Kategoriler
matbuat

Samsun Benim İçin Ne Demek?

Samsun, doğduğum ve büyüdüğüm şehir. Sevmek ve sevememek arasında kaldım hep bu şehri. Samsun’u Samsun olduğu için sevdim. Fakat ne denli büyürse büyüsün öteki Anadolu şehirleri gibi hep bir tarafı taşra olduğu için alışamadım. Galiba, taşralılık hâlini sevememekti benimkisi.

Samsun’da erken gençliğimi yaşadım ancak erken ayrıldım bu şehirden ve henüz üniversiteye dahi başlamamışken parasız yatılı bir lise öğrencisi olarak kendimi İstanbul’da buldum. İstanbul’dan ya da dünyanın öteki şehirlerinden bakınca Samsun oldukça tekdüze bir şehir olarak görünürdü bana.İstanbul, yüzlerce keşfedilecek ve sahiplenilecek bambaşka bir yerdi erken gençlik yıllarımda. Çoğu zaman sahipleri başkalarıydı ancak İstanbul’u mıntıka mıntıka tanımak ve her köşesini keşfetmek o yıllar için herhangi bir taşra kentinde bulunamayacak bir flanörlük tecrübesiydi.

Artık Samsun’dayım ve bu şehrin varoluşunu biraz Ankara’ya benzetiyorum. Ankara’da deniz olmadığı için insanların nitelikli vakit geçirebileceği alternatif olarak kafeler ve restoranlar kalburüstüdür. Mesela, iyi bir kahve içmek isteseniz İstanbul’a kıyasla Ankara’da daha fazla alternatif bulabileceğinizi düşünenlerdenim. Samsun’da da Ankara’nın aksine deniz olmasına rağmen tıpkı Ankara’daki gibi çok sayıda kaliteli restoran ve kafe var. Bilhassa geçtiğimiz üç dört sene içerisinde Samsun, özellikle de Atakum bu cihetten bambaşka bir hâl aldı.

Sahili mütemadiyen rüzgârlı ve denizi dalgalı bir kıyı şehri burası. Eski şehir güzel sayılabilecek bir dekorda fakat aslında birçok taşra şehri merkezi gibi çarpık bir modernleşme timsali. Şimdilerden eski hâle bürünmüş bir modernlik ve galiba bunun için yapılabilecek bir şey yok. Artık ‘eski olarak’ geleneksel olanın yerini modernlik almış vaziyette. Modern olanı da eskittik anlayacağınız.

Samsun’u tarihi yerleri, şahsiyetleri ve eski eserleri açısından Bursa’yla, Amasya’yla, Konya’yla, Edirne’yle kıyas ettiğimde Samsun sanki biraz zayıf kalıyor tarih açısından. Saathane’deki Büyük Camii, Kurşunlu Camii ve çivisiz camii olarak bilinen Tarihi Göğceli Camii haricinde tarihle hemhâl olmuş bir camii ya da tarihi eser yok. Aslına bakılırsa tam olarak böyle değil. Çünkü Samsun’da şimdilerde pek bilinmeyen ve ziyaret edilmeyen evliyalar ve türbelerinin olduğu camiiler mevcut. Yeni jenerasyonun arasında pek az bilinebilecek Seyyid Kutbiddin Hazretleri türbesine rahmetli anneannem ve dedemle sıkça giderdik.

Millî Mücadeleyi Samsun tarihinin bir parçası olarak addetmiyorum. Çünkü Millî Mücadeleye dair olup bitenler müzelere ve belirli günlere sığdırılmış vaziyette. Ayrıca, Samsun’un manevi atmosferine ne denli katkı sağladığı da bir muamma. Yine söylemek gerekir ki Millî Mücadele bütün Anadolu şehrine yayılmış topyekûn bir hareketti. Yalnızca Samsun’a atfedilemeyeceğinden ve hemen hemen birçok Anadolu şehrinin bir Millî Mücadele hikâyesi olduğundan Samsun tarihini daha farklı değerlendiriyorum.

Samsun hakkında düşünürken sıkça aklıma gelenlerden birisi de “Ben, bir şehirden ne beklerim?” sualioluyor. Doğduğum ve büyüdüğüm şehirde ne eksik ki ben İstanbul ya da Ankara’da yaşamak yerine Samsun’da mutmain olarak yaşayayım… Bu önemli bir soru ve bana kalırsa bu sorunun cevabı bir şehri imar ve ihya etmek için çalışırken kritik bir önem arz ediyor.

