Kategoriler
matbuat

Osmanlı, Yeniden!

Cumhuriyet devrinde tarihçilik biraz da Osmanlı tarihçiliğidir. Modern Türkiye, 1923’te cumhuriyetin ilânıyla başlayan zamanlardan itibaren kendine yeni bir Osmanlı anlatısı kurma gayreti içerisine girmiştir. Bu tabii görünebilir; yeni Cumhuriyet’in kurucu siyasi kadrolarının ve entelektüel elitlerinin yapmaya çalıştığı iş uzaktan bakınca devr-i sabık yaratmaktır. Ancak unutulmasın ki Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki bu yeni Osmanlı tarihi anlatısı kurma çabası kendi zamanında devr-i sabık yaratma amacının ötesinde doğal bir sürekliliğin sonucudur ve kendi doğal ortamı içerisinde gerçekleşmiştir.

Yeni Cumhuriyet’in Osmanlı mirası üzerine gelmesinin doğurduğu olaylardan bir tanesi de kendisine en yakın, en canlı ve en somut Osmanlı tarihini çoğunlukla görmezden gelmesidir. Bu yüzden, üniversite kürsülerinde eski Türk tarihi, Hititler, Sümer tarihi ve dili gibi konular yeniden önem kazanmış ve revaçta olmuştur. Bu suretle, Türklerin en eski tarihini ve kökenini bulma gibi anlamsız çabalara girişilmiştir.

Osmanlı tarihi zaviyesinden bakılınca o dönemde önemli sayılabilecek çalışmalardan birisi Niyazi Berkes’in Türkiye’de Çağdaşlaşma kitabıdır. Bu önemli ve uzun yıllardır kalburüstü kabul edilen çalışma resmi tarih tezi ve ideolojisinin savunuculuğunu yapmaktan ötürü ciddi eleştirilere tabi olmuştur. Tıpkı, Osmanlı İmparatorluğu’nu gerileme paradigmasından ele alan Bernard Lewis’in The Emergence of Modern Turkey (Modern Türkiye’nin Doğuşu)kitabında tutturduğu söylem ve yaklaşım gibi. Türk ve Osmanlı tarihçiliğindeki güncel ve son yaklaşımlar Berkes’e ve Lewis’e temkinli yaklaşılması gerektiğini salık verir.

Rahmetli Halil İnalcık’ın her fırsatta söylediği, – bir tarihçi olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun Batılı anlatılar karşısında aciz kalmayacağı bir tarih yazma amacını gerçekleştirmek Osmanlı tarihçiliği açısından kayda değerdir. İnalcık, ekseriyetle kuruluş devri ve Fatih-Yavuz-Kanuni dönemleri üzerinde çalışmıştır. Osmanlı son dönemi ve modern Türkiye üzerine az sayıda kıymetli çalışması vardır. Kendisinin çokça söylediği bir diğer husus ise Halil İnalcık’ı okumadan eleştirdikleri yönündedir. Bu açıdan bakıldığında, Halil İnalcık kendisini eski anlatıların bir savunucusu olarak görmez; bilakis, İnalcık yazdıklarıyla yeni nesil tarihçilere de referans olmak istemektedir.

2000 öncesi dönemde Osmanlı İmparatorluğu üzerine nicelik olarak çok akademik çalışma yapıldığını söyleyemesek de Şerif Mardin gibi isimler Osmanlı tarihçiliğine özellikle yeni bir toplumsal perspektif kazandırarak literatüre önemli katkılar yapmıştır.

2000’li yıllardan sonra Osmanlı tarihçiliğinin seyrinin değiştiğini söylemek mümkün. Hem kemiyet bakımından hem de keyfiyet bakımından Osmanlı tarihçiliği revaçtadır. Çok sayıda çalışma yapılmaya başlanmış ve bu yeni çalışmalar ‘Batılı devletler karşısında Osmanlı İmparatorluğu’ dar söyleminden sıyrılmaya çalışmıştır. Artık, 2000 sonrası dönemde, yeni sorular sormak ve kendisine yeni bağlamlar bulmak çok daha kıymetlidir. Bu yeni yaklaşımlar, dünya tarihini Avrupa merkezci bir gözle görmediği gibi dünyayı kuzey-güney ya da doğu-batı karşıtlıkları üzerinden değil bütün medeniyetleri eşit bir şekilde gören ‘yatay eksen’ üzerinden değerlendirme eğilimindedir.

Dünya tarihine yönelik bu yaklaşımın neticelerinden birisi de Osmanlı tarihini çok daha demokratik, tarafsız ve olduğu gibi anlama ve anlamlandırma çabasıdır. Tarihçilikte yeni ekoller, Osmanlı İmparatorluğu’nun Fransız İhtilali’nden itibaren içerisinde bulunduğu ‘buhranlı’ durumda olduğu gibi kendi hikâyesi ve normalliği içerisinde anlamaya çalışmaktadırlar.

Tanzimat devrinde Osmanlı Batılılaşırken İslâm’dan uzaklaşmadığı gibi Tanzimat Fermanı da metin olarak oldukça İslâmi referansları olan bir metindir. Osmanlı aydınının Avrupa karşısındaki tavrı da yalnızca Batıya öykünme ve züppeleşme olarak görünemez.2000’li yıllardan sonra Osmanlı tarihçiliğine rağbet olmasının politik bir izahı olup olmadığı tartışılabilir. Bunun bir sebebi, üniversal ekolleri ve dünya tarihini takip eden yeni tarihçilerin ve insanların varlığıdır. Öteki sebepleri arasında Tanzimat ve Osmanlı geç dönem siyaseti ile Türkiye’deki bugünkü siyasetin koşullarının oluşturduğu durum görülebilir.

Kategoriler
matbuat

Tanzimat Politiği

Sorulması gereken ilk sual şudur: Tanzimat’ın bir matematiği var mıydı? Benim vereceğim ilk cevap bu matematiğin eğer varsa da kompleks bir matematik bilmecesi olduğu yönünde.

Mukadderatında daha önce hiç olmadığı kadar kaosun, kargaşanın ve nizamsızlığın yaşandığı yıllar Osmanlı İmparatorluğu’nda Tanzimat yıllarıdır. Bu kargaşa ve karmaşa Osmanlı İmparatorluğu’na has değildir. Artık içerisinde bulunulan modern ve yeni bir dünya vardır.

Mesele, bu modern dünyayı Avrupa’dan iktibas ederek yeniliğe intibak değildir. Ki Osmanlı İmparatorluğu ekseriyetle bunu yapmıştır. Mesele, yeni dünyanın mütemadiyen dönen çarklarının arkasındaki yeni insanı keşfedebilmektir.

