hiç olmadığı kadar kaosun, kargaşanın ve nizamsızlığın yaşandığı yıllar Osmanlı İmparatorluğu’nda Tanzimat yıllarıdır. Bu kargaşa ve karmaşa Osmanlı İmparatorluğu’na has değildir. Artık içerisinde bulunulan modern ve yeni bir dünya vardır.

Mesele, bu modern dünyayı Avrupa’dan iktibas ederek yeniliğe intibak değildir. Ki Osmanlı İmparatorluğu ekseriyetle bunu yapmıştır. Mesele, yeni dünyanın mütemadiyen dönen çarklarının arkasındaki yeni insanı keşfedebilmektir.

Osmanlı İmparatorluğu, 1850’li yıllardan itibaren yeni dünyayı keşfetmek için çaba sarf etti. Büyük ölçüde başta Avrupa olmak üzere dünyanın öte yerlerinde olan yenilikler Osmanlı topraklarında ve payitaht İstanbul’a geldi. Hatta sadece yenilikler değil Avrupa insanı da merak içerisinde Osmanlı topraklarına geldi. Ancak Osmanlı Devleti yeni dünyanın yeni insanını keşfetmek ve anlamak konusunda geç kaldı.

Yeni insan, Osmanlı İmparatorluğu’nda bir yandan tecessüm ederken öte yandan halkın büyük çoğunluğu da eski feodal alışkanlıkları içerisindeydi. Bilhassa da Avrupa’dan gelen ecnebi elçilerin ve seyyahların çektiği fotoğraf ve görüntülerde Osmanlı insanının içinde bulunduğu Doğululuk göze çarpar.

Yeni insan diye bahsedilebilecek olan bir mefhum ya da olgu Osmanlı İmparatorluğu’nda vardı. Ancak halkın ekseriyetinde Batılı insana oryantalist bir yaklaşımla ilgi çekici gelen bir Doğu karmaşası ve köylülük de Osmanlı’nın önemli şehirlerinin sokaklarında söz konusuydu.

Bir yandan da Osmanlı entelektüel ve aydını arasında, hatta bazıları devlet bürokrasisinde de yer almış yeni bir insan vardı. Osmanlı İmparatorluğu’nun yeni insanı Batı’dakinden farklıydı ama Tanzimat döneminde çoğunlukla da doğal seleksiyonlarla var olmuş yeni bir insan prototipiydi. Tanzimat döneminde Osmanlı Devleti kendi içerisinde inkişâf eden bu yeni insanı tanıyamadı ve anlayamadı. Namık Kemal, Şinasi, Ali Suavi, Ziya Paşa gibi isimler eski Osmanlı’nın yeni aydın insanları olarak Tanzimat döneminde var oldular. Osmanlı yeni insanı Tanzimat bürokrasisi ve İkinci Abdülhamit döneminde gittikçe otoriterleşen yönetimi karşısında zayi oldu. Ama şunu da ekleyelim: Belki de Sultan İkinci Abdülhamit Osmanlı’da teberrüz eden yeni insanı ve entelektüel tipini en iyi anlayanlardandı.

Tanzimat’ın matematiği tam da bu noktada bambaşka bir hâl almış ve bir çırpıda tarif edilemeyecek yepyeni bir surete bürünmüştür. Rahmetli Halil İnalcık, Tanzimat için “mücerret bir kütle” tarifini yapmıştı. Bu bağlamda, Tanzimat, içerisinde binbir türlü vakıanın cereyan ettiği “mücerret bir kütle” olarak görülebilir. Theodor W. Adorno tabiriyle söylersek bir tür Minima Moralia… Özelden genele doğru bir geçiş, küçük parçaların var ettiği büyük resim. Ya da öznel dünyaların var ettiği bir çoklu gerçeklik ve büyük anlatı.İşte, bu kütlenin makro politik mânâda tasvirinin iyi yapılması ve resmedilmesi gerekir. Şüphesiz, büyük resimde bir tasvir yapılırken mikro olarak Osmanlı yeni insanı da burada yer alacaktır. Önemli olan kişisel hikâyelerin gerçeklik payını anlayarak ya da öznel gerçekliklerle çelişmeyen bir büyük anlatı kurabilmekte ve bu Tanzimat anlatısını modern Türkiye’yi anlayacak şekilde kavramsallaştırabilmetktir.

Kategoriler
matbuat

Akdeniz’den Tanzimat’a

Sultan II. Mehmed Han, Akdeniz’in kuramcısı ve aksiyoneri. Dünyaya bakışı ve algılayışı, zevk sahibi olması ve şahsına münhasır karakteriyle, iki binli yıllardan bakınca görünen Akdeniz’in kurucusu. Fatih’i muzaffer bir komutan olmakla sınırlı bırakmadan anlamaya gayret gösterirsek onun açtığı çağın anlamını ve kodlarını daha berrak görebiliriz.

