Kategoriler
matbuat

Samsun Benim İçin Ne Demek?

Samsun, doğduğum ve büyüdüğüm şehir. Sevmek ve sevememek arasında kaldım hep bu şehri. Samsun’u Samsun olduğu için sevdim. Fakat ne denli büyürse büyüsün öteki Anadolu şehirleri gibi hep bir tarafı taşra olduğu için alışamadım. Galiba, taşralılık hâlini sevememekti benimkisi.

Samsun’da erken gençliğimi yaşadım ancak erken ayrıldım bu şehirden ve henüz üniversiteye dahi başlamamışken parasız yatılı bir lise öğrencisi olarak kendimi İstanbul’da buldum. İstanbul’dan ya da dünyanın öteki şehirlerinden bakınca Samsun oldukça tekdüze bir şehir olarak görünürdü bana.İstanbul, yüzlerce keşfedilecek ve sahiplenilecek bambaşka bir yerdi erken gençlik yıllarımda. Çoğu zaman sahipleri başkalarıydı ancak İstanbul’u mıntıka mıntıka tanımak ve her köşesini keşfetmek o yıllar için herhangi bir taşra kentinde bulunamayacak bir flanörlük tecrübesiydi.

Artık Samsun’dayım ve bu şehrin varoluşunu biraz Ankara’ya benzetiyorum. Ankara’da deniz olmadığı için insanların nitelikli vakit geçirebileceği alternatif olarak kafeler ve restoranlar kalburüstüdür. Mesela, iyi bir kahve içmek isteseniz İstanbul’a kıyasla Ankara’da daha fazla alternatif bulabileceğinizi düşünenlerdenim. Samsun’da da Ankara’nın aksine deniz olmasına rağmen tıpkı Ankara’daki gibi çok sayıda kaliteli restoran ve kafe var. Bilhassa geçtiğimiz üç dört sene içerisinde Samsun, özellikle de Atakum bu cihetten bambaşka bir hâl aldı.

Sahili mütemadiyen rüzgârlı ve denizi dalgalı bir kıyı şehri burası. Eski şehir güzel sayılabilecek bir dekorda fakat aslında birçok taşra şehri merkezi gibi çarpık bir modernleşme timsali. Şimdilerden eski hâle bürünmüş bir modernlik ve galiba bunun için yapılabilecek bir şey yok. Artık ‘eski olarak’ geleneksel olanın yerini modernlik almış vaziyette. Modern olanı da eskittik anlayacağınız.

Samsun’u tarihi yerleri, şahsiyetleri ve eski eserleri açısından Bursa’yla, Amasya’yla, Konya’yla, Edirne’yle kıyas ettiğimde Samsun sanki biraz zayıf kalıyor tarih açısından. Saathane’deki Büyük Camii, Kurşunlu Camii ve çivisiz camii olarak bilinen Tarihi Göğceli Camii haricinde tarihle hemhâl olmuş bir camii ya da tarihi eser yok. Aslına bakılırsa tam olarak böyle değil. Çünkü Samsun’da şimdilerde pek bilinmeyen ve ziyaret edilmeyen evliyalar ve türbelerinin olduğu camiiler mevcut. Yeni jenerasyonun arasında pek az bilinebilecek Seyyid Kutbiddin Hazretleri türbesine rahmetli anneannem ve dedemle sıkça giderdik.

Millî Mücadeleyi Samsun tarihinin bir parçası olarak addetmiyorum. Çünkü Millî Mücadeleye dair olup bitenler müzelere ve belirli günlere sığdırılmış vaziyette. Ayrıca, Samsun’un manevi atmosferine ne denli katkı sağladığı da bir muamma. Yine söylemek gerekir ki Millî Mücadele bütün Anadolu şehrine yayılmış topyekûn bir hareketti. Yalnızca Samsun’a atfedilemeyeceğinden ve hemen hemen birçok Anadolu şehrinin bir Millî Mücadele hikâyesi olduğundan Samsun tarihini daha farklı değerlendiriyorum.