Osmanlı İmparatorluğu, 1850’li yıllardan itibaren yeni dünyayı keşfetmek için çaba sarf etti. Büyük ölçüde başta Avrupa olmak üzere dünyanın öte yerlerinde olan yenilikler Osmanlı topraklarında ve payitaht İstanbul’a geldi. Hatta sadece yenilikler değil Avrupa insanı da merak içerisinde Osmanlı topraklarına geldi. Ancak Osmanlı Devleti yeni dünyanın yeni insanını keşfetmek ve anlamak konusunda geç kaldı.

Yeni insan, Osmanlı İmparatorluğu’nda bir yandan tecessüm ederken öte yandan halkın büyük çoğunluğu da eski feodal alışkanlıkları içerisindeydi. Bilhassa da Avrupa’dan gelen ecnebi elçilerin ve seyyahların çektiği fotoğraf ve görüntülerde Osmanlı insanının içinde bulunduğu Doğululuk göze çarpar.

Yeni insan diye bahsedilebilecek olan bir mefhum ya da olgu Osmanlı İmparatorluğu’nda vardı. Ancak halkın ekseriyetinde Batılı insana oryantalist bir yaklaşımla ilgi çekici gelen bir Doğu karmaşası ve köylülük de Osmanlı’nın önemli şehirlerinin sokaklarında söz konusuydu.

Bir yandan da Osmanlı entelektüel ve aydını arasında, hatta bazıları devlet bürokrasisinde de yer almış yeni bir insan vardı. Osmanlı İmparatorluğu’nun yeni insanı Batı’dakinden farklıydı ama Tanzimat döneminde çoğunlukla da doğal seleksiyonlarla var olmuş yeni bir insan prototipiydi. Tanzimat döneminde Osmanlı Devleti kendi içerisinde inkişâf eden bu yeni insanı tanıyamadı ve anlayamadı. Namık Kemal, Şinasi, Ali Suavi, Ziya Paşa gibi isimler eski Osmanlı’nın yeni aydın insanları olarak Tanzimat döneminde var oldular. Osmanlı yeni insanı Tanzimat bürokrasisi ve İkinci Abdülhamit döneminde gittikçe otoriterleşen yönetimi karşısında zayi oldu. Ama şunu da ekleyelim: Belki de Sultan İkinci Abdülhamit Osmanlı’da teberrüz eden yeni insanı ve entelektüel tipini en iyi anlayanlardandı.

Tanzimat’ın matematiği tam da bu noktada bambaşka bir hâl almış ve bir çırpıda tarif edilemeyecek yepyeni bir surete bürünmüştür. Rahmetli Halil İnalcık, Tanzimat için “mücerret bir kütle” tarifini yapmıştı. Bu bağlamda, Tanzimat, içerisinde binbir türlü vakıanın cereyan ettiği “mücerret bir kütle” olarak görülebilir. Theodor W. Adorno tabiriyle söylersek bir tür Minima Moralia… Özelden genele doğru bir geçiş, küçük parçaların var ettiği büyük resim. Ya da öznel dünyaların var ettiği bir çoklu gerçeklik ve büyük anlatı.İşte, bu kütlenin makro politik mânâda tasvirinin iyi yapılması ve resmedilmesi gerekir. Şüphesiz, büyük resimde bir tasvir yapılırken mikro olarak Osmanlı yeni insanı da burada yer alacaktır. Önemli olan kişisel hikâyelerin gerçeklik payını anlayarak ya da öznel gerçekliklerle çelişmeyen bir büyük anlatı kurabilmekte ve bu Tanzimat anlatısını modern Türkiye’yi anlayacak şekilde kavramsallaştırabilmetktir.

Kategoriler
matbuat

Reisin Görünmez Eli

Malum olduğu üzere Osmanlı İmparatorluğu devrinde padişahlar ya da mülkü temsil eden idâreciler arasında ‘tebdil-i kıyafet’ geleneği yaygındı. Yani, padişah ya da idâreciler tanınmayacak bir hâl ve kıyafet ile halkın içine inerlerdi. Buradaki kılık kıyafet değiştirmenin ve halkın tanımayacağı bir hâl üzere sokağa inmekte maksat memleketin ve halkın içerisinde bulunduğu vaziyeti en doğal hâliyle ‘olduğu gibi’ müşahede edebilmekti.

Eh, resmi kıyafetle ve makam sahibi olarak halkın içinde olmak bir tür müsamere hâline gelmesi pek muhtemel bir durum. Başkana iyi görünmek isteyenlerden tutun da kendi ikbâlleri için problemleri ve halkın sıkıntı ve şikâyetlerini örtbas etmek isteyen yöneticiler de olabilir.

İşte, tam da bu yüzden mülkü temsil eden ve adaleti ayakta tutan idârecilerin Osmanlı Devleti devrinde ‘tebdil-i kıyafet’ ile iş görme ve memleketteki marazları giderme yöntemi adalet dairesinin bir parçasıydı.

Tabi, o vakitler nüfus bu denli kalabalık değil; şehirlerimiz bu kadar geniş, kalabalık ve kompleks değildi. İnsan hâliyle düşünüyor… Bu denli gelişmiş ve kalabalık büyükşehirlerde belediye reisinin ‘tebdil-i kıyafet’ ile halkın dertlerini dinlemesi ne kadar mümkün olabilir ki?

Zaten aslında mesele halkın dertlerini sokaktaki insanların ağzından dinlemekten ibaret değil. Şehrin eksiklerini ve noksanlıklarını mahir bir noktainazarla tespit edebilmek ve gerekli aksiyonu alabilmek.Samsun da dahil olmak üzere birçok şehirde sokaklarda dolaştığınızda böylesi o kadar çok noksan var ki…

Uzun zamandır ne zaman sokakları arşınlasam, lokantalara gidip, kahve içmeye oturup, otobüslere ya da tramvaylara binsem gözüme binbir türlü eksik ve köylülük kokan zafiyetler çarpıyor.

İşte, tam da bu sebepten ötürü reisin şehrin sokaklarında görünmez elleri olması gerektiğini düşünüyorum. Yeni bir düşüncem değil. Çok uzun zamandır bu fikirdeyim ancak kimsenin umursadığını henüz görmedim.

Her şeyden önce ahlâklı ve bunun da ötesinde marifetli ve şehirdeki eksiklikleri görebilen ve o eksiği giderebilecek bir elin parmağını geçmeyecek kişilerin vasıtasıyla Samsun’un bambaşka bir şehir olabileceği kanaatindeyim. Yani, bu kişiler bir nevi maestro olmalı. Fenerbahçe’de Alex de Souza nasıl bir karakterde oynamışsa, aynı şekilde Samsun şehrinin görünmeyen yüzünün aynası olmalı.

Bu sayede, bugün, ‘tebdil-i kıyafet’ ile halka inmek mümkün olmasa da reisin görünmez elleri vasıtasıyla birçok yapılamayan ama oldukça elzem olan hizmetler bu şehrin insanlarına sunulabilir. Bir şehri yönetirken rutin işleyişin dışına çıkmak, ayrıntılardaki insanların dertlerine derman olabilmek önemlidir.