Sultan II. Mehmed, bu coğrafyanın kaderine Akdeniz’i nakşetti. Onun yarattığı Akdeniz’de Roma’nın ve uzantılarının karşısında dik duran Müslüman bir lidere dair pek çok ipucu vardı. O Müslümanlık muhataplarını karşısına almanın nasıllığını, muhataplarını yaşatmanın sırlarını ve eksilmeden oynamanın kimilerince anlaşılması güç sırrını kalbinde barındırıyordu.

Fatih bir dehadır. Osmanlı sarayına bütün ruh ve gizemini veren; ve kuramcılığıyla bunu asırlarca Tanzimat’a dek devam ettirmeye kâdir bir dâhi. Tabi, burada bir şerh düşmek gerek: Kuramcılık diyorsak, elbette bir masa başı mesaisiyle sınırlı değil. Nasıl ki şiir, kâğıt ve kalem işiyle sınırlı bir basit yapı değilse ve hayatın içinde can buluyorsa; kuramcı dediğimizde de karakterle mündemiç ve bu karakterini de eylem ve kararlarına da yansıtan bir adamdan söz ediyoruz. Zaten, safi masa başı mesaisiyle kuram var etmeye çalışan adamın şairliği de şaibeli olmaz mı?

Sultan II. Mehmed deyince şiir gibi bir hayattan, Müslüman bir liderden, kuramı karakteri olmuş bir fikir adamlığından ve şair gibi dünyayı anlamlandırmaya çalışan bir komutandan, bir hikâye avcısından söz ediyoruz.

Fatih, Roma’yı muhatap alarak aslında Türkleri Avrupa’nın karşısındaki, – belki de yegâne, en güçlü muhatabı kılmayı başardı. İstanbul, Avrupalının zihin dünyasında güçlü ve ürkütücü bir imaj hâline büründü. İtalya’dan bakınca kendiyle rakip olduğunda tüyler ürperten bir Osmanlı Devleti’ni, II. Mehmed askerî dehası ve Osmanlı ekonomisini fevkalade bir konuma getiren stratejik hamleleriyle var etmemişti. Şüphesiz, böylesi mümkün dâhilinde de olmazdı.

Ecnebi prensliklerin ve Roma’nın nazarında, Sultan II. Mehmed’in devleti ilmi, sanatı ve zevk anlayışıyla göz korkutan bir muhataptı. Fatih’le birlikte Osmanlılar, kendi muhafazakâr Katolik dünyalarında olmayan müsamaha meşrebiyle Hıristiyanları çok kültürlülükle tanıştırdılar. Papaların dünyevi menfaatlerle dolu dünyası ya muhafazakârlıktan ya da zevk sahibi olmaksızın zevk düşkünü olup çıkan sahte bir liberallik içinde hapsolmuştu. Kendi küçük dünyalarında kendilerinden dahi mutmain olamayan papalar gitgide Hıristiyan halkın algılarında sembolik bir hâle geliyordu. Kuvvetli bir gelenekten beslenen ve Rönesans’ıyla oldukça yeni, keşfedilmeye açık ve heyecan verici olan Avrupa; Sultan II. Mehmed’in idâresi karşısında ayakta durmakta zorlanıyordu. Fatih, ecnebinin kendi yararlanamadığı gelenekten de beslenmeyi beceriyor, kendi devletinin dokusuna Avrupa kodlarını ince ince dokuyordu. Sultan II. Mehmed’in ellerinde Akdeniz; muhatabıyla mukabele ederek döğüşmeyi bilen bir dünyaydı. Böylelikle, eksilmeden oynayarak kaybolmuyor, bilakis güçleniyor ve zenginleşiyordu.

Karakterle mündemiç bir şairlik ve kuramcılık kadar kıymetli az şey vardır. Askerî deha ve ekonomiyi tahkim eden stratejik hamleleri Fatih gerçekleştirmiştir ancak bu prosedürel devlet işlerinin ötesine geçmiştir. Aslında, meseleyi biraz da şuradan görmek gerekir: Şairin komutasına verilen askerler elbette hınzır bir oğlan gibi hareket eder, kumarbaz edasıyla oyunu kazanmak için olmazları oldurur, her türlü çılgınlığı yaparak İstanbul’a muzaffer bir komutan olarak girmekte muvaffak olur. Yahut ayakları yere basan bir kuramcı zihnine sahip bir liderin elindeki devlet; diplomasisini çözülmesi/yenmesi pek de kolay olmayan çetrefil bir denklem üzerine oturtur. Onun yaptığını/yapmadığını, gittiği/durduğu yeri böyle okumak lâzım geliyor. Sultan II. Mehmed’in dehasını biraz da böyle görmek gerekir.