Samsun hakkında düşünürken sıkça aklıma gelenlerden birisi de “Ben, bir şehirden ne beklerim?” sualioluyor. Doğduğum ve büyüdüğüm şehirde ne eksik ki ben İstanbul ya da Ankara’da yaşamak yerine Samsun’da mutmain olarak yaşayayım… Bu önemli bir soru ve bana kalırsa bu sorunun cevabı bir şehri imar ve ihya etmek için çalışırken kritik bir önem arz ediyor.

Bir şehri hikâyeler var eder. Burada hemencecik Italo Calvino’nun Görünmez Kentler’ine selâm verelim. Bir şehir imar edilirken yöneticilerinden sokaktaki insanına kadar her bir parça yaşadıkları hayatla ve sergiledikleri tutumla bir hikâye var ederler. Bizim bir yeri ya da objeyi sevmek ya da sevmemek arasındaki gelgiti oluşturan hikâyelerimizdir. İşte, tam da bu sebepten ötürü Samsun’da yaşayanlar olarak hayatımızda iz bırakan hikâyelerin bu şehrin bir parçası olması gerekir.

Şehrin bir arka sokağıdır bazan, bir camiidir, lokantadır ya da özel bir zamanın yaşandığı bir kafeteryadır. Hikâyeleri biz var ederiz. Mekânlar seyircisi ve ev sahibidir çoğu zaman. Şehrin hikâyesine ortak olmak her yerde ya da her şehrin kendisine mahsus bir köşesinde olabilecek cinstendir. Burada, “Dünyanın her şehrinde olabilecek bir hikâye avcılığının ötesinde ne yapmak gerekir?” sorusunu sormak icap eder.

Biliyorum, hikâyeler spontanedir, hikâyeleri var eden sıradan insanlar zamanın özel bir anına mahsustur ve ince işçilikte mühendislik kaldırmaz. Hikâyeler olduğu gibidir ve hikâyeleri genellikle özneleri olan insanlar kendileri var eder ve var etmek isterler.

Ancak bir şehrin yönetimi ve idârecileri de o şehri hikâyelerin yaşanabileceği şekilde ve incelikte imar etmelidirler. Devasa projelerin ya da şehrin rutin hizmetlerinin ötesinde bir durumdur bu. Başka bir perspektif ve yaklaşım gerektirir. İyi ve başarılı olmanın da ötesinde biraz maveraya dairdir. Galiba, İstanbul’u İstanbul yapan keşfedilecek ve hikâye biriktirilecek sayısız yeri ve köşesi olmasıdır.

Bir şehir mezarlıklarında yatanlarından meydandaki çeşmesinden su içenlere kadar görünen âlem kadar bâtini olanla ve mefkurelerle kendisinde hayat bulabilir. Klasikleşmiş, rutinleşmiş ve ideolojikleşmiş sloganların ötesine geçmek elzemdir. Sloganın silikleştiği yerde fikir ve düşünce memba yeşerebilir. Her şey fikir ve düşünce değildir. Aslolan hayattır ve yaşatmaktır. Lâkin şehrin sokaklarında dolaşırken dahi içten içe arka plandaki tarih ve fikriyat şehrin insanlarını bir atmosferin ve duygunun içerisine çeker. Bu duygu kolay inşa edilebilir cinsten değildir. On yıllar, belki yüzyıllar gerektirir.

Samsun’u benim için kıymetli kılabilecek olan bu şehrin sokaklarında gençlik ruhuyla hikâyeler biriktirebilmektir. Bu bana biraz da Samsun’un gelecekte alacağı biçime bağlı biliyorum. Ne denli büyürse büyüsün mühim olan bir şehrin taşralılığın ötesine geçebilmesidir.Uzun yıllar sonra Samsun’un eski günlerine dönerek altın çağını yaşamaya yaklaştığını düşünüyorum. Ancak hâlen sıra dışı olanı gerçekleştirme ve farklılaşma cihetinden çok mesafe katedilmesi gerektiği kanaatini taşıyorum.