Samsun bambaşka bir gözle idâre edilmeyi hak ediyor. Büyük projeler, rutinleşmiş festivaller, altyapı çalışmaları bir şehir için önemli olsa da sokaktaki insanların gündelik hayatlarına dokunabilmek için bambaşka bir perspektif ve yaklaşım icap ediyor.

Ve bu ancak bir belediye reisinin ya da idârecinin ‘görünmez elleriyle’ olanaklı olabilir. Sokaktaki insanların tanımadığı ve bilmediği ancak idârenin iradesini ve mülkün temsilini sapasağlam bir şekilde ortaya koyacak ehil insanlar… İfade etmeye çalıştığım bu ehil insanlarla ‘görünmez el’ tesis etmek hafiyelik cinsinden olabilecek bir icraat değil. Yani, bir asayiş faaliyeti değil. İmar ve ihya meselesi.Zor değil… Bu ülke ve bu şehir sıra dışı icraatlar ile hizmet görmeyi hak ediyor. Bürokrasinin dışına çıkmak ve halkın bir parçası olmak bazan meşakkatli olsa da ‘görünmez eller’ ile bambaşka bir Samsun olabilir. Samsun sokaklarında dolaşırken edindiğim intiba ve hissiyatım bu yönde. Böylesi fikirleri dizi senaryolarına ve filmlere bırakmamak ve icraata geçirmek mümkün.

Kategoriler
matbuat

Tanzimat’tan Modern Türkiye’ye

Üniversite yıllarından beri sürdürdüğüm bir tezim var: Hâlen Tanzimat ruhuyla yaşıyoruz. 1800’lü yılların başlangıcından Sultan II. Abdülhamit dönemine kadar cereyan edenler olaylarla ikinci milenyum çağında Ak Parti iktidarı sürecince gerçekleşenler arasında sadece hadiseler üzerinden bir bağıntı kuramayız; Tanzimat ve Ak Parti döneminde siyasetten meselelere yaklaşım, icraatçı zihinler ve toplumsal yozlaşma cihetlerinden zihinsel bir benzeşim olduğunu ifade etmemiz gerekir.

Aslına bakılırsa, Tanzimat’ın sirayet ettiği dönem sadece Ak Parti’nin iktidar yılları değildir. Bizatihi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu takip eden tek parti döneminde gerçekleşen ‘reform’ çabalarında da Tanzimat’ın tesiri hissedilebilir. Hayatta kalmak için eski ‘altın zamanlara’ dönme çabası ve Batılılaşma üzerinden Avrupa’ya öykünme söz konusudur. Cumhuriyet kuruluş zamanlarında da ‘muasır medeniyetler’ seviyesini elde edebilmek için yine Batı medeniyeti marazı giderecek anahtardır.

On dokuzuncu yüzyılda, II. Abdülhamit’e kadar Batılılaşma serüveni âdeta bir program çerçevesinde cereyan etmiştir. Bilhassa da Londra ve Paris, Osmanlı entelektüelleri ve devlet adamları için örnek alınması gereken birer merkezdir. Sultan II. Abdülhamit’in ve Sultan V. Murat’ın da amcası Abdülaziz’le beraber Paris’e ve Londra’ya şehzadelik yıllarında gittiğini unutmamak gerek. II. Abdülhamit tahta geçinceye dek Tanzimat bir manifesto ruhuyla birbirini ardı sıra takip eden anayasal, siyasal ve teknik reformlarla gerçekleşmiştir.Bu tavır bize Ak Parti’nin kuruluşundaki ve takip eden ilk iktidar yıllarındaki proaktif ve reformist siyasetini hatırlatır. Benzer şekilde, II. Abdülhamit’in iktidar yılları da Cumhur İttifakı teklifiyle Türkiye’nin Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçişiyle hissedilen kısmen içe kapanık dönemi çağrıştırır.

Tanzimat’ın temel felsefesinin Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkılmaktan kurtarmak ve tagayyür ve fesadı defetmek olduğunu söyleyebiliriz. Osmanlı aydınının ve üst düzey devlet adamlarının karşısında örnek alınabilecek Batı’dan başka bir model yoktu. Endüstri Devrimi’nin teknik vasıtasıyla gerçekleştirdiği makine gücü karşısında Osmanlıların el işi tezgâhlar dışında sahip olduğu bir üretim aracı yoktu. Yine, 1789 Burjuva Devrimi öncesindeki entelektüel hazırlık dönemi gibi Osmanlı aydının kendisine ait geliştirdiği gelenekten gelen bir fikriyat yahut entelektüel mülahaza da yoktu. Fransız İhtilali’yle kapitalist bir devlet kurma amacıyla halk kralları yerinden ederken; Osmanlı İmparatorluğu’nda halkın ekseriyeti Osmanlı padişahına muhabbet besliyordu ve Osmanlı aydını arasındaki padişaha yönelik eleştiriler Osmanlı padişahının siyasetine yönelik eleştirilerdi, Osmanlı padişahlık müessesine karşı değildi. Bu vesileyle, şöyle bir tespitte de bulunabiliriz: Endüstri Devrimi’nin ve Fransız İhtilali’nin büsbütün kapitalist saiklerle cereyan ettiği vakıasından hareketle Türkiye topraklarında, bir yandan kapitalist bir eğilim olmasına ve kapitalist teşebbüsler reformlar suretiyle ortaya çıkmasına rağmen bu topraklarda 20. yüzyıldan önce kapitalist bir paradigma ortaya çıkmamıştır. Batı medeniyetindeki kapitalist eğilimler birtakım yenilikler olarak arkadan arkaya uygulanmaya çalışılmıştır.

Ancak II. Abdülhamit döneminde Tanzimat politikalarına ilişkin karşımıza bir farklılaşma ortaya çıkar. 1876 Kânûn-ı Esâsî’nin askıya alınması ve meclisin II. Abdülhamit tarafından kapatılmasıyla Tanzimat’ın devam eden ruhunda bir aksaklık ortaya çıkmış görünmektedir. Tekniğe çok meraklı olan II. Abdülhamit’in iktidar yıllarında ‘kapalı bir modernleşme’ görünür. Anayasal ve siyasal haklar askıya alınmış görünmektedir ancak Tanzimat modernleşmesi kendisine yeni bir surette akacak bir yol bulmuştur. Dolayısıyla, II. Abdülhamit Tanzimat’tan gelen modernleşme taleplerini baskılayarak Tanzimat’ı halkın ve Osmanlı entelektüel çevrelerinin nezdinde talep edilir ve arzulanır bir hâle getirmiştir.

Burada şöyle bir not da düşelim: Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu keskin bir kırılma (certain break) değil, yumuşak bir geçiş (soft transition) olarak ortaya çıkmıştır. Birçok radikal devrim niteliğindeki değişimlere rağmen Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarındaki reform ve yenilik fikirlerinin neredeyse tamamının tohumu II. Abdülhamit zamanında atılmıştır. Yeni devletin kuruluşunun siyasal açıdan II. Abdülhamit döneminde aslında gerçekleştiği kanaatindeyiz.