Hepsi Tanzimat’ta bitti. Tanzimat, Akdeniz paradigmasının sonu oldu. Tanzimat ne zaman mı? Tanzimat’ın kesin başlangıç tarihi çok da mühim değil ama Tanzimat’ın ilk nüvelerini ‘işler nerede ters gidiyor?’ sorusunun ilk belirdiği zamanda aramak gerekir, kanaatindeyim. Akdeniz, Tanzimat’la yok oldu. Ve bütün hikâye modern bir karaktere bürünmeye o zaman başladı.

Tanzimat’a gelmeden evvel bir şey daha var ki Akdeniz’in belini büktü. Yavuz Sultan Selim’le beraber halifelik müessesesinin coğrafyaya intikâl edişi ve yeniden doğuşu – etkisi çok sonralarda hissedilir olacak, – bir Ortadoğu illüzyonunun belirmesine çanak tuttu. Biz, Mısır’la ilk uğraştığımız günden bu yana bu illüzyonun içerisindeyiz. Çünkü Mısır, Akdeniz paradigmasını dönüştürmüştür. Sulh beldesi Akdeniz, Mısır’ın dâhil olduğu bir Akdeniz kurgusunda isyan ve ayaklanmaların merkezi hâline gelmiştir.

Tanzimat: Yepyeni algılar, değerler, idrâkler ve anlayışlar bütünü. Tanzimat paradigması, Akdeniz’in unutulduğu ve Akdeniz’e ihtiyaç kalmayan yeni ve modern zamanların sorusu. Tanzimat, şaşkınlığımız ve bizdeki modernleşme tecrübesi. Kulağımızın o pek aşina olduğu Tanzimat çeşitliliği, renkliliği, zenginliği elbet boş yere değil. Ama bu Tanzimat varyasyonları bizdeki ilk şaşkınlıkla ortaya çıkan ‘her kafadan bir ses’ hâlinin çeşitliliği değil midir?

O günden bu yana, Akdeniz tükendiğinden ve Tanzimat ruhu günlerimizi domine ettiğinden beri, – eğer dönem gibi bir tasnife başvuracaksak, Tanzimat döneminin iki binli yıllarda hâlen devam ettiğini de söylemeliyiz. Başlı başına, Tanzimat’tan bu yana süregelen sultancılar/meşrutiyetçiler kavgası dahi bunun apaçık bir delili değil mi? Elbet, bu yazıda tartışma niyetinde olmadığım onlarca gerekçesi de var hâlâ Tanzimat treninde olduğumuzun.

İçinde olduğumuz zamanın ne kadar bilincindeyiz? Dünyayı ve olayları anlamlandırma çabası içindeyken güvenebileceğimiz, arkamızı yaslayabileceğimiz bir dayanağımız var mı, sahiden? Bu toprakların çocukları olarak böylesi bir entelektüel arka planın verdiği bir dayanağımız olmaksızın uzak denizlere ne kadar açılabiliriz? Açılsak da sağ salim çıkabilir miyiz? Akdeniz paradigmasını hâlen yaşatabilir miyiz? Akdeniz’in vüsatının idrâkına varmadan daha bu birikintilerde ne kadar oyalanacağız?

Kategoriler
matbuat

Tanzimat’ın Umumi Esasları

Tanzimat’tan söz açtığımızda başlı başına bir düşünce sistemiyle mukabele ettiğimizi bilmeliyiz. Zahiren görünen bütün dağınıklığına, kuramsallaşma ve kurumsallaşma yoksunluğuna rağmen Tanzimat ve kaideleri hayatın her alanını etkileyecek ve hayat üstünde belirleyici güç olacak kadar yerleşik olma potansiyeli taşıyan, – ve nitekim de olan, kökü derinlere uzanan bir olgudur.

Öyleyse, Tanzimat bir ideoloji midir? Tanzimat ideolojisinden bahsetmek mümkün müdür? Bu, pek olası görünmüyor. Başı sonu ve esasları belli bir ideolojimişçesine Tanzimat’tan söz edemeyiz. Tarihsel bağlamı içerisinde de zikredilebilecek ne bir Tanzimat kuramcısı vardır ne de dört başı mamur bir Tanzimat hareketi… 1839 Hatt-ı Hümâyun’u dahi punduna getirilerek Sultan Abdülmecid’in mührüyle imzalanmış ve tahtta çıkmasının hemen ertesinde Koca Mustafa Reşid Paşa tarafından Gülhane’de okunmuştur.

Tanzimat’ın bir ideoloji olmadığının/olamayacağının en açık ispatından biri de Tanzimat zihniyetinin bu denli uzun ömürlü, hâlâ içimizde yaşıyor olmasıdır. İdeolojiler de tıpkı eşref-i mahlûkat gibi doğar, yaşar ve ölürler. Modern birer olgu olduklarından, modern olanla mündemiç olduklarından ötürü tasniften, böylesi kategorizasyonlardan azade değildirler. Uzun ömürlü ideolojiler olabilir. Yahut kendi içinde yeni idealar var eden, onları içinde yutan dev canavarlar misali ideolojiler olabilir. Lâkin ideolojilerin de aktif olarak var olduğu bir zaman dilimi vardır. Tanzimat treni bütün arızasıyla hâlâ ağır aksak ilerlerken, modernden uzak olmak bir yana tam da modernin kendisi iken ve ölümden azade olmadığını bilerek; Tanzimat treninin süregelen zihniyetine nasıl bakacağız?