Kategoriler
matbuat

Ne Okuyorum?

Lisenin ilk yıllarında, şu an Çiftlik İstiklal Caddesi’ndeki Olgunlaşma Enstitüsü Restoranı olan  ahşap binanın koridorlarında Doğu Batı Yayınları’nın bir posteri vardı: “Boş zamanlarınızda kitap okumayın.”

Galiba o yıllardan, belki biraz daha öncesinden bu yana birçok sosyal bilimci gibi ben de okumayı kendime bir meşgale edinmiştim.

Okumayı pek sevdiğimi söyleyemeyeceğim. Bana kalırsa, okumak keyif verici ve rahatlatıcı bir eylem olmanın ötesinde çoğu zaman sıkıcı, insanı bunaltan bir istidat gerektiren başlı başına bir iştir.

Ancak kendimi bildim bileli günde birkaç sayfa dahi olsa okurum. Bunlar, bazan kitap olur yahut gazete veya dergi. Kitabı nasıl okuduğumun detaylarına girmeyeceğim. Bazı kitapları baştan sona, bazılarını ise entelektüel bir süzgeçten geçirerek bazı yerlerini okurum.

Bugüne kadar okuduklarım arasında Walter Benjamin, Theodor Adorno, Roland Barthes, Jean Baudrillard, Nurettin Topçu, Ahmet Hamdi Tanpınar, Sait Faik Abasıyanık, Cahit Zarifoğlu, Oğuz Atay, Italo Calvino, Turgut Uyar, Sezai Karakoç gibi isimlerin benim için kıymetli olduğunu belirtmek isterim. Mehmet Âkif ve Necip Fazıl’ı ise edebiyatı kadar karakteriyle burada zikretmem gerekir. Yine, şiiri bu topraklara ait Nazım Hikmet erken gençliğimde üzerimde tesir bırakan şairlerdendir.

Yaşayan büyük şair İsmet Özel’in pek çokları gibi bende de kendine mahsus özel bir yeri vardır. Yine, yaşayanlar arasında şair Birhan Keskin, yönetmen Derviş Zaim ve hikâyeci Mustafa Kutlu da öyle.

Nadiren Orhan Pamuk’un romanlarını okurum. Masumiyet Müzesi galiba okuduğum dördüncü romanı. Orhan Pamuk romanlarında artık ustalıkla işlenen satırları görebiliyorsunuz ancak bir yerden sonra kendisini tekrar ettiği de bir vakıa. Yine, Italo Calvino’nun Görünmez Kentler kitabı benim için kıymetlidir. Görünmez Kentler’deki kurguyu ve üslubu Calvino’nun öteki kitaplarında bulamam. Mesela, Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcukurgusuyla orijinal olsa dahi böyle değildir, sıkıcıdır. Julio Cortázar’ın Seksek romanı da okumayı istediklerim arasında. Seksek, antiroman olarak nitelendirilen bir kurguda. Geçtiğimiz aylarda bu minvalde Ali Ayçil’in Karşı Roman’ı İletişim Yayınları’ndan çıktı.

Şiirle münasebet kurduğum zamanlarda fark ettiğim önemli bir husus da şiir okumak kadar şair poetikaları ve antoloji okumak gerektiğiydi. Üstelik, şair poetikalarını okumanın öteki okumalardan ayrılır bir yanı da çok keyifli olmalarıdır. Turgut Uyar’ın Korkulu Ustalık, İsmet Özel’in Şiir Okuma Kılavuzu, İlhan Berk’in Poetika’sını, Octavio Paz’ın Şiir Nedir? Yay ve Lir kitaplarını burada zikredebilirim. Yine, antoloji olarak benim okuduğum Ataol Behramoğlu’nun iki ciltlik Büyük Türk Şiiri Antolojisi’dir.

