Kategoriler
matbuat

Kurtların ve Tabiatın Bağışladığı Mehmet

Başka bir kitapla devam etmek isterim: Kıymetli yazar ve şair büyüğüm Ali Ayçil’in Karşı Roman kitabı. İletişim Yayınları etiketiyle iki bin yirmi dört yılında bu kısa roman yayınlandığında hemen bir tane satın aldım. Birkaç sayfasını okudum ancak hikâyeye bir türlü dahil etmedi beni roman. Şimdilerde, yeniden okuyorum ve kendimi hikâyenin ya da Savunmanın içinde buldum.

Ali Ayçil, Mehmet Manas karakteri üzerinden çocukluk günlerinden, üniversitede tarih okuyan delikanlılık zamanlarına ve nihayet İstanbul’da bekâr hayatı yaşayan bir entelektüel karakterine bürünerek, kendi hayatını irdeliyor.

Romanda, çocukluğundan beri soğuğa ve yürümeye mecbur bırakılmış ve bu yüzden yürümekten nefret eden Mehmet Manas karakterinin, İstanbul sokaklarında, – en çok da Bağlarbaşı metro istasyonu etrafında çokça yürüdüğünü, bu yürüyüşler sırasında Savunmasını paradoksal bir biçimde var ettiğini ayrıca belirtelim.

Karşı Roman, taşra ile İstanbul’da yaşamanın başarılı bir mukayesesini yapıyor. Köy hayatıyla İstanbul’un modernleşmesi karşı karşıya geliyor. Bir tarafta Erzincan’ın Armıdan köyünden Hagop Mintzuri ve Köy Derneği Başkanı Mümtaz Taşoluk; öbür tarafta Mehmet Manas ve Berna’nın bütün bu hayatlara ve kendi hayatlarına dış gözle bir bakışı. Bu dışsal gözle bakışın modern bir gözlükle olduğuna şüphe yok. Modern gözlük diyorum çünkü Mehmet Manas’ın kendi gözleri taşrada yaşadığı yılların köylülüğünü taşıyor ancak İstanbul’da ‘modern bir gözlük’ takarak Mehmet Manas bambaşka bir İstanbul hayatı yaşıyor.

Karşı Roman’ın satır aralarında sıklıkla İstanbul’un semtlerinin, caddelerinin, sokaklarının, camilerinin ve mezarlıklarının ismiyle karşılaşıyoruz. Mehmet Manas karakterinin evinin olduğunu tahmin ettiğimiz Surp Haç Ermeni mezarlığının karşısındaki cihette, Nuh Kuyusu Caddesi üzerindeki ara sokaklardan birinde olan Güçlü Apartmanı da Ayçil’in romanında sıkça dile getirdiği muhitlerden.

Yine, Ali Ayçil başka romanlara, roman karakterlerine ve yazarlarına gönderme yapmayı ihmal etmemiş. Bu tarzda bir metinlerarasılık yöntemine başvurmanın Karşı Roman’a pek yakıştığını söyleyelim. Böylelikle, Ali Ayçil, verdiği atıf ve referanslarıyla Türk ve dünya edebiyatı literatüründeki rüşdünü de ispat ediyor.

Ali Ayçil, Karşı Roman’da kullandığı dil ve üslup bakımından bana Orhan Pamuk’u hatırlattı. Kitabı okurken küçük hacimli bir Orhan Pamuk romanı okuyor olduğum hissine kapıldım. Belki de bu hissin sebebi Ali Ayçil’in de kendini Tanpınar geleneğine ait hissetmesi. Zaten, Orhan Pamuk’un romanlarını okumuş bir Türkiyeli yazarın kendi yazınlarında bu üsluptan detaylarda esinlenmesi ve ilham alması çok muhtemeldir. Ayçil, romanında, Orhan Pamuk’un aksine bölümleri, karakterleri, mekânı ve zamanı birbirinden sarih bir biçimde ayırmamış. Bütün karakterler ve mekânlar hücuma kalkan bir ordu gibihep birlikte okuyucunun karşısına çıkıyor. Öte yandan, satırlar ilerlerken hücuma kalkan bu yekûn; kişiler, mekânlar ve hikâyeler vasıtasıyla girift bir labirente dönüşüyor.