Öyleyse, Tanzimat nedir? Onu nereye koyacağız? Başlı başına bu soru bile uzun uzadıya su götürecek bir tartışmadır. Sebepleri şunlardır: Tanzimat’a nasıl baktığımız ve onu nasıl algıladığımız, belleğimizde konumlandırdığımız ideolojilerimize göre şekillenmeye müsaittir. Yine, Tanzimat’ı nasıl anladığımız ya da Tanzimat’tan ne anladığımız dünü ve bugünü belirleyecek bir istikamet tayin edecek potansiyele/kudrete sahiptir.

Celaleddin Rumî’nin dediği gibi muhakkak “dün dünde kalmıştır” ancak geride kalan ‘dün’ü belirleyecek olan ‘bugün’den başkası değildir. Bugün, Tanzimat’ı nasıl konumlandırdığımız dünü belirleyeceği gibi yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin ne idüğünü belirleyecek; bununla da kalmayıp Ak Parti döneminde de telaffuz edilen yeni Türkiye’yi anlamağa da yarayacaktır. Necip Fazıl’ın vecizesini dönüştürürsek, “Abdülhamid’i anlamak Tanzimat’ı anlamak; Tanzimat’ı anlamak yeni Türkiye’yi anlamak olacaktır.” Dolayısıyla, Tanzimat’ı anlamak bir rejim meselesidir. Sözünü ettiğimiz rejim, en dar anlâmından en geniş anlâmına kadar her bir anlamı kapsamaktadır. Rejimin dar anlâmı olarak düşünebileceğimiz Türkiye Cumhuriyeti rejiminden, çok daha geniş bir perspektifle ele alınabilecek olan İbn-i Haldun literatürüyle uzun erimli (longue düreé) bir medeniyet rejimine uzanabilecek bu çerçevenin içerisinde Tanzimat esasında yalnızca bir halkadan ibarettir. Tanzimat’ı bugün kıymetli ve ayrıcalıklı kılan yüzyıllar boyu süren medeniyet paradigmamız içerisinde hâlen içinde bulunduğumuz halka olmasıdır. Tanzimat, bugün için zincirin sırrını çözmeğe yarayacak bir hareket noktası olma işlevinden ötürü müstesna bir role sahiptir.

Tanzimat’ı nasıl konumlandıracağız, onu nasıl tanımlayacağız diyorduk. Eğer ki Tanzimat bir ideoloji olamayacak genişlikte mücerret bir kitleyse ve Tanzimat’ı bir dönemin adı olma basitliğine indirgemezsek; Tanzimat’ı nasıl göreceğiz? Tanzimat’a nasıl bakarsak onu doğru düzgün, bütün anlâmlarıyla, yanılmadan görebiliriz?

Tanzimat bir mayadır. Onun genel esası elle tutulur, sabit bir veri değeri taşımayan lâkin ruhun bedene nüfuz etmesi gibi coğrafyanın toprağına ve o topraktan neşet eden kuşaklara sirayet ediyor olmasıdır. Hamura bütün lezzetini, kişiliğini, elastikiyetini veren nasıl ki mayasıysa yahut mayasız hamurun ömrü nasıl ki kısa olursa; Tanzimat’ın dünden bugüne üzerimizdeki belirleyiciliğini böylesi bir nispette değerlendirmek elzemdir. 1800’lerden itibaren Osmanlı Devleti’nin ruhunda yer edinmiş, mevcut ruhu beslemiş, dönüştürmüş ve nihayet yerini almıştır.

Eski maya, daire-i adalet idi. Adalet dairesi, coğrafyanın topraklarından maya olarak gitgide çekilmiş ve Tanzimat mayası topraklarda daha da tebarüz etmiştir. Yeni kurulan devletin vaat ettiği ruh, Tanzimat’ın mayasını bozmaya kâdir olamamış ve Sultan İkinci Abdülhamid döneminde atılan tohumlarla Türkiye Cumhuriyeti’nin ruhunu da Tanzimat mayası ekseninde dönüştürmüştür.

Tanzimat diye fikrî ve kültürel açıdan ziyadesiyle mümbit bir dönem olduğunu hep birlikte tasdik ettiğimiz bu muğlak mefhuma, başını sonunu tayin etmekte zorlandığımız bir dönem olarak bakmaktan vazgeçip; Tanzimat’a daire-i adalet prensibinin modern bir devamı olarak baktığımızda; o günlerden bu zamana uzanan bambaşka bir bağlam ve süreklilik göreceğiz.