Yaklaşık bir senedir Tanıl Bora’nın yüzyıllık siyasal tarihimizi kendi perspektifinden yazdığı Cereyanlar kitabı bir başucu kitabı olarak duruyor. İlâve olarak bu sıralarda İstiklal Harbi’ne ve Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına hızlı bir bakış atan Ahmet Kuyaş’ın Yüzüncü Yıl Notları kitabını okuyarak bitiriyorum.

Rahmetli Şerif Mardin’i de modern siyasal tarihimizi anlamak ve anlamlandırmak için çokça okumuşumdur. Yine, rahmetli hocam Halil İnalcık’ın, Osmanlı klasik dönem ağırlıklı yazmış olsa da modern Türkiye tarihimizle ilgili de denk geldiğim kıymetli makaleleri vardır. Osmanlı geç dönem siyaseti üzerine dikkate değer çalışmaları olan üniversite yıllarından hocam Gökhan Çetinsaya’yı, Ali Yaycıoğlu’nu, Baki Tezcan’ı, Şükrü Hanioğlu’nu Türkiyeli önemli zihinler olarak zikredebilirim. Gene, Murat BelgeMete Tunçay ve Halil Berktay da entelektüel havsalamız için önemlidir.

Son zamanlarda, Mısır’ın adı daha çok zikredilir oldu. Mısır’a gezmeye daha çok kişinin gittiğini duyuyorum. Mısır’da Müslüman Kardeşler yönetiminden sonra Mısır Cumhurbaşkanı Sisi ile uzun yıllardır bozuk olan uluslararası ilişkiler de Sisi’nin Türkiye’yi ziyaret etmesiyle bitmiş görünüyor. Mısır gibi kadim bir medeniyeti bildiğimi söyleyemem. Modern Mısır’ı anlamak için Dergâh Yayınları etiketli iki kitabı okunacaklar listeme aldım. İlki, Timothy Mitchell’ın Mısır’ın Sömürgeleştirilmesi kitabı. İkincisi, Mısırlı entelektüel Ahmed Emin’in hatıratlarından yola çıkarak yazdığı Sarıktan Fese – Modern Mısır’ın Doğuşuna Tanıklığım kitabı.

Yine, Amerikalı yazar Gertrude Stein’in Üç Hayat romanı ve Graham Greene’nin İstanbul Treni beni meraklandıran okumak istediklerim arasında.

Bir çırpıda, “Ne Okuyorum?” sorusuna verilecek cevaplar hatırıma geldiği kadarıyla böyle. Herkesin kendine göre belirli dönemlerde ‘neler okuduğu’ üzerine düşünmesi ve okuduklarını gözden geçirmesi entelektüel zihni muhafaza etmek açısından oldukça mümbit bir fırsat.Bu vesileyle, TBMM’nin Cumhuriyet’i ilân ettiği 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nı tebrik ederim.

Kategoriler
matbuat

Amentü’nün Kıymeti

Amentü de neyin nesi? Kıymeti nereden geliyor? O kıymet öyle kolayından gelebiliyor mu? Uğruna hayatını harcayacağımız değerlerimiz var mı? Bu yazı olanları ilgilendiriyor. Olması tek başına yetiyor mu? İnsan, iman ettiklerini inşa için ne kadar emek harcarsa, amentüsünün bedeli de o nispette ağırlaşıyor.

Hakkını burada teslim ederek başlamak isterim. Bazı okumalar kimi zaman insana yeni bir şey öğretmez fakat gerek biçimi ve diliyle gerekse de anlattıklarıyla öyle olması gerektiği gibidir ki okuduğunuzda bilip de ‘farkındalık’ düzeyine çıkar(a)madığınız içindekileri yeniden düşünme ve idrâk etme imkânı bulursunuz. Profesör İhsan Fazlıoğlu’nun Amentü’nün Bedelini Ödemek: Ne Yapmalı? Bedel, Bakış ve Süreklilik makalesinin – aslında tam bir makale de değil, bir nevi söylev deşifresi, bende okuduğumda bıraktığı hissiyat bu türden.