Çünkü II. Abdülhamit döneminde ilk defa tecessüm eden ‘çevre’ (periphery) Tanzimat zihniyetinin temel taşıyıcısıydı. İşte, bu ‘çevre’, Cumhuriyet döneminde kurtuluş mücadelesi içerisinde 1920’de kendisine yer bulmuştur ancak 1924 anayasasını yapan ikinci mecliste birdenbire bu ‘çevre’ kaybolmuştur.Sözünü ettiğimiz bu ‘çevre’ kendisini Türk siyasal hayatında belirli dönemlerde belli etmesine rağmen esas olarak 2000’li yıllardan sonra Ak Parti döneminde kemikleşmiş bir kitle olarak kendisini yeniden var etmiştir. İşte, tam da bu sebeple, II. Abdülhamit dönemi ve Ak Parti iktidar yılları arasında analoji yapmadan siyaseten bir duygudaşlık olduğunu tespit ediyoruz. Bunun da ötesinde, aslında III. Selim’le başlayan ve 1839 Tanzimat Fermanı’yla resmiyet kazanan Batılılaşmaya müteveccih reform hareketlerinin II. Abdülhamit döneminde haddizatında bitmediğini; yeni bir safhaya geçtiğini söylüyoruz. Türkiye topraklarındaki bu ‘çevre’ siyasal açıdan reformların, yeniliklerin, sermayenin ve büyük oranda anayasal ve siyasal hakların taşıyıcısı konumundadır. II. Abdülhamit’in iktidar yıllarında böylesi bir ‘çevre’ olgusunun tecessüm ettiğini ve modern Türkiye Cumhuriyeti’nde de devam ettiğini söyleyebiliriz.Tanzimat treninin ‘arızalı’ olduğunu ironik biçimde ifade etmek istiyoruz. Çünkü Tanzimat politikaları bu ülkede ekseriyetle dün olduğu gibi bugün de hep ‘günü kurtarma’ amacıyla ortaya çıktı. Bizde kurumsallaşma ve kuramsallaşma pek olmadı. Yani, devlet kurumları ve serbest piyasadaki şirketler hiçbir zaman tam mânâsıyla kurumsal bir hafızaya sahip olmadı. Benzer bir şekilde, sosyal bilimler alanındaki entelektüellerimiz ve düşünürlerimiz de kendisine mahsus bir kuramsallaşma çabası içinde olmadı ya da bu topraklarda bir geleneksellik içerisinde kuram geliştirme imkânı bulamadı. Türkiyeli olmak kendisine mahsus bir aidiyettir, diyebiliriz. Böyle söylemek hem doğrudur hem de bir avuntudur. Tanzimat, modernleşme tecrübemizin bize ait olan ve hâlen hâletiruhiyesini muhafaza ettiğimiz ilk nüvedir.

Kategoriler
matbuat

Madleen’in Gazze Yolculuğu

Mavi Marmara gemisinin Gazze yolculuğundan sonra Gazze’yeyol alan en ciddi girişim Madleen gemisindeki 12 aktivistinİtalya Sicilya’dan kalkan gemiyle Gazze’ye doğru yol alması oldu. Madleen küçük bir yelkenli. Mavi Marmara gemisine kıyasla hem aktivist sayısı hem de geminin büyüklüğü açısından çok daha ufak çaplı bir girişim. Ancak sembolik bir değeri var. Madleen gemisi, Özgürlük Filosu Koalisyonu (Freedom Flotilla Coalition) organizasyonuyla geçtiğimiz hafta Gazze açıklarına vardı.

Geçtiğimiz günlerde Gazze yakınlarında 12 yolcusuyla beraber Madleen gemisinin etrafı İsrail gemileri tarafından kuşatılarak gemi Aşdod limanına çekilmiş ve Madleen’deki aktivistler tutuklanmıştı. Bu yazıyı tam da Madleen gemisinin Gazzeaçıklarında İsrail gemileri tarafından durdurulduğu sırada yazıyorum.

Şimdi, ne olacak? Henüz bilmiyoruz. Beklenen Madleen gemisindeki aktivistlerin herhangi bir yaralanmaya maruz kalmadan ülkelerine iade edilmeleri. Zannediyorum bu yazı baskıya gittiğinde Madleen gemisindeki 12 aktivist serbest bırakılarak ülkelerine iade edilmiş olacak.

Gemide Türkiye’den bir isim de var. Madleen gemisindeki 12 kişi içerisinde Türkiye’den de Şuayb Ordu bulunuyor. Ayrıca, Almanya vatandaşı bir Türkiyeli olan Yasemin Acar da gemidekilerden. Yine, İsveçli iklim aktivisti Greta Thunberg de Madleen gemisinde bulunan aktivistler arasında. Bu yazıyı gazeteye gönderdiğim sırada 12 aktivistin ülkelerine iade edildiği haberi ulaştı. Türkiyeli aktivist Şuayb Ordu, Yasemin Acar’la birlikte iade edilerek Almanya’ya geldiğinde “Gazze’deki ablukayı kırmak için Gazze’ye geri döneceğiz.”dedi.

Madleen gemisinin ismi Filistin’in ilk kadın balıkçısı Madleen Kulab’tan geliyor. Madleen Kulab, 30 yaşında 4 çocuk annesi bir kadın. İsrail ablukasına ve İsrail askerlerinin baskısına rağmen Gazze sahillerinde yıllarca denize açılarak balık tutuyor ve babasıyla beraber balıkçılıkla geçimini sağlıyorlardı. Ayrıca, mevsimlik deniz ürünlerini pişirip satıyorlardı. Ancak 2023 yılında İsrail’in Filistin’e karşı başlattığı savaş Madleen Kulab’ın hayatını kökten değiştirdi. Madleen Kulab, bu savaşta önce babasını kaybetti. Ailesiyle birlikte savaş sebebiyle sürekli yer değiştirmek zorunda kaldı.

Gazze ya da Filistin meselesi, herkesin kendi vicdanının muhasebesinin kendi içerisinde yapmakla mükellef olduğu bir mesele. Filistin toprakları, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışının ardından yirminci yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren tedricen işgal edilmiş yerler. Kudüs’ün özgürlüğü ve siyonizme karşı Kudüs’ün Müslümanların idâresinde bulunması da tıpkı Filistin topraklarının işgalden kurtarılması kadar önemli. Bu sebeple, tam aksine, İsrail binbir türlü girişimle Kudüs’ü kendi yönetimi altında tutmak istiyor.