Dolayısıyla, kıyıda köşede kalmış ve ulaşım imkânları son derece sınırlı kalmış daire-i adalet kavramını salt bir tarihçi malzemesi/terimi olmaktan çıkararak işe başlayabiliriz.

Kategoriler
matbuat

Tanzimat Çağrışımları

Tanzimat’ın ilk çağrışımı ‘yeni’dir. Dolayısıyla, Osmanlı geç dönem siyasetinde karşılaşacağımız ilk ‘yeni’ olan Nizâm-ı Cedîd ile Tanzimat’ın başladığını ifade edebiliriz. Peki, bize Tanzimat’ı hatırlatan bu ilk ‘yeni’ neydi? Sözünü ettiğimiz bu ‘yeni’ ne şekilde ve hangi konularda tecessüm etmiştir?

Hiç şüphesiz, Tanzimat’la gündelik ve siyasal hayatımıza giren bu ‘yeni’nin taşıyıcı lokomotifi teknikti. İlk reformların çoğu askeri sahada fakat birer teknik gelişme olarak Osmanlı insanının hayatına girdi. Hatta, ilk yeniliklerin çoğu doğrudan doğruya Osmanlı insanının gündelik hayatına nüfuz etmedi. İlk teknik yenilikler, çoğunlukla askeri sahada olduğundan, Osmanlı askeriyesi ve bürokrasisi içinde gerçekleşti. Ancak II. Abdülhamid dönemine geldiğimizde, başta saat kuleleri ve fotoğraf olmak üzere söz konusu teknik yenilikler Osmanlı insanının gündelik ve sosyal hayatına temas eden bir enstrüman hâline geldi.

Tanzimat’ın teknik gelişme kadar mühim yeniliklerinden birisi de anayasal ve siyasal haklar hususundaki yeniliklerdir. Teknik gelişmeyle Osmanlı insanının hayat perspektifinin tevessü etmesiyle irtibatlı olarak Osmanlı insanı özgürlükler ve yurttaşlık hakları konusunda daha fazla talepkâr olmuştur. 1876 Kânûn-ı Esâsî’sini böyle görmek gerekir. Ancak anayasal ve siyasal hakların teknik gelişmenin arkasından ve ardından geldiğini ifade etmek gerekir. Bizde, teknik gelişmenin tecessümü demokrasi gibi taleplerden daha öncedir. Büyük Britanya’da da Magna Carta’yı saymazsak bir nebze bu şekildedir ve Sanayi Devrimi’nin var ettiği ekonomik güçle beraber anayasal ve siyasal haklar gelişmiştir. Buna mukabil, Fransız modernleşme tecrübesinde teknik çok fazla belirleyici olmamıştır. Fransız Burjuva Devrimi 1789 senesinde daha ziyade sınıfsal bir çatışmadan ortaya çıkmıştır.

Dolayısıyla, şu şekilde bir tespitte bulunabiliriz: Türk siyasi kültürünün esas karakteri değişim motivasyonundan ziyade sürekliliktir. Fransız tecrübesinin aksine, Türkiye tecrübesi belirli inkıtalar üzerinde inşa edilmemiştir. Anlaşılacağı üzere, Türk siyasi kültürü devrimler kültürü değildir. Bununla beraber, teknik icâtların halkın hayatını değiştirdiği de bir gerçektir.

1800’lü yıllarda teknik tedricen artan bir şekilde dünyada olduğu gibi Osmanlılarda da etkisini artırmıştır. Ancak tekniğin gücü büyük ve ani devrimlere sebep olmamıştır,fakat Osmanlı toplumundaki politik atmosferi, sosyal ve entelektüel hayatı tedrici olarak değiştirmiştir. Sultan II. Abdülhamit dönemi tekniğin gücünün zirveye ulaştığı günlerdendi.

Tanzimat’ın çağrıştırdığı en önemli kavramlardan biri olan tekniğin ayırt edici vasfı insanların, ya da kitlelerin hayatlarını standardize etmesidir. Farklı fikirlerde görünseler dahi tekniğin dünyasında insanların hayatı birbirine benzer bir hâle gelmiştir. Bu, tekniğin standardizasyonudur ve tüm insanlara teknik kendi ideolojisini dayatır. Dolayısıyla, şöyle söyleyebiliriz: Tanzimat’ın çağrışımı olan anayasal ve siyasal özgürlükler tekniğin dünyasında birer kazanım olarak silikleşir. Tanzimat Osmanlısında bireyler özgürleşmiştir; tebaadan vatandaşa bir geçiş olmuştur. Ancak tekniğin tektipleştirici standardizasyonu içerisinde bu anayasal ve siyasal haklar olmasını gerektiği yere Osmanlı insanını getirebilmiş değildir.