Romanın yazılış biçimi hakkında da birkaç kelâm etmek isterim. Karşı Roman’ı üsluba ve biçime dair eleştirel bir cihetle okurken romanın ne şekilde yazıldığını merak etmekten kendimi alamadım. Eğer ki hislerim beni yanıltmıyorsa, Ali Ayçil,bu romanı ‘bir çırpıda’ yazmış ve metne daha sonradan çok fazla bir cerrahi müdahalede bulunmamış. Gerçi, kendisi romanda, “ayrıntı insanıydım” (s.100) diyor. Muhakkak ki ilk yazımdan sonra roman metni üzerinde birtakım tashihler yapılmıştır ancak metin, üslubunun akıcılığı ve birtakım çelişki gibi görünen biçimsel özellikleriyle, ham metnin orijinalitesi hissini ve güvenini veriyor.

Ali Ayçil’in âdeta bir karşıtlıklar ve ikilemler romanı yazdığını söyleyebiliriz. Karşı Roman’da birçok ikilik var: Karaşın ve Sarışın, Ölüm ve Parfüm, Kırıkkale ve Parabellum, Henkür ve Menkür, Erkek ve Kadın, Tanrı ve Uhut, Dağ ve Tepe, Mümtaz ve Pervin Taşoluk, Ecevit ve Rahşan Hanım, Süleyman Demirel ve Nazmiye Hanım.

Yine, Umut Yayın ve Kitabevi’ndeki ‘Krallar Masası’nda da ikilikler devam ediyor: Sağ ve sol, siyah ve beyaz, iyi ve kötü, vasat zekâ ve zekâ, erkek ve kadın, şair ve hikâyeci, okur ve yazar. ‘Krallar Masası’ bütün bu ikiliklerin ‘hürce’ karşılaştığı bir ortam. Ali Ayçil’in ‘Krallar Masası’ndaki olayları ve sahneleri başarılı bir tasvirle birçok edebiyat erbabına nostaljik gelecek bir surette anlattığını belirtelim.

Ali Ayçil’in baş karakteri Mehmet ManasKarşı Roman’da anlatılan hayat hikâyesinde hep bir hayatta kalma (survival) mücadelesi içerisindedir. Belki de Mehmet’in hayatta kalması ve yaşıyor olması bir talihten ibarettir. Ali Ayçil şöyle sıralıyor kurtarıcılarını: “Aklımı çift kanatlı kapının arkasındaki kütüphane, bedenimi kurtlar ve tabiat, ruhumu annem korudu diye söylendim; dört koruyucum oldu, asla daha fazlası değil.” (s.55) Evet, ilk çocukluk günlerinden itibaren Mehmet Manas’ın hayatını bağışlayan, hatta bir ‘karşı tarih’ insanı olarak onu koruyan kurtlar ve tabiat olmuştur. Bu hayatta kalma mücadelesi varoluşsal kaygılar taşımanın da ötesindedir.

Ali Ayçil’in Karşı Roman’da “Bir şehir” başlıklı bölümün ayrıca dikkatimi çektiğini ifade etmek isterim. Bu bölümde, Ayçil, buram buram memleket kokan bir Erzurum tasviri yapmış. Güzel bir şekilde de yapmış, üstelik. Yani, Karşı Roman yalnızca bir ‘karşı tarih’ anlatısı geliştirerek ‘İstanbul iyi, taşra berbat’yaklaşımına sığınmıyor. Payitaht şehri İstanbul’un modern ve medeni imkânlarının karşısına; Anadolu’nun kardeşliğini, ahlâk timsali kadınlarını, edeplerinden yüzlerini kızaran delikanlılarını, elleri kınalı genç kızlarını, kurnalarından buz gibi sular akan çeşmelerini koyuyor. İyi de yapıyor, Ali Ayçil.