Bir şehri hikâyeler var eder. Burada hemencecik Italo Calvino’nun Görünmez Kentler’ine selâm verelim. Bir şehir imar edilirken yöneticilerinden sokaktaki insanına kadar her bir parça yaşadıkları hayatla ve sergiledikleri tutumla bir hikâye var ederler. Bizim bir yeri ya da objeyi sevmek ya da sevmemek arasındaki gelgiti oluşturan hikâyelerimizdir. İşte, tam da bu sebepten ötürü Samsun’da yaşayanlar olarak hayatımızda iz bırakan hikâyelerin bu şehrin bir parçası olması gerekir.

Şehrin bir arka sokağıdır bazan, bir camiidir, lokantadır ya da özel bir zamanın yaşandığı bir kafeteryadır. Hikâyeleri biz var ederiz. Mekânlar seyircisi ve ev sahibidir çoğu zaman. Şehrin hikâyesine ortak olmak her yerde ya da her şehrin kendisine mahsus bir köşesinde olabilecek cinstendir. Burada, “Dünyanın her şehrinde olabilecek bir hikâye avcılığının ötesinde ne yapmak gerekir?” sorusunu sormak icap eder.

Biliyorum, hikâyeler spontanedir, hikâyeleri var eden sıradan insanlar zamanın özel bir anına mahsustur ve ince işçilikte mühendislik kaldırmaz. Hikâyeler olduğu gibidir ve hikâyeleri genellikle özneleri olan insanlar kendileri var eder ve var etmek isterler.

Ancak bir şehrin yönetimi ve idârecileri de o şehri hikâyelerin yaşanabileceği şekilde ve incelikte imar etmelidirler. Devasa projelerin ya da şehrin rutin hizmetlerinin ötesinde bir durumdur bu. Başka bir perspektif ve yaklaşım gerektirir. İyi ve başarılı olmanın da ötesinde biraz maveraya dairdir. Galiba, İstanbul’u İstanbul yapan keşfedilecek ve hikâye biriktirilecek sayısız yeri ve köşesi olmasıdır.

Bir şehir mezarlıklarında yatanlarından meydandaki çeşmesinden su içenlere kadar görünen âlem kadar bâtini olanla ve mefkurelerle kendisinde hayat bulabilir. Klasikleşmiş, rutinleşmiş ve ideolojikleşmiş sloganların ötesine geçmek elzemdir. Sloganın silikleştiği yerde fikir ve düşünce memba yeşerebilir. Her şey fikir ve düşünce değildir. Aslolan hayattır ve yaşatmaktır. Lâkin şehrin sokaklarında dolaşırken dahi içten içe arka plandaki tarih ve fikriyat şehrin insanlarını bir atmosferin ve duygunun içerisine çeker. Bu duygu kolay inşa edilebilir cinsten değildir. On yıllar, belki yüzyıllar gerektirir.

Samsun’u benim için kıymetli kılabilecek olan bu şehrin sokaklarında gençlik ruhuyla hikâyeler biriktirebilmektir. Bu bana biraz da Samsun’un gelecekte alacağı biçime bağlı biliyorum. Ne denli büyürse büyüsün mühim olan bir şehrin taşralılığın ötesine geçebilmesidir.Uzun yıllar sonra Samsun’un eski günlerine dönerek altın çağını yaşamaya yaklaştığını düşünüyorum. Ancak hâlen sıra dışı olanı gerçekleştirme ve farklılaşma cihetinden çok mesafe katedilmesi gerektiği kanaatini taşıyorum.

Kategoriler
matbuat

Dijital Çağ

Dijital çağ denildiğinde akla ilk gelenler neler? Dijital çağın kapsamını hangi zaman aralıkları arasına sığdırabiliriz? Hâlihazırda içinde miyiz, yoksa gördüklerimiz ve yaşadıklarımız hâlâ gelmekte olan bir paradigmanın ayak sesleri mi? Bütün bunlar çağın ruhuna uygun olarak muğlak bir yerde duruyor. Bana kalırsa, Soğuk Savaş döneminin bitmesiyle birlikte dijital çağın herkes kendi nispetinde bir parçası olmaya başladı. Olmaya da hâlen devam ediyor.

