Kategoriler
matbuat

Tanzimat’ın Umumi Esasları

Tanzimat’tan söz açtığımızda başlı başına bir düşünce sistemiyle mukabele ettiğimizi bilmeliyiz. Zahiren görünen bütün dağınıklığına, kuramsallaşma ve kurumsallaşma yoksunluğuna rağmen Tanzimat ve kaideleri hayatın her alanını etkileyecek ve hayat üstünde belirleyici güç olacak kadar yerleşik olma potansiyeli taşıyan, – ve nitekim de olan, kökü derinlere uzanan bir olgudur.

Öyleyse, Tanzimat bir ideoloji midir? Tanzimat ideolojisinden bahsetmek mümkün müdür? Bu, pek olası görünmüyor. Başı sonu ve esasları belli bir ideolojimişçesine Tanzimat’tan söz edemeyiz. Tarihsel bağlamı içerisinde de zikredilebilecek ne bir Tanzimat kuramcısı vardır ne de dört başı mamur bir Tanzimat hareketi… 1839 Hatt-ı Hümâyun’u dahi punduna getirilerek Sultan Abdülmecid’in mührüyle imzalanmış ve tahtta çıkmasının hemen ertesinde Koca Mustafa Reşid Paşa tarafından Gülhane’de okunmuştur.

Tanzimat’ın bir ideoloji olmadığının/olamayacağının en açık ispatından biri de Tanzimat zihniyetinin bu denli uzun ömürlü, hâlâ içimizde yaşıyor olmasıdır. İdeolojiler de tıpkı eşref-i mahlûkat gibi doğar, yaşar ve ölürler. Modern birer olgu olduklarından, modern olanla mündemiç olduklarından ötürü tasniften, böylesi kategorizasyonlardan azade değildirler. Uzun ömürlü ideolojiler olabilir. Yahut kendi içinde yeni idealar var eden, onları içinde yutan dev canavarlar misali ideolojiler olabilir. Lâkin ideolojilerin de aktif olarak var olduğu bir zaman dilimi vardır. Tanzimat treni bütün arızasıyla hâlâ ağır aksak ilerlerken, modernden uzak olmak bir yana tam da modernin kendisi iken ve ölümden azade olmadığını bilerek; Tanzimat treninin süregelen zihniyetine nasıl bakacağız?

Öyleyse, Tanzimat nedir? Onu nereye koyacağız? Başlı başına bu soru bile uzun uzadıya su götürecek bir tartışmadır. Sebepleri şunlardır: Tanzimat’a nasıl baktığımız ve onu nasıl algıladığımız, belleğimizde konumlandırdığımız ideolojilerimize göre şekillenmeye müsaittir. Yine, Tanzimat’ı nasıl anladığımız ya da Tanzimat’tan ne anladığımız dünü ve bugünü belirleyecek bir istikamet tayin edecek potansiyele/kudrete sahiptir.

Celaleddin Rumî’nin dediği gibi muhakkak “dün dünde kalmıştır” ancak geride kalan ‘dün’ü belirleyecek olan ‘bugün’den başkası değildir. Bugün, Tanzimat’ı nasıl konumlandırdığımız dünü belirleyeceği gibi yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin ne idüğünü belirleyecek; bununla da kalmayıp Ak Parti döneminde de telaffuz edilen yeni Türkiye’yi anlamağa da yarayacaktır. Necip Fazıl’ın vecizesini dönüştürürsek, “Abdülhamid’i anlamak Tanzimat’ı anlamak; Tanzimat’ı anlamak yeni Türkiye’yi anlamak olacaktır.” Dolayısıyla, Tanzimat’ı anlamak bir rejim meselesidir. Sözünü ettiğimiz rejim, en dar anlâmından en geniş anlâmına kadar her bir anlamı kapsamaktadır. Rejimin dar anlâmı olarak düşünebileceğimiz Türkiye Cumhuriyeti rejiminden, çok daha geniş bir perspektifle ele alınabilecek olan İbn-i Haldun literatürüyle uzun erimli (longue düreé) bir medeniyet rejimine uzanabilecek bu çerçevenin içerisinde Tanzimat esasında yalnızca bir halkadan ibarettir. Tanzimat’ı bugün kıymetli ve ayrıcalıklı kılan yüzyıllar boyu süren medeniyet paradigmamız içerisinde hâlen içinde bulunduğumuz halka olmasıdır. Tanzimat, bugün için zincirin sırrını çözmeğe yarayacak bir hareket noktası olma işlevinden ötürü müstesna bir role sahiptir.