Geçtiğimiz günlerde Netanyahu’nun yaptığı bir açıklama enteresan: “Bazıları benimle aynı fikirde olmasa da, Osmanlı İmparatorluğu’nun yakın zamanda geri döneceğini düşünmüyorum, dönmeyecek.” Çünkü Filistin ve dolayısıyla Kudüs özgürlüğünü ve bağımsızlığını Osmanlı fikrinin yok olmasıyla beraber kaybetti. Dikkatinizi çekerim sadece Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışı olarak durumu tanımlamıyorum; Filistin ve hatta öteki coğrafyalardaki Osmanlı toprakları, Osmanlı fikrinin ve idâre anlayışının kaybolmasıyla beraber yirminci yüzyılda tedricen işgal edildi.Yirminci yüzyılda, Osmanlı İmparatorluğu daire-i adaletprensibinden uzaklaşarak kayboldu.

Gazze, kanayan yaramız. Filistin, bu ülkedeki Müslümanların ve bütün dünyadaki insan hakları aktivistlerinin sahip çıkması gereken en büyük dava. Herhangi bir din, dil ve ırk ayırt etmeksizin Filistin’in sesi olmak, Gazze’ye sahip çıkmak ve Kudüs’ün özgürlüğünü savunmak her şeyden önce bir insan olarak en büyük vazifemiz.

İsrail’in katliamına ortak olan markaları boykot etmek belki de kalben buğuz etmenin ya da dilimizle bir noksanı düzeltmenin ötesinde elimizle bu zulmü durdurabilecek en önemli protesto biçimi. Tıpkı öteki konularda olduğu gibi boykot da herkesin kendi vicdanı çerçevesinde hayat bulabilecek meselelerden.

Bugün dünyadaki en büyük vicdan muhasebesinin muhatabı Gazze. Herkes kendi vicdanı içerisinde bu büyük sınavdan geçmek ve geçememek arasında kendi imtihanını veriyor.

Unutulmasın ki Müslüman olarak vicdanen, ahlâken ve adalet mucibince verilmesi gereken imtihanlar en az Müslümanlığın şeklî vecibeleri kadar önemlidir. Aslolan ve yakışık alan Müslüman olarak hem ahlâken hem de İslâm’ın zaruriyetleri bakımından bir terkip meydana getirmektir.

#WeAreMadleen

#BreakTheSiege

Kategoriler
matbuat

Trrrrrum, Trak Tiki Tak! Amerikanlaşmamak İstiyorum

Türkiye’de insanların gündelik hayatı gayriihtiyari olarak ne denli Amerikanlaşmış ise; o nispette toplumsal ve entelektüel hayatımızda Amerikanlaşmama ya da Amerikan karşıtlığı temayülü vardır. Bilhassa da entelektüel bir duruş/omurga ortaya koyabilmek açısından, – her ne kadar Amerikan üniversiteleri akademik olarak dünyanın en iyilerinden olsa da Amerikan vahşi kapitalizmi okuyup yazarak dirsek çürütenler için fikirsel ve ilkesel olarak vicdanen sığınılacak doğru liman değildir. Nihayetinde, fikir hayatı ve sosyal bilim yalnızca üniversite eğitimleriyle sınırlı olmayacak kadar cihanşümul ve beynelmileldir.

Teknik dünya, 17. yüzyıldan itibaren Büyük Britanya’da ilk defa ortaya çıktı. Endüstri Devrimi’yle başta Manchester gibi şehirlerde buharlı gemiler, makineler ve ‘fabrika’ üretimi meydana çıktı. İşte, bu sanayi kuvvesi Afrika’nın sömürüsünün de yolunu açtı. Ancak bu madalyonun bir yüzüydü. Avrupa, elinde bulundurduğu teknik güçle birlikte Afrika’yı sömürüyordu ancak kimseye inanabileceği güzel bir dünya hayatı vaat etmiyordu: Sömürüyordu ve para kazanıyordu.

Amerika, dünyanın öteki milletlerine bu teknik dünyanın ne kadar inanılır ve yaşanılır olduğunu ispat etti. Zaten, Amerika kıtasının kuzeyinde 18. yüzyılda kurulan devletin ayrıştırıcı vasfı ‘birleşik devletler’ olmasındaydı. Ulus devletlerin ve faşizan yönetimlerin Avrupa’da ve oradan neşet ederek yayılan Ortadoğu ülkelerinde 20. yüzyılda ortaya çıktığını göz önünde tutarsak; Amerika’nın tıpkı Osmanlıcılık siyasetinde olduğu gibi ‘milletler şemsiyesi’ olarak kurulduğunu ve bu hususiyetini muhafaza ettiğini burada önemli olarak kaydetmeliyiz.

Walter Benjamin’in “teknik olarak yeniden üretilebilirlik” makalesindenilhamla diyebiliriz ki Avrupa’da bir endüstri ve sömürü aracı olarak tecessüm eden tekniği Amerika büyülü bir dünyaya dönüştürerek gündelik hayatlarımız için tahammül edilebilir hâle getirmiştir. Bu dikotomi belki modernden post moderne geçiş olarak da okunabilir.

Teknik dünya, modern sıradan insanı kendi sultası altına almıştır. Fikirler ve ideolojiler farklılaşmasına rağmen insanların hayatı birbirine benzeşmiştir. Marx’ın terminolojisine göre söylersek; altyapı unsuru olarak teknik makineler, üstyapıyı oluşturan siyasetten eğitime kadar birçok alanı etkilemiştir. Ancak insanla makineler arasındaki bu otorite dengesini değiştirecek bir şey vardır: Savaş! Bu yüzden, modern devletler savaşın peşindedir. Ingeborg Bachmann da Frankfurt Dersleri’nde böyle söyler. Savaşla ortaya çıkan devasa güç ve harmoni insanın teknik dünyada makineler üzerindeki egemenliğini teyit eder.

Nazım Hikmet’in 1923 senesinde Moskova’da yazdığı “Makinalaşmak İstiyorum” şiirinde müstehzi bir biçimde makinelere meftunluğunu ifade etmesi gibi teknik dünya insanı kendisine çekmektedir. Birey olarak insanı modernleştirmekte ya da modernleşmiş insanı teknik dünyanın ‘aurası’ içine almaktadır. İşte, Nazım için makineleri cazibeli kılan teknik dünyanın Amerikanlaşmaya o yıllarda başlamasıdır.

Antiemperyalist ve antikapitalist duruşu olan Nazım Hikmet, makinelerle gelişen teknik dünyayı hicvederek nasıl ki ikili bir durum ortaya koymuşsa; işte, Amerikan tarzında yaşarken Amerikanlaşmamak istemek fakat Amerikanlaşmak da böyledir. Nazım’ın tenkit ettiği ve pozisyonel olarak karşıt konumlandığı makinelerin harmonisinden etkilenmemek yahut Amerika’nın var ettiği çok kültürlü ve desenli ‘harikalar diyarının’ cazibesine kapılmamak elde değildir.

Bütün muhalefete rağmen milletleri bir araya getiren Amerika’nın çekiciliğivardır. Her ne kadar yabancı düşmanlığı, ifade özgürlüğü, şiddet olayları cihetinden bir sürü münferit hadise Amerika’da cereyan ediyor olsa da geç keşfedilmiş bu topraklarda insanlar arasındaki dinsel, ırksal, kültürel çok renkliliği fark etmemek elde değildir.