Bu sebeple, Osmanlı geç dönemine ait Tanzimat lafzından söz edildiğinde her şeyden önce yeniliğin teknikle tebarüz ettiğini bilmeliyiz. Teknik icâdın ve gelişmelerin akabinde, Tanzimat, bize anayasal ve siyasal özgürlüklerle gelen, – eski tebaa sisteminden farklı ancak hâlen tam manasıyla yurttaş bilincinin oluşmadığı yeni ve sofistike bir Osmanlı toplum yapısını hatırlatmaktadır.

Bugünkü Türkiye’nin sosyal ve toplumsal formasyonunda, en az tek parti dönemi kadar Tanzimat modernleşmesinin etkili olduğunu bilmek gerekir. 1908 yılı İkinci Meşrutiyetin ilânı, 1921 Birinci Meclisin ve 1924 İkinci Meclisin kuruluşu kadar önemlidir.

Kategoriler
matbuat

Arızalı Tanzimat Treni

Tanzimat’tan bugüne kalkan bir tren var. O trenin makinisti yahut üreticisi acaba bunca zamanın kilometresini devirecek sağlamlıkta bir icât ileri sürdüğünün ya da yaptığının farkında mıydı? Tanzimat’tan kalkan treni yeni bir devletin kurulması dahi deviremedi.

Tanzimat, içimizde ve zihinlerimizde kanlı canlı yaşıyor. Yahut şöyle söylemek daha münasip olur: Bizatihi Tanzimat devrinde yaşıyoruz. İki yüz seneye yakın bir zaman dilimi geçmiş de olsa hâlen Tanzimat aklıyla düşünüyoruz. Amel ederken bu aklın gerekliliklerine uygun olarak hareket ediyoruz. Henüz dimağlarımızda başkaca düşünmenin yolunu bulmuş değiliz. Yeni bir zihniyet inşası, düşünme sistematiği olmaksızın Tanzimat’ın ayağını kaydırmak olanaksız. Zaten, Tanzimat da bütün kudretini sahip olduğu yeni düşünce geleneğine borçlu değil mi?

Koca Mustafa Reşit Paşa’yla kurulduğunu kabul ettiğimiz Tanzimat’ı Fuad ve Âli Paşaların geliştirdiğine ve nihayet Sultan İkinci Abdülhamid’in bu garplı mefhumun kökünü kazıdığını biliyoruz. Gündelik olaylara bakarak ve belirli dönemleri referans alarak yapılacak bir tarihsel tasnif kendi içinde tutarsız da değildir. Lâkin bu sığ yaklaşımın tutarlılık arz etmesi bize dünü ve bugünü anlamağa yarayacak bir imkân vermekten uzaktır.

Tanzimat’ın ilk kökenlerini Sultan III. Selim ve II. Mahmud’un saltanat döneminde aramak gerekir. On yıllar süren bir tükenmişliğe, tagayyüre ve azan fesada yönelik bunu defetmeğe yönelik ilk nüve nerede ise Tanzimat’ın kökü oradadır. Dolayısıyla, Tanzimat’ı marazı giderme ve kötü gidişata son verme olarak görebiliriz. Bunun görünen en kuvvetli belirtisi de Yeniçeri Ocağı’nın ilgâ edildiği İkinci Mahmud’un dönemine tekâbül etmektedir. Osmanlı’da marazayı gidermeye yönelik böylesi bir çaba içerisine giren saray eliti, saray şairi yahut bir paşa daha evvelde var mıydı, bunu şimdilik bilmiyoruz.

Aslına bakılırsa, Tanzimat’ın başlangıç zamanını tayin etmekten daha mühim olan “Nasıl olur da Tanzimat treni bunca zamana direnerek dönemler, kişiler, iktidarlar, devletler, objeler, teknolojiler, kılık kıyafetler, kitaplar, şairler ve burada hepsini zikretmenin olanaksız olduğu nice pek çok şey değişse dahi sabit kalıp güzergahında seyredebilmiştir?” sorusudur. Esas peşinden gidilmesi lazım gelen soru bu olmalıdır. Tanzimat’ın başlangıcı, Osmanlı Devleti’nin içinde olduğu ‘felaketi’ defetmek derdiyle harekete geçilen ilk nüvededir. Bunu bilmek kâfidir. İlk nüvenin ‘ne zaman’ ve ‘nerede’ olduğunu tayin etmek sürekli bir ‘değilleme’ ihtimâlini barındıran bir tarihçi işidir.

Sultan II. Abdülhamid bir Tanzimat düşmanı mıydı? Yoksa, Tanzimat’ı o günlerden bu yana taşıyan başlıca aktörlerden miydi? İkincisi daha muhtemeldir. Necip Fazıl’ın dediği gibi “Abdülhamid’i anlamak her şeyi anlamak olacaktır.”