Merak ederim, amentüsü olmayan insan her gün yataktan kalkmak için bir sebep, harekete geçmek için bir heyecan – en azından az da olsa bir motivasyon nasıl yaratır? Amentüsü olan, düşünerek bir inanç düzlemi kendisine var eder. Birçoğumuz düşünmüyoruz. Zaten ‘düşünce’ kelimesini alelade bir şekilde kullanıyor, ‘düşünmek’ fiilinin bizatihi bir iş olan kendisinden haberdar dahi değiliz. Bunu tepeden hüküm bırakmak için de söylemiyorum. Tabii olan bu belki de böylesi, eşyanın ve beşerin tabiatı bu şekilde. Düşünceye dair kaygı duyanlar için ise düşünmek, ontolojik olarak bir nevi dertlenmekle eşdeğer olarak kendisini var ediyor. Problem burada bitmiş değil. Çünkü düşünmenin – yani uğruna dertlenilecek bir meselenin/davanın olması ‘derin düşünce’ için yeter şart değil.

Peki, ‘derin düşünce’ nasıl olur? Profesör Fazlıoğlu’nun ifadesiyle, derin düşünmek ‘nasıl’ ve ‘niçin’ sorularının birlikte sorulmasıyla mümkün. Nasıl’sız niçin, niçin’siz nasıl tek başına anlamlı değil. ‘Niçin’ sorusu değerleri belirliyor. O değerler olmadan yola çıkmaya itecek gücü bulmak – yani yataktan kalkmak için sebep bulmak zor. ‘Nasıl’ sorusu ise amentünün teklifine delillerini getiriyor. Yani, ortada bir söz, vaat var. Peki, ama ‘nasıl’ bütün bunlar olacak? Bütün bu dertleri gerçekleştirmek için ne tür bir hazırlığın var? Günümüz siyasetçilerinin halkın karşısına çıkarken en çok atladığı soru belki de ‘nasıl’ sorusu. ‘Hele bir gelelim de bakarız hâl çaresine…’ yaklaşımının herhangi bir kişiye özgü olmaktan çok, alışkanlık hâline geldiği bir zamanda ‘nasıl’ sorusu daha da anlamlı. ‘Niçin’ olmadan ise ne uğruna savaşacaksın? Hiç uğruna mı? Yoksa, kürek çektiğine değecek inandığın değerler uğruna mı?

Elbette, amentü her şeyden evvel teklif ve temsil sahibi olmalı. Diğer bir deyişle, insan, sözüyle ve davranışıyla bir olmalıdır. Ne olduğunuzu temsil edemiyorsanız, ne olmadığınızı ispatla uğraşırsınız. Yani, ahlâkçı olmak yerine ahlâklı olmalı. Teklif ve temsil olmadan amentü yaygınlaşamaz. İman imkân verir, bedel mümkün kılar. Profesör İhsan Fazlıoğlu’na göre, İslam’ın Hıristiyanlığa ve Yahudiliğe kıyasla farkı ve başarısı İslam’ın teklif edilebilir olmasıdır. Yani, İslam, tevhidi bir inançtan aklın ilkesine ve metafizik bir düşünceye dönüşebilen bir teklif hâline gelebilmiştir.

Bütün bunlar güzel. Ancak amentünün kıymetinin zâyi olmaması için bunun süreklilik arz etmesi gerekiyor. Mesele, hayatın bir anına mahsus olabilecek, oldu-bitti konumunda durabilecek cinsten değil. Tarih bir süreklilik içerisinde akıyor ve hayat durmaksızın değişerek kendini her an yeniden yaratıyor. Süreklilik, kolay görünen ancak belki de en çileli kısmı bir amentü sahibi olmanın ve bunu süreklilik içerisinde bir anlam ifade edecek şekilde var etmenin. Aslında, bütün mesele her şey için ahenkte bitiyor. Fani dünyada, her şeyde işin sırrı dengede olmakta, ifratla tefritin arasını bulmakta. Önceki yazıların birinde de hikâyesini anlattığım Italo Calvino’nun köprü hikâyesindeki ‘taşlar yoksa, kemerin de olmayacağını’ akılda tutmakta yarar var.