Tanzimat’ı nasıl konumlandıracağız, onu nasıl tanımlayacağız diyorduk. Eğer ki Tanzimat bir ideoloji olamayacak genişlikte mücerret bir kitleyse ve Tanzimat’ı bir dönemin adı olma basitliğine indirgemezsek; Tanzimat’ı nasıl göreceğiz? Tanzimat’a nasıl bakarsak onu doğru düzgün, bütün anlâmlarıyla, yanılmadan görebiliriz?

Tanzimat bir mayadır. Onun genel esası elle tutulur, sabit bir veri değeri taşımayan lâkin ruhun bedene nüfuz etmesi gibi coğrafyanın toprağına ve o topraktan neşet eden kuşaklara sirayet ediyor olmasıdır. Hamura bütün lezzetini, kişiliğini, elastikiyetini veren nasıl ki mayasıysa yahut mayasız hamurun ömrü nasıl ki kısa olursa; Tanzimat’ın dünden bugüne üzerimizdeki belirleyiciliğini böylesi bir nispette değerlendirmek elzemdir. 1800’lerden itibaren Osmanlı Devleti’nin ruhunda yer edinmiş, mevcut ruhu beslemiş, dönüştürmüş ve nihayet yerini almıştır.

Eski maya, daire-i adalet idi. Adalet dairesi, coğrafyanın topraklarından maya olarak gitgide çekilmiş ve Tanzimat mayası topraklarda daha da tebarüz etmiştir. Yeni kurulan devletin vaat ettiği ruh, Tanzimat’ın mayasını bozmaya kâdir olamamış ve Sultan İkinci Abdülhamid döneminde atılan tohumlarla Türkiye Cumhuriyeti’nin ruhunu da Tanzimat mayası ekseninde dönüştürmüştür.

Tanzimat diye fikrî ve kültürel açıdan ziyadesiyle mümbit bir dönem olduğunu hep birlikte tasdik ettiğimiz bu muğlak mefhuma, başını sonunu tayin etmekte zorlandığımız bir dönem olarak bakmaktan vazgeçip; Tanzimat’a daire-i adalet prensibinin modern bir devamı olarak baktığımızda; o günlerden bu zamana uzanan bambaşka bir bağlam ve süreklilik göreceğiz.

Dolayısıyla, kıyıda köşede kalmış ve ulaşım imkânları son derece sınırlı kalmış daire-i adalet kavramını salt bir tarihçi malzemesi/terimi olmaktan çıkararak işe başlayabiliriz.

Kategoriler
matbuat

Ne Okuyorum?

Lisenin ilk yıllarında, şu an Çiftlik İstiklal Caddesi’ndeki Olgunlaşma Enstitüsü Restoranı olan  ahşap binanın koridorlarında Doğu Batı Yayınları’nın bir posteri vardı: “Boş zamanlarınızda kitap okumayın.”

Galiba o yıllardan, belki biraz daha öncesinden bu yana birçok sosyal bilimci gibi ben de okumayı kendime bir meşgale edinmiştim.

Okumayı pek sevdiğimi söyleyemeyeceğim. Bana kalırsa, okumak keyif verici ve rahatlatıcı bir eylem olmanın ötesinde çoğu zaman sıkıcı, insanı bunaltan bir istidat gerektiren başlı başına bir iştir.

Ancak kendimi bildim bileli günde birkaç sayfa dahi olsa okurum. Bunlar, bazan kitap olur yahut gazete veya dergi. Kitabı nasıl okuduğumun detaylarına girmeyeceğim. Bazı kitapları baştan sona, bazılarını ise entelektüel bir süzgeçten geçirerek bazı yerlerini okurum.

Bugüne kadar okuduklarım arasında Walter Benjamin, Theodor Adorno, Roland Barthes, Jean Baudrillard, Nurettin Topçu, Ahmet Hamdi Tanpınar, Sait Faik Abasıyanık, Cahit Zarifoğlu, Oğuz Atay, Italo Calvino, Turgut Uyar, Sezai Karakoç gibi isimlerin benim için kıymetli olduğunu belirtmek isterim. Mehmet Âkif ve Necip Fazıl’ı ise edebiyatı kadar karakteriyle burada zikretmem gerekir. Yine, şiiri bu topraklara ait Nazım Hikmet erken gençliğimde üzerimde tesir bırakan şairlerdendir.

Yaşayan büyük şair İsmet Özel’in pek çokları gibi bende de kendine mahsus özel bir yeri vardır. Yine, yaşayanlar arasında şair Birhan Keskin, yönetmen Derviş Zaim ve hikâyeci Mustafa Kutlu da öyle.