Abdülhamid’in iktidar yıllarını anlamaksızın Tanzimat’ın, – günümüz Türkiye’sini de kapsayarak, bu coğrafyanın kodlarına ne denli kuvvetli ve hangi yollarla yerleştiğini anlayamayacağız. Şöyle diyebiliriz: II. Abdülhamid’le beraber temelleri atılan ve o günden bugüne gelişen ‘çevre’ (periphery) de Tanzimat zihniyetinin en büyük taşıyıcısıdır.

Yeni Türkiye Cumhuriyeti devleti keskin bir kırılma vaadiyle Tanzimat zihniyetini bitirmek anlamında yepyeni bir imkândı. Lâkin geride kalan bir kırılma değil, adaptasyon mânâsına gelecek olan zarûri bir geçiş oldu. Böylece, yeni Türkiye, II. Abdülhamid’den ve önünü açtığı (karşılık bulduğu) ‘çevre’ ile birlikte Tanzimat zihniyetinin önemli bir taşıyıcısı oldu. İroniktir ki Tanzimat politikalarını bir süre usulca ettirip oyunu kurullarına göre oynamayı tercih eden Sultan II. Abdülhamid; ‘istibdadıyla’ bu Batıcı ve Osmanlıcı hareketin baş hasmı olmasına rağmen Tanzimat’ı bir zihniyet olarak ileriye taşımış oldu. Bunda zaman içinde Tanzimat değerlerinin II. Abdülhamid ve taraftarı ‘çevre’deki sessiz yığınların çıkarlarıyla varoluşsal bir benzerlik göstermesinin yadsınamayacak bir payı vardır.

Bir diğer paradoks ise yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti ve elitleri için Tanzimat’ın, II. Abdülhamid ve ‘çevre’sinin aksine ontolojik olarak ters düşse dahi yeni Türkiye’nin Tanzimat zihniyetinin taşıyıcısı olmuş olmasıdır. Bunun sebebini de yeni devletin tabandan değil, tepeden inmeci jakoben bir devrim olmasında aramak gerekir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu bir taraftan jakoben bir devrim olsa da milli mücadelenin ana unsuru olan halk ‘çevre’den gelmişti ve tam da bu sebeple Tanzimat zihniyeti yok olmayarak kendini devam ettirebildi.

Dolayısıyla, II. Abdülhamid saltanatıyla muhatap bulan ve sesi daha fazla duyulur olmaya başlayan ‘çevre’, Türkiye Cumhuriyeti’yle beraber uzun yıllar sönümlenerek sessiz yığın hâline gelmiş ve modern Türkiye’nin siyasal tarihi içinde zikredebileceğimiz birçok hadiseyle beraber kabuğundan sıyrılarak kaldığı yerden Tanzimat’ı ve zihniyetini var etmiştir.

Modernlikler ve Tanzimat arasındaki bağıntı iyi kurulmalıdır. Bu irtibatın arkasından karşımıza Tanzimat zihniyeti ve bu zihniyetin esasları çıkacaktır. İçinde bulunduğumuz coğrafyada ‘modern’ sözcüğü telaffuz edildiğinde aslında Tanzimat’ın kastedildiğini bilmeliyiz. Bu ülkede, ‘modern’den anladığımız dünyanın geri kalanından ve Avrupa’dan başkadır. Modernliğin bize mahsus ifadesi olarak ‘Tanzimat’ sözcüğünü kullanmak pek de yanlış olmayacaktır.

2000’li yıllarda entelektüel alışkanlıklarımız çokça Tanzimat’ı hatırlatıyor. Bu yönüyle, 2000 sonrası Türkiye siyasal ve kültürel realitesi yeni bir Tanzimat’ı hatırlatıyor. Türkiye aydını ve intelijansı tarihsel kökleriyle ve tabii olarak Tanzimat hafızasıyla davranış gösteriyor. Tanzimat aydınlanması tamamıyla yanlış değil ancak bir milletin en çok yozlaştığı dönemlere tekabül ediyor.

İlâveten şunu da söylemek mümkün: Tanzimat, bu ülkede ilk defa Türkiye milletinin tebarüz ettiği, bir kimlik olarak tecessüm ettiği ve nihayetinde de Millî Mücadele yıllarındaki fedakârlığı ve mücadelesiyle inkişaf ederek kendini yeniden var ettiği paradigmanın ve mefhumun adıdır. Düşünüş biçimlerimiz ve davranışlarımızla Tanzimat devrinden kurtularak arızalı Tanzimat treninden inmeliyiz. Bugüne mahsus, yeni ve ikinci milenyum çağına ait bir entelektüel vizyon geliştirmeliyiz.

Kategoriler
cümle yazı

hangi saat?

işlerimizi kol saatine göre mi, yoksa ezan saatine göre mi ayarlamalı?

osmanlı son döneminde ezan saatinden mekanik saate geçiş/dönüşüm, aynı zamanda bir zihniyet dönüşümüne de işaret eder.

birinden biri tercih edilmeli midir? ya da modern hayat içerisinde ezan saati işlevli hâle getirilebilir mi?