Kategoriler
matbuat

Şehrim 2023

Şehir üstüne konuşmayı, düşünmeyi ve hayâl etmeyi seviyorum. İtiraf etmeliyim, Italo Calvino’nun Görünmez Kentler’iyle tanıştıktan sonra kent üstüne bütün meşguliyetler, aynı zamanda yüzde bir tebessüm de bırakan bir keyif hâline dönüşebiliyor. Ak Parti’nin Şehrim 2023 projesine birkaç ay öncesinde denk gelmiştim. Geçenlerde biraz daha detaylarını öğrenme imkânı buldum. Çiğdem Karaaslan’ın öncülüğünde gerçekleşen bu proje gerçekten bir ihtiyaç. Otobüslerin şehirleri dolaşarak alacağı geribildirimler, farklı fikirler önerileri ve işin masa başı
mesaisi çok güzel.
Doğrudan esnafla, meydanla, sokakla konuşmak aslında bir şehir tahayyülü meselesinin özüdür.
Ancak pratikte her zaman çok efektif olmayabildiğini de unutmamak gerekir.
Tabi, bazı eksikliklerin tespiti ve giderilmesi, hatta yeni projelerin geliştirilmesi için de Şehrim 2023 projesinin otobüsleri şehirlerin geleceğine uzun vadeli projeksiyon tutacaktır.

Bense bu vesileyle Kent ve şehir aynı anlama gelen eş anlamlı
sözcükler mi?
Hiç sanmıyorum. Şehir Farsça’dan geliyor; kent ise mazisi Orta Asya’nın 9. yüzyılına dek uzanan ve bugün çoktan kaybolmuş Soğdca. Her iki dil de son kertede İran menşeili. Fakat ‘şehir’ lafzı nedense bu coğrafyada kültürel olarak daha çok sahiplenilmiş ve kullanılmış. Bugün, ‘şehir’ kelimesinin ‘kent’e kıyasla daha yerli bir çağrışım yapması bu sebepten olsa gerek.

Yaşadığımız şehirler, güzelliğiyle ve çirkinliğiyle aslında orada olana ve olmayana dair bir gösterge olma özelliği gösteriyor. Binalar, köprüler, meydanlar sadece zahirlerinden ibaret değil. İşte, Görünmez Kentler’den bir Mostar Köprüsü pasajı:

Marco Polo, tek tek her taşıyla bir köprüyü anlatıyor.

“Peki köprüyü taşıyan taş hangisi?” diye sorar Kubilay Han.

“Köprüyü taşıyan şu taş ya da bu taş değil, taşların oluşturduğu kemerin kavsi,” der Marco.

Kubilay Han sessiz kalır bir süre düşünür. Sonra ekler:

“Neden taşları anlatıp duruyorsun bana? Beni ilgilendiren tek şey var, o da kemer.”

Marco cevap verir:  “Taşlar yoksa kemer de yoktur.”

Öyleyse, şu çıkarımlarda bulunabiliriz. Bir kenti ve toplumu taşıyan her şeyden önce bütün unsurlarının yarattığı ahenktir. Tıpkı, Mostar Köprüsü’nde olduğu gibi kilit taşı bütün köprü için hayati öneme sahip bir tek taştır.  Bir kent yahut bir toplum tek bir parçasıyla var olmadığı gibi kendisi için önemli bir unsur yok olduğunda da aslında her şeyini kaybetmiş olmaz. Kent yaşamaya devam eder. “Kemerin kavsi”nin var ettiği ahenk şehrin ritmidir, soluğudur, bıraktığı estetik izdir. İmparatorlar çoğu kez o düzenin, nizamın ve ‘yolunda giden işlerin’ peşindedirler. Bütün gürültünün arkasında son kertede bu istek, bu arayış vardır. Tıpkı, Marco Polo’nun anlattıkları karşısında Kubilay Han’ın “Neden taşları anlatıp duruyorsun bana? Beni ilgilendiren tek şey var, o da kemer.” haykırışı gibi… Her hükümdar meselenin özünü kavramak ister. Onu en kestirme ve direkt
yoldan çözmek ister. Marco Polo ise imparatorların bilmediği sırra vakıftır. Taş bir köprüyü var eden bütün unsurlarıdır.
Bütün taşların var ettiği ahenk bir kemerin kavsinin vaat ettiği güzelliği var edebilir.