Bütün Amerikanlaşmama saiklerine rağmen yine de Amerikanlaşmamızın ardında yatan sebep(ler) üzerine düşünüyorum. Bu yazıyı yazma niyetim ya da Amerikanlaşmamayı entelektüel namus gereği önemli görmeme rağmen Amerika’nın büyülü dünyasında Avrupa’da olmayan ya da Türkiye’de rastlanmayan ne olduğu hakkında da fikir yürütmeye çalışıyorum. Mesela, Amerika’da Vaşington’da geçtiğimiz haftalarda düzenlenen ‘Ulusal Dua Günü’nde ezan okunduğunu ve Donald Trump’ın eşiyle birlikte ezanı dikkatle dinlediğini görüyoruz. Bir defa, Amerika gibi bir ülkede ‘dua günü’ temalı etkinliğin olması enteresan görünüyor. Ancak tam olarak öyle değil. Böylesi bir ‘dua günü’ etkinliği tam da Amerika’ya uyacak bir The Sims vari dinsel törendir. Ancak yine de bu önemlidir. Trump’un önceki döneminden daha farklı bir tutum içerisinde olduğunun sinyallerinden biridir. Yine, Amerika’nın İslâm dininin yaşanması bakımından Türkiye’den ve öteki Müslüman ülkelerden sonra Avrupa’ya kıyasla en elverişli yer olduğunu söyleyebiliriz.

Ama yine de biz Amerikanlaşmamak isteriz çünkü bütün bu çok kültürlü ve milletli formasyon bir nevi kimliksizleştirme gibi hissedilir. Osmanlı milletinden olduğumuzu ve Tanzimat fikriyatının etnisiteleri bir araya getirdiğini çoktan unutmuşuzdur. 20. yüzyılda ulus devletlerin etkisi yeterince kuvvetlidir ve bugün dahi hissedilir. Amerikan milleti kavramı uzak kıtanın yerlilerinde kalmış olsa da Amerika da ulus devlet formasyonundan nasibini alır ve kendisine ulusal bir nitelik kazandırma çabası içerisindedir.

Kategoriler
matbuat

İstanbul Hatırası

Lise hayatımın son iki senesini parasız yatılı olarak İstanbul’da geçirdim. On yedi yaşımda lise tahsilime devam etmek için İstanbul’a gelmiştim. Yenibosna’da Prof. Dr. Mümtaz Turhan Sosyal Bilimler Lisesi’ninöğrencileri ve mezunlarıyla Türkiye’deki en kaliteli ortaöğretim kurumlarından biri olduğunu bizzat tecrübe ettiğimi söylemeliyim.

Çocukluğumda İstanbul’a birkaç kez gelmiş olsam da parasız yatılı olarak on yedi yaşımda ilk defa İstanbul’u kendi ayaklarım üzerinde tanımaya başladım. İstanbul’a erken gençliğimde tek başına gelmek bambaşka bir duygu ve perspektifti. 

Yenibosna’dan okul arkadaşlarımla en çok Eminönü’ne, Sirkeci’ye, Çemberlitaş’ta Çorlulu Ali Medresesi’ne ve Vefa’nın dar sokaklarına giderdik.

Sinemaya gitmek için ya da tavla oynayabileceğimiz bir kafeye oturmak için çoğunlukla Beyoğlu’na giderdik. Galatasaray Lisesi’nin hemen karşısındaki kaldırım taşında oturmayı ve İstiklal Caddesi’nden geçen insanları bel hizasından seyretmeyi o zamanlar ilk defa sevmişimdir.

Yine, lisede bir defasında Mecidiyeköy’den belediye otobüsüne binip Silahtarağa’ya gittiğimi, İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Alan Duben’i ziyaret edip ‘üniversite kavramı’ hakkında görüştüğümü ve fikirlerini aldığımı hatırlıyorum.

Bir defasında da eski dostum Oğuz Melik’le Tekel Sahnesi’nde oynanan Georg Büchner’in Woyzeck tiyatro oyununu seyretmek için Üsküdar’a vapurla gitmiştik. Ama kendi başımıza vapurla ilk defa gitmenin acemiliğiyle geç kaldığımız için tiyatro oyununu seyredememiş ve Üsküdar meydanını gezip geri dönmüştük. Üsküdar’a ilk gidişim on yedi yaşımda bu zaman oldu. O zamanlar, henüz telefonların müzik çalmadığı yıllarda, iPod’umdan çokça Teoman dinlemeyi severdim.

Ama sonrasında üniversiteyi İstanbul Şehir Üniversitesi’nde Altunizade’de geçirmiş olduğumdan, Üsküdar, İstanbul’un en sevdiğim ve zaman geçirdiğim mıntıkalarından olmuştur. Bana kalırsa Üsküdar’ın her semti kendi başına ayrı bir güzelliktedir. Beylerbeyi, Çengelköy, Kuzguncuk başlı başına kendilerine mahsus karaktere sahip yerlerdendir. Yine, Kadıköy’e bağlı olan Koşuyolu civarında dar sokaklar arasında gezinmek de İstanbul’u sevmek için yeterli sebeplerdendir.

Tabi, eskilerin çok defa söylediği gibi ‘İstanbul, eski İstanbul’ değil. Rahmetli Ara Güler’de bir röportajında İstanbul’un İstanbulluluğunun kalmadığını söylediğini hatırlıyorum. Şimdilerde İstanbul bolca araç ve insan trafiği demek. Hâliyle sokaklar ve dükkânlar da daha steril. İstanbul’un eski yerli insanlarıyla karşılaşmak daha az muhtemel. Böylesi daha iyi bir şey midir, açıkçası onu bilemiyorum. Çünkü eski yerli insanların olduğu bir İstanbul, her mahalle için geçerli olmasa da bir yönüyle daha fazla fakirlik demekti.

İstanbul’a lise okumak için ilk defa gittikten sonra yaklaşık yedi yıl İstanbul’da kaldım, İstanbul’u tanıdım ve sevdim. Daha sonra Ankara’da yüksek lisansımı yapıp, çalışmak için tekrar İstanbul’a döndüm. Bu sıralarda, İstanbul’da sürekli olarak yaşamasam da İstanbul’a gidip gelmeye çalışıyorum. Açık yüreklilikle söylemeliyim ki hâlen İstanbul’un merkezi semtleri gezip görmek için en iyi yerlerden. Eski şehir, ne denli tereddi ederse etsin, İstanbul için ticaretin devam ettiği bir kalp konumunda. Ancak artık eski İstanbul’un ötesinde apartman tarlalarının olduğu bambaşka bir İstanbul var. Bu yeni İstanbul ve merkezden uzakta yaşayanlar Türkiye’nin hâlen yeni sayılabilecek bir sosyolojik gerçeği. Buralarda bambaşka kaliteli hayatlar var. Ancak İstanbul’un eskilerinin yaşadığı ‘kaliteli’ hayatlardan daha farklı bir sosyolojik bir formasyona sahip.