Kategoriler
matbuat

Osmanlı Aklının Batı’dan Anladığı

Ahmet Hamdi Tanpınar, meşhur edebiyat tarihi kitabında, Tanzimat’ı “bir medeniyet dairesinden öbürüne geçmek, asırlardan beri inanılmış ve uğrunda mücadele edilmiş değerler dünyasından ayrılmaya” indirger. Ancak buna katılmak mümkün görünmüyor. Zira Tanzimat salt bir Batılılaşma episodu olarak görülüp geçilemez.

Tanzimat treninin lokomotifi olan Osmanlı devlet eliti ve aydını her zaman için – 1860’lara gelindiğinde dahi Tanzimat’la gelecek yeniliklerin Osmanlı klasik geleneğinden bir kopuş olmadığını ve aynı şekilde İslâm’dan uzaklaşmak olmadığını defaatle dile getirmiştir. Hatta Tanzimat’ın öngördüğü birtakım yeniliklerle birlikte Devlet-i Âliyye-i Muhammediyye’nin eski günlerindeki gibi kudretli hâle gelebileceğine, İslâm’ın akıbeti ve dünyanın dört bir yanında yardım bekleyen Müslümanlar için bunun gerekli olduğuna dair kanaatler ağır basıyordu.

Zaten Tanzimat’ın ilk ve asli motivasyonu ‘devleti kurtarma’ arayışıydı. Bu yüzden, Tanpınar üslubunca bu arayışı ‘medeniyet dairesini değiştirme’ olarak görmek hem yanlıştır hem de vakıa böyle değildir.

Roderic Davison, muhafazakâr görüşlerce, Osmanlı son dönemindeki birtakım demokratikleşme ve parlamenter sisteme geçiş denemelerinin sonralarda günü kurtarmak için verilen birtakım ‘sahte tavizler’ olarak görüldüğünü söylüyor. Öyle ki Osmanlı’da bozulan adalet mekanizmasının düzeltmek, idareyi yeniden etkin kılmak ve ekonomik refahı sağlayabilmek için Batılı usulde reçetelerin pragmatist bir şekilde bu çerçevede uygulandığını söylüyor. El hak, haklı. Bu tespit meselenin aslını Tanpınar’a kıyasla çok daha isabetli bir şekilde yansıtıyor. Fakat Roderic Davison aynı zamanda Ahmet Vefik Paşa gibi ‘aydınlanmış kimselerin’ dahi bu düşüncede olduğunu bir miktar da şaşkınlık ve eleştiri taşıyarak ifade ediyor.

Halbuki Tanpınar’ın ima ettiği Osmanlı Türkiye’sinin Batı eksenine doğru bir geçiş yaşadığını söylemesi de Davison’ın hayret içerisinde getirdiği pragmatizm eleştirisi son derece anlamsız. Toplum gibi yaşayan organizmalar ve devlet gibi bekânın esas olduğu mekanizmalar için esas olan yaşamak, yaşatmak ve var olmaktır. Osmanlı on dokuzuncu yüzyılını da bu bağlamda düşünmek doğru olur.

Osmanlı Devleti, Tanzimat devrinde uygulamaya koyduğu birtakım reformlara ve Batı’dan aldığı yeni çağın paradigmasına uygun devlet işleyiş usullerine başvurması için zaten mevcut durumdan bir rahatsızlık gerekir. Davison’un hayret ettiği aslında sağlığından hiç mustarip olmayan bir adamın ilaç içmesi gibidir. Elbette ‘devleti kurtarmak’ arayışı çerçevesinde Osmanlı devlet eliti Batı’ya başvuracaktı. Sonraki zamanlarda ‘devleti kurtarmak’ merkezinde Yusuf Akçura’nın Üç Tarz-ı Siyâset olarak hülâsa ettiği bambaşka kurtuluş reçeteleri de arandı. 1850’lerden sonra yer yer Osmanlı siyaseti içerisinde gerilimler de yaratan farklı düşüncelerin, münferit örnekleri görmezsek hemen hemen hepsi Osmanlı’yı yeniden ayağa kaldırmak, ‘altın çağına kavuşturmak’ kaygısıyla kendi kamuoyunu genişletmeye çalışıyordu.Belki bugün Türkiye’de ‘yerli’ ve ‘milli’kavramları telaffuz edildiğinde farklı fikir ve yaklaşımların oturması gereken eksen de böyle bir zemin. Nitekim merhum Cemil Meriç’in Kabil kompleksi diyerek açıkladığı gibi “Kaçanlar ne Türk, ne aydın. Vatanlarını yaşanmaz bulanlar, vatanlarını ‘yaşanmaz’laştıranlardır.