Şehirlerimizi bir şiirin sembollerini döşer gibi kurmalıyız. Bugün, sembollerle var olan kentlerde değil, ne üzücü ki ezberlerle var olan kentlerde yaşıyoruz. Bu durumun ne tek bir müsebbibi var ne de tek bir sebebi… Kalkınma ihtiyacı ve arayışı çoğu kez bizim için anlamı var eden sembolleri lüks kılıyor. ‘İdeal şehir’ üzerine konuşurken sokakla konuşmanın en büyük riski burada. Maişet motorunun çalışması için gelebilecek fikirler bizim ideal kentimizi bulmaya dair yeterli olmayabilir. Sokak elbette önemli ve Şehrim 2023 projesinde sokağın ötesi de düşünülmüş. Ancak yine de projenin beslenebilecek, gelişebilecek çok tarafı olduğunu düşünüyorum. Şehrim 2023 gibi bir proje, bir arzu, bir arayış tek başına beni heyecanlandırmaya yetti. Geleneğin ve fantastik olanın mezcettiği, hikâyeye imkân açılan dokunuşlara da ihtiyaç hissediyorum.

Kategoriler
matbuat

Ah, Bu Şehirler…

Elimde eskilerden bir kitap: İslâm Geleneğinden Günümüze Şehirler ve Yerel Yönetimler… İki cilt hâlinde 1996 yılında yayınlanan bu kitap şehirlere ve ruhlarına dair farklı açılardan bakış sunuyor. Kitapta, Turgut Cansever’den Sezai Karakoç’a, Halil İnalcık’tan İlber Ortaylı’ya, Özer Ergenç’ten Mustafa Armağan’a, Anayasa Komisyonu Başkanı Mustafa Şentop’tan bugün CHP’li İlhan Tekeli’ye, merhum vali Recep Yazıcıoğlu’ndan Samsun Belediyesi Eski Başkanı Kemal Vehbi Gül’e kadar bir devrin şehir ve medeniyet üzerine kafa yormuş zihinlerinin makaleleri yer alıyor. Kitabın en iyi tarafı gerek yazarlardan gerekse de yazılan konulardan bir çırpıda anlaşılacağı üzere hem fikrî hem de ameli bir sentez oluşturması. Okuyucu, kitapta ‘ideal şehir’e dair birtakım tasvirler, insanın şehirle kurduğu münasebet, asr-ı saadet döneminden bugüne İslâm şehirlerine dair ‘ilmi’ bilgiler görebileceği gibi doğrudan şehrin idaresiyle ve belediyecilikle ilgili ‘ameli’ icraatların nasıl yürümesi gerektiğine dair nitelikli ve zaman dışı bir yaklaşımları içinde barındırıyor.

Belediyecilik ise ayrı bir zanaat. Zanaat diyorum çünkü hem teknik bilgi hem de Allah vergisi bir el yatkınlığı gibi kabiliyet gerektiriyor. Ne yalnız ilmi bilgiyle olabiliyor ne de medeniyet ufkundan yoksun bir halklılık yetiyor. Ait olduğun toprağın bilincine hâkim olmak şart, yetmiyor bir de pratik kabiliyet gerekiyor. Anlayacağınız hem mektepli hem alaylı olmak şart!