Yine de diyebiliriz ki Osmanlı payitahtı İstanbul, kendisine mahsus karakteri ve güzelliğiyle İstanbul’dur; İstanbul’dan ötede kalan yerler ne denli gelişmiş olursa olsun taşradır, vesselam.

Kategoriler
matbuat

Yeniye Olan Merak

1789 yılında Fransa’da Burjuva Devrimi cereyân ettiği sıralarda Sultan III. Selim henüz yeni tahta çıkmıştı. Daha şehzadelik yıllarından tasarladığı Yeni Düzen (Nizâm-ı Cedid) fikri bizdeki ilk ‘yeni’dir. Lale Devri’ni tam mânâsıyla bir yenilik olarak sayamayız. O günden bugüne bu topraklarda ‘yeni olanı’ arayışımız hiç bitmedi ve hâlâ da devam ediyor.

Peki, neden mütemadiyen kendimize bir ‘yeni’ bulma ihtiyacı içine girdik? Bunu ancak bugünden geriye doğru bakarak anlayabiliriz. Yaklaşık son iki yüz yıl evvelde ne yaşandığına bakmalıyız.

Her şeyden önce, Endüstri Devrimi’yle beraber yeni bir ‘teknik dünya’ oluştu. İçten yanmalı motorun icâdı, buharlı makineler ve gres yağıyla metal elementi daha önce olmayan bir şekilde kullanılmaya başladı. Makine ilk defa ortaya çıkmasa dahi demir çelikten yapılmış makineler tarihte ilk kez görüldü. El işi tezgahların yerine seri üretime imkân veren fabrikalar kurulmaya başladı. Bütün bu teknik dünya yepyeniydi. Biz de zamanın bir icabı olarak bu yeni teknik dünyayı Avrupa’ya bakarak ikame etmenin peşine düştük.

Burada, Avrupa iyiydi biz kötüydük demeyeceğim. 1800’lerde yeni bir teknik dünya kuruluyordu ve Batı dünyası karşısında Osmanlıların pek de mahsulü olmayan bir bilinmezlik söz konusuydu. Entelektüel cihetten Aydınlanma ve Rönesans yaşamış Avrupa’ya mukabil Türkiye topraklarında zihinsel bir inkişâf yaşanıp yaşanmadığını ben bilmiyorum. Yine, fennî sahada, İngilizler modern makineyi icât edip sömürgeciliğe başladığında, Osmanlı İmparatorluğu’nun kendisine mahsus bir teknik sermayesi yoktu. 

Dolayısıyla, bizdeki ‘yeni’, – icât olmaktan ziyade, treni kaçırmamak için Batı’ya öykünmedir. 1800’lerden beri bu yeni modern teknik dünya bizim için efsunludur. Avrupa’ya giden devlet adamlarının, gazeteci ve muharrirlerin tavırlarından bu anlaşılabilir. Cumhuriyet döneminde bile 2000’li yıllara dek Avrupa’da bizde olmayan, soğuk, rasyonel başka bir dünya vardı.

Yeni teknik dünya mühendislikten ibaret değildi; her mühendisliğin bir fikir ve mantalite içermesi gibi bir ideolojiydi. Hatta, bu yeni teknik ideolojinin bütün efkârın üstünde bir süper ideoloji olduğunu söyleyebiliriz. Son iki yüz yılda lokomotifler ve gemilerle bir ticaret imkânı doğmasıyla eş zamanlı olarak Avrupa ülkelerinde anayasacılık, gazeteler, aydınlanma fikirleri ve entelektüel intelijans görünür oldu. Elbet, bu yeni ‘kamuoyu’nun tek nedeni teknik değildi.

Yeniye olan tecessüsümüzün ticari ve teknik yönünün ötesinde siyasi bir boyutu da olduğunu söylemeliyiz. Endüstri Devrimi’yle beraber Avrupa feodalizmi terk etti. Yani, kendini Orta Çağ Avrupası olmaktan kurtararak yeni bir safhaya geçti. Aslında, daha evvelde İstanbul’un fethinde ateşli silahların kullanılmasıyla feodalizm son bulmuş ve mutlak monarşiler güç kazanmıştı. Ancak Endüstri Devrimiyle beraber feodal düzenden daha farklı olarak yeni bir uluslaşma akımı ve milliyetperverlik ortaya çıktı. Feodalizmin ilgâsının ya da bu yeni milliyetçilik trendinin Osmanlı ve Avusturya-Macaristan İmparatorlukları için bir ‘felaket’ olduğunu söyleyebiliriz. 1850’lerden itibaren Balkanlar’da ve Ortadoğu’da feodal beyler sayesinde milletler (ya da mikro etnisiteler) kendi ulusunu kurmanın sevdasına düştü ve bağımsızlık kazandı.

Çünkü yeni teknik dünyanın dokusu imparatorluklarla değil, ulus devlet milliyetçiliğiyle uyumluydu. Sanıldığının aksine, teknik, beynelmilel siyaset üzerinde özgürleştirici bir fonksiyon sağlamadı. Daha doğru ifadeyle, teknik dünya merkezîleştirici ve statükocu bir hürriyet ortamı var etti.

Yeni dünya, – Osmanlı İmparatorluğu için de geçerli olmak üzere Birinci Cihan Harbi’nin yaşandığı yirminci yüzyılda değil; 1800’lerde kuruldu. Telgraf, saatler, demiryolları, içten yanmalı motor, buharlı gemiler, savaş endüstrisi gibi teknik icâtlar hep bu zamandadır ve Sultan İkinci Abdülhamid’in bildiği meselelerdir. İlkokul, lise ve üniversiteyi kapsayan modern eğitim, sağlık ve askeriye sahalarında tatbik edilen modern reformlar 1850’li yıllardan sonra yaşanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti döneminde, – reddimiras uygulamalarını saymazsak, uzun yıllar boyunca bu mânâda bir ‘yeni’ mefhumundan söz edemeyiz.

Yirminci yüzyılın ilk yarısında şartlar değişmiş ve Osmanlı topraklarının işgâli gibi yeni bir defacto durum ortaya çıkmıştır. İstanbul’un ve yaşamakta olduğumuz şehir olan Samsun’un sokaklarında İngiliz askerler boy göstermiştir. İşte, bu ‘yokluk dönemi’nde, ‘yeni olan’ uzun yıllardır Osmanlıların gündeminde olmasına gerek bile olmayan bir bilinçtir. Osmanlı zamanındaki ‘yeni’den farklı olarak İstiklal Harbi’nin yaşandığı ve Cumhuriyet’in kurulduğu yıllarda ‘yeni olan’ bağımsızlık şuurudur.