Nazarımda, dijital çağın çağrışımları şu şekilde: Birincisi, dijital çağın önceki bütün çağlardan farklı, bilinmeyen, alışılmayan yeni bir cismi olduğu hissiyatı; ikinci olarak metalin ve gri rengin parıldadığı bir çağ olma vasfı; son olarak da mütemadi bir erozyon hissi, özellikle de entelektüel düzlemde bir yoksunlaşmanın baş müsebbibi olma vaziyeti.

İlk durum sanıyorum ki dijital çağ özgü bir durum olmaktan çok yeni bir çağa ya da paradigmaya ait bir olgu. Yeni olan her şey alışılmadık ve bilinmeyendir. Yeni olan eğer büsbütün bir hayatı etkileme ve yön verme kudretine sahip bir paradigmaysa, bu hissiyat kaçınılmazdır. Hatta, bu hissiyat yeni olanın hakikiliğini test etmek ve anlamak için de pekâlâ bir ayraçtır.

İkinci çağrışım renk meselesi… Gerçekten de dijital çağa dair en ilginç bulduğum hissiyatlar arasında ‘gri’ renginin dijital çağ ile özdeşleşme hâli dikkatimi çekiyor. Neden gri? Dijital çağın elektronik kavramıyla bir arada, paralel bir şekilde anılır olması hiç şüphesiz metali ve rengi griyi yeni zamanın estetik kodlarında ön plana çıkarmıştır. Devrelere ve kablolara bağımlı elektroniğin dijital çağın içerisindeki hayati önemine şüphe yok. Fakat dijital çağda neden grinin ön planda olduğu sorusu üzerinde düşünülmeye muhtaç, hatta felsefe yapılması gereken bir soru. Kablonun iletken madeni ekseriyetle gri renktedir. Fakat rengi turuncuya çalan bakır ve tunç madenlerinin de dijital çağda yadsınamaz bir önemi vardır. Yine, kabloların iletken olmayan dış kısımları modern zamanda genellikle siyah ya da beyazdır. Hakeza, elektronik hemen hemen her devrenin içi yeşille donanmıştır. Dolayısıyla, dijital çağı griyle eşleştirmek için mantıklı hiçbir sebep bulunmuyor.

Buna rağmen, dijital çağ denildiğinde hemencecik akla gelebilecek robotlara ve uzaya dair bütün renklerde grinin kat’i hâkimiyetini görüyoruz. Bu sorgulamanın derinlikleri, bence toplumsal ve iktisadi bir küresel dünya düzeni gibi son derece felsefi ve politik dünyaların 19. Yüzyıl sonunda şekillenen yeni yapılarına dek uzanabilir.

Son olarak dikkatimi çeken kültür ve dijital çağın çatışma meselesi. Bu da ilginç. Bir defasında birisi dijital çağ ile ilgili bir toplantıda bir tespitten söz açmıştı: ‘Edebiyattan anlayan dijital çağa ayak uyduramıyor, dijital çağdan anlayan kimseler ise edebiyattan uzak.’ Evet, bu ciddi bir mesele ve kanaatimce de böyle bir durum söz konusu. Sadece ben edebiyatla sınırlı bir şekilde değil, bu durumu bir kültür meselesi olarak görmeyi yeğliyorum. Bu çatışma, sosyal bilimlerin meselesidir. Aynı zamanda, kültürel bir meseledir. Doğrudan teknoloji işiyle iştigal eden ve bu işten para da kazanan; hayatını teknolojik yeniliklere göre dizayn eden; yeni güncellemeleri ve versiyon yeniliklerini takip eden; yeni çıkan teknolojik ürünleri ilk önce test etme yarışında olan azımsanmayacak nicelikte bir zümre var. Somut olarak bu zümrenin kültürel ve sosyal bilimlerin meselelerinden hayli uzak olduğu genellemesinde bulunabiliriz. Öte tarafta, nedense, dijital çağa uyum sağlamak ya da en azından prim vermek, özellikle de entelektüel çevrelerde ve okuyan yazan kimseler arasında çoğu zaman yoksunlaşmanın yahut basitleşmenin bir nişanesi olarak görülme eğilimi var. Her hâliyle, bugün herkes ‘kendi nasibince’ dijital çağın bir parçası. Nasibi olmayanlar bile bir şekilde etkilerden azade değil. Dijital çağa dair felsefi alanda sosyal bilimlerin tartışması, kavramsallaştırmalarda bulunması gereken önemli bâkir bir alan duruyor.