İslâm’da nasıl ki ümmiliğin özel bir yeri varsa, Medine sadeliğiyle bütün İslâm şehirlerine rol model olmuştur. Camiiler, evler, pazarlar sade ve tek katlı bir anlayış içinde kendine yer bulmuştur. Ta ki Osmanlı devrinde Selâtin camiilere, ardından Tanzimat’la gelen Dolmabahçe ve Çırağan Saraylarına kadar… Oysaki bizim bugün şehirleri imar etme ve kalkındırma anlayışımız bambaşka! Yani, kalkınmaktan vazgeçip romantik şehirler mi inşa edelim? Italo Calvino’nun Görünmez Kentler’indeki gibi fantastik, tesadüflerin, zaferlerin ve trajedilerin olduğu şehirlerde yaşamayı mı idealimiz hâline getirelim?

Eh, bütün bunlar bir bakıma normal. Bunlar yapısal dönüşümler; insanların gündelik hayatı sağ giderken, şehirlerin sola doğru gitmesini bekleyemezsiniz. Bugün, başta İstanbul olmak üzere Türkiye’de hemen hemen bütün şehirler betona mahkûm olmuş vaziyette. Fakat mesele betondan ibaret değil. Betonla iyi yapılar da inşa edebilirsiniz. Esas sıkıntı kanaatimce hem şehrin bütününe hem de tekil olarak her bir yapıya ilişkin ‘kimliksizlik’ meselesi. Kimliksizlik, tek bir şeyle ilgili olamayacak kadar çok faktörden etkilenerek ortaya çıkan bir sonuç olmaktan ibaret. Kimliksizliğin izleri yeni yapılarda ortaya çıkabildiği gibi restorasyon yapılan eski binalarda da ister istemez ortaya çıkıyor. Aslında demek istiyorum ki şehirlerimiz bizi yansıtıyor. Şehirler bizden farklı değil.

Mesela, Samsun’da bugün alışveriş merkezi alanı olan eski Tekel fabrikalarının ve Fransız Konsolosluğu’nun restorasyonu bu anlamda tam bir faciaydı. O projeyle birlikte şehirde atıl kalmış bir alan şehre kazandırılmış oldu, bu çok güzel. Fakat Tekel fabrikalarından ve Fransız Konsolosluğu’ndan kalma metruk binalarda olan ruh restorasyon adı altında yapılan kıyımla yok olmuş oldu. Öyle bir restorasyon yapmak zorundasınız ki eski fabrikaları görmemiş 10 yaşında bir çocuk o alışveriş merkezine girdiğinde annesinin babasının metruk binalarda aşina olduğu ruhu hissedebilecek… Bir kentin hafızası ve dolayısıyla kimliği ancak böyle muhafaza edilebilir. Belki birçok sebebi vardır bunun fakat en temel sebebi başarısız yenileme faaliyetlerinin doğal malzemelerle yapılmaması. Taş binanın bir restorasyonu yapılıyor, geriye taş kalmıyor. Yalnızca beton üzerine çekilmiş parlak bir alçı muhatabınız oluyor. Beyoğlu’nda uzun yıllardır metruk duran Narmanlı Han’ın restorasyonu da bitmiş. Vaziyet, Samsun Meydanı’ndan farklı değil. Bu anlamda en başarılı örneklerden birisi Türkiye’den bir restorasyon firmasının savaş sonrası yeniden inşa ettiği Mostar Köprüsü. Şehirleri hem kalkındırmak hem zarifleştirmek ve güzelleştirmek hem de hafızasını kaybetmesine engel olmak mümkün. Mesele, biraz da harcı karan ustada!

Kategoriler
iktibas yazı

marco polo describes a bridge, stone by stone.

bir gece yarısı, ansızın, o vakti unutmak mümkün mü?

iki vagon arasından kurgulanmış bir rüyâ. hiyeli hayâle katık etmiş, tam kumarbaz işi.

kim vardı, kim? hercai yüreğim.