Osmanlı İmparatorluğu da elbette müstemleke olmaya razı değildi. Bağımsızlık bilinci 1850’lerden sonra Osmanlı devlet adamları ve münevverleri arasında vardı ancak bunlar daha çok Batı medeniyeti karşısında terakki edememek ve Avrupa karşısında geride kalmak olarak tezahür ediyordu. Ayrıca, Osmanlı İmparatorluğu’nun yirminci yüzyılın başında artık milletleri Osmanlılık şemsiyesi altında tutması da mümkün değildi.Dolayısıyla, yirminci yüzyılda İstiklal Harbi olarak ortaya çıkan Mîsâk-ı Millî sınırlarında hakimiyet kurma iradesi ve bağımsızlık şuuru ‘yeni’dir. Buna mukabil, hâlen kendini dönüştürerek varlık kazanan ve mütemadiyen kendini yenileyen ‘teknik dünya’ 1800’lü yıllardan bugüne bir mirastır.

Kategoriler
matbuat

Medeniyet ve Su

Medeniyet, su ile inşa edilir. Milletlerin suyla kurduğu münasebet bize o milletin karakterine dair ipuçları verir. Tarih boyunca bütün büyük medeniyetler suya hükmetmeyi ve suyu insanlara ulaştırmayı amaçlamışlardır. Suya hükmetmek amacıyla sarnıçlar inşa etmiş ve suyu halka ulaştırmak için çeşmeler ve hayratlar yapmışlardır.

Bilirim ki bir çeşme akarsa o şehirde hayat var olur. Çeşme aktıkça sebepler dairesi genişler. Vesileler artar. Hayra hasenata imkân olur. Çeşmeler sadece bizde yok. Roma’nın da her yerinde çeşmeler bulunmakta çünkü akan suların olduğu bir çeşme refahı temsil eder ve bir medeniyetin en büyük delilidir. Fakat Roma’nın bütün çeşmeleri neredeyse kaldırım seviyesi hizasındadır ve o suyu içmek için Roma medeniyeti karşısında eğilmek gerekir. Bizdeki çoğu çeşme başkadır. Bizim çeşmelerimiz karşılık ve itaat beklemeksizin suya kim ihtiyaç duyarsa mütevazı bir şekilde su verir. Hatta kuşlar için dahi mezarlıklarda su içme yerleri, camiilerde kuş evlerinin inşa edildiği malûmdur. Çeşmelerimiz karşılığı Rabbinden bekler. Bu yönüyle, Roma çeşmelerinden ayrılır. Âlemde her şey dairesel bir şekilde akar ve bu mübârek anlayışın özünde de döngüsel bir akış vardır.

Türkçe’de ‘eyvallah’ kelimesi ne mânâ taşıyorsa, hayatımız için de ‘su’ benzer yerdedir. Divan şairi Fuzûlî de “Su” isimli kasidesinde âlemlere rahmet olan peygamber efendimiz Hz. Muhammed Mustafa’ya (s.a.v.) şöyle methiyede bulunur: “Suya virsün bâğban gülzârı zahmet çekmesün / Bir gül açılmaz yüzün tek virse bin gülzâra su.” (“Bahçıvan gül bahçesini suya versin, boşuna zahmet çekmesin / Çünkü o bin gül bahçesine su verse bile senin yüzün gibi bir gül açılmaz.”)

Medeniyet ve su mevzubahis olmuşken, gündelik hayatlarımız için önemli olan bir ‘ihtiyaç’tan söz etmek istiyorum. Günümüzde, çeşmeler kadar temiz yüznumaralar ve camiilerdeki temiz abdest yerleri önem arz ediyor. Samsun’da temiz, çamur olmayan, kâğıt peçetelerin olduğu merkezi yerlerde Samsun Büyükşehir Belediyesi tarafından yapılarak işletilen tuvaletlerin ve abdest alma yerlerinin olması gerektiği fikrindeyim. Yine, camiiler de abdesthanelerinin temiz olması ve abdest aldıktan sonra kurulanacak peçetelerin olması konusunda desteklenmelidir.

İstanbul’da Kadir Topbaş döneminde akbillerle kullanılabilen temiz tuvaletler ve abdest alma yerleri uygulaması başlamıştı. Şu an da İmamoğlu döneminde zannediyorum devam ediyor.

Süleymaniye Camii avlusunda ve Yıldız Parkı’nda bu tuvaletlerden ve abdesthanelerden bulunduğunu biliyorum. Diyeceksiniz ki hâlihazırda umumi tuvaletler ve abdesthaneler her yerde var ancak öyle değil. Önemli olan temiz ve kullanışlı bir şekilde insan haysiyetine yakışır şekilde ve bu incelikte tasarlanması.

Buradan, Samsun Büyükşehir Belediye Başkanı Halit Doğan’dan benzer uygulamayı Samsun’da da hayata geçirmesini ricâ ediyorum. Birçok hizmet yapılabilir, yapılıyor da… Ancak tertemiz umumi tuvaletler ve tabii abdest yerlerinin de olması bizim Samsun’da yaşarken ne kadar medeni olduğumuzla alâkalıdır.

İlâve olarak söylemeliyim ki Samsun’u bizim kendine münhasır, özgün bir incelik ve zarafetle nakşetmemiz gerekir. Bütün taşra şehirlerini birbirine benzeten bir ‘zihniyet’in dışına çıkmak mecburiyetindeyiz. Unutulmamalıdır ki rant bütün şehirleri tek tipleştirir. Türkiye’nin ve elbette Samsun’un, bugün daha önce hiç olmadığı kadar tarihi, kültürel ve siyasi muhayyilemizi yeniden yorumlayacak bir özgünlüğe ve yeni fikirlere ihtiyacı varmış gibi görünüyor.

Biz, çeşmeler medeniyetiyiz. İstanbul’da ecdat yadigârı çeşmelerin hâli eskiden perişandı. Son zamanlarda galiba bazı çeşmeler tamir edildi ve kullanıma açıldı. Fakat Türkiye’de bugün şehir merkezlerinde akan çeşmeler Hak getire… Sultan II. Mehmed’in mirası Saraybosna’da her yerde akan çeşmeler bulunuyor. Samsun’da da şehrin merkezi yerlerinde su içilecek çeşmeler yapılamaz mı?

Subaşı’nda Hamidiye Çeşmesi ve en eski stadın bitişiğinde Alemdârzade Çeşmesi olduğunu biliyorum. Yine, Bafra’da Canikli Ali Paşa ve Fazıl Kadı çeşmeleri de mevcut. Bunların hepsi birkaç yüzyıllık tarihi çeşmeler.Sadece tarihi çeşmeleri restore etmek değil; bugünün mimarisiyle ‘tarih olacak’ yeni çeşmeler de yapılmalı. Su içmek kadar mimari olarak da yüzyıllar sonrasında kullanılabilecek ve imrenilerek bakılacak çeşmelerin olduğu bir Samsun daha güzel olur, fikrindeyim vesselam.