Nadiren Orhan Pamuk’un romanlarını okurum. Masumiyet Müzesi galiba okuduğum dördüncü romanı. Orhan Pamuk romanlarında artık ustalıkla işlenen satırları görebiliyorsunuz ancak bir yerden sonra kendisini tekrar ettiği de bir vakıa. Yine, Italo Calvino’nun Görünmez Kentler kitabı benim için kıymetlidir. Görünmez Kentler’deki kurguyu ve üslubu Calvino’nun öteki kitaplarında bulamam. Mesela, Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcukurgusuyla orijinal olsa dahi böyle değildir, sıkıcıdır. Julio Cortázar’ın Seksek romanı da okumayı istediklerim arasında. Seksek, antiroman olarak nitelendirilen bir kurguda. Geçtiğimiz aylarda bu minvalde Ali Ayçil’in Karşı Roman’ı İletişim Yayınları’ndan çıktı.

Şiirle münasebet kurduğum zamanlarda fark ettiğim önemli bir husus da şiir okumak kadar şair poetikaları ve antoloji okumak gerektiğiydi. Üstelik, şair poetikalarını okumanın öteki okumalardan ayrılır bir yanı da çok keyifli olmalarıdır. Turgut Uyar’ın Korkulu Ustalık, İsmet Özel’in Şiir Okuma Kılavuzu, İlhan Berk’in Poetika’sını, Octavio Paz’ın Şiir Nedir? Yay ve Lir kitaplarını burada zikredebilirim. Yine, antoloji olarak benim okuduğum Ataol Behramoğlu’nun iki ciltlik Büyük Türk Şiiri Antolojisi’dir.

Yaklaşık bir senedir Tanıl Bora’nın yüzyıllık siyasal tarihimizi kendi perspektifinden yazdığı Cereyanlar kitabı bir başucu kitabı olarak duruyor. İlâve olarak bu sıralarda İstiklal Harbi’ne ve Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına hızlı bir bakış atan Ahmet Kuyaş’ın Yüzüncü Yıl Notları kitabını okuyarak bitiriyorum.

Rahmetli Şerif Mardin’i de modern siyasal tarihimizi anlamak ve anlamlandırmak için çokça okumuşumdur. Yine, rahmetli hocam Halil İnalcık’ın, Osmanlı klasik dönem ağırlıklı yazmış olsa da modern Türkiye tarihimizle ilgili de denk geldiğim kıymetli makaleleri vardır. Osmanlı geç dönem siyaseti üzerine dikkate değer çalışmaları olan üniversite yıllarından hocam Gökhan Çetinsaya’yı, Ali Yaycıoğlu’nu, Baki Tezcan’ı, Şükrü Hanioğlu’nu Türkiyeli önemli zihinler olarak zikredebilirim. Gene, Murat BelgeMete Tunçay ve Halil Berktay da entelektüel havsalamız için önemlidir.

Son zamanlarda, Mısır’ın adı daha çok zikredilir oldu. Mısır’a gezmeye daha çok kişinin gittiğini duyuyorum. Mısır’da Müslüman Kardeşler yönetiminden sonra Mısır Cumhurbaşkanı Sisi ile uzun yıllardır bozuk olan uluslararası ilişkiler de Sisi’nin Türkiye’yi ziyaret etmesiyle bitmiş görünüyor. Mısır gibi kadim bir medeniyeti bildiğimi söyleyemem. Modern Mısır’ı anlamak için Dergâh Yayınları etiketli iki kitabı okunacaklar listeme aldım. İlki, Timothy Mitchell’ın Mısır’ın Sömürgeleştirilmesi kitabı. İkincisi, Mısırlı entelektüel Ahmed Emin’in hatıratlarından yola çıkarak yazdığı Sarıktan Fese – Modern Mısır’ın Doğuşuna Tanıklığım kitabı.

Yine, Amerikalı yazar Gertrude Stein’in Üç Hayat romanı ve Graham Greene’nin İstanbul Treni beni meraklandıran okumak istediklerim arasında.

Bir çırpıda, “Ne Okuyorum?” sorusuna verilecek cevaplar hatırıma geldiği kadarıyla böyle. Herkesin kendine göre belirli dönemlerde ‘neler okuduğu’ üzerine düşünmesi ve okuduklarını gözden geçirmesi entelektüel zihni muhafaza etmek açısından oldukça mümbit bir fırsat.Bu vesileyle, TBMM’nin Cumhuriyet’i ilân ettiği 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nı tebrik ederim.