Karşı Roman için taşradan İstanbul’a uzanan ‘sıradan gibi görünen bir hayatın’ anlatısı diyebiliriz. Ali Ayçil, bu romanıyla bana, sırf yaşamaktan dolayı acı çeken bir adamın acısını hatırlatıyor. Öyle bir acı ki bu, yaşıyor olmaktan ve öğrenerek büyümekten mütevellit. Mehmet Manas’ın acısı roman okuyucularının acılarıyla bir araya geliyor, büyüyor ve roman içindeki labirent tam bir keşmekeşe dönüşüyor.

Kategoriler
matbuat

İstanbul Hatırası

Lise hayatımın son iki senesini parasız yatılı olarak İstanbul’da geçirdim. On yedi yaşımda lise tahsilime devam etmek için İstanbul’a gelmiştim. Yenibosna’da Prof. Dr. Mümtaz Turhan Sosyal Bilimler Lisesi’ninöğrencileri ve mezunlarıyla Türkiye’deki en kaliteli ortaöğretim kurumlarından biri olduğunu bizzat tecrübe ettiğimi söylemeliyim.

Çocukluğumda İstanbul’a birkaç kez gelmiş olsam da parasız yatılı olarak on yedi yaşımda ilk defa İstanbul’u kendi ayaklarım üzerinde tanımaya başladım. İstanbul’a erken gençliğimde tek başına gelmek bambaşka bir duygu ve perspektifti. 

Yenibosna’dan okul arkadaşlarımla en çok Eminönü’ne, Sirkeci’ye, Çemberlitaş’ta Çorlulu Ali Medresesi’ne ve Vefa’nın dar sokaklarına giderdik.

Sinemaya gitmek için ya da tavla oynayabileceğimiz bir kafeye oturmak için çoğunlukla Beyoğlu’na giderdik. Galatasaray Lisesi’nin hemen karşısındaki kaldırım taşında oturmayı ve İstiklal Caddesi’nden geçen insanları bel hizasından seyretmeyi o zamanlar ilk defa sevmişimdir.

Yine, lisede bir defasında Mecidiyeköy’den belediye otobüsüne binip Silahtarağa’ya gittiğimi, İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Alan Duben’i ziyaret edip ‘üniversite kavramı’ hakkında görüştüğümü ve fikirlerini aldığımı hatırlıyorum.

Bir defasında da eski dostum Oğuz Melik’le Tekel Sahnesi’nde oynanan Georg Büchner’in Woyzeck tiyatro oyununu seyretmek için Üsküdar’a vapurla gitmiştik. Ama kendi başımıza vapurla ilk defa gitmenin acemiliğiyle geç kaldığımız için tiyatro oyununu seyredememiş ve Üsküdar meydanını gezip geri dönmüştük. Üsküdar’a ilk gidişim on yedi yaşımda bu zaman oldu. O zamanlar, henüz telefonların müzik çalmadığı yıllarda, iPod’umdan çokça Teoman dinlemeyi severdim.

Ama sonrasında üniversiteyi İstanbul Şehir Üniversitesi’nde Altunizade’de geçirmiş olduğumdan, Üsküdar, İstanbul’un en sevdiğim ve zaman geçirdiğim mıntıkalarından olmuştur. Bana kalırsa Üsküdar’ın her semti kendi başına ayrı bir güzelliktedir. Beylerbeyi, Çengelköy, Kuzguncuk başlı başına kendilerine mahsus karaktere sahip yerlerdendir. Yine, Kadıköy’e bağlı olan Koşuyolu civarında dar sokaklar arasında gezinmek de İstanbul’u sevmek için yeterli sebeplerdendir.

Tabi, eskilerin çok defa söylediği gibi ‘İstanbul, eski İstanbul’ değil. Rahmetli Ara Güler’de bir röportajında İstanbul’un İstanbulluluğunun kalmadığını söylediğini hatırlıyorum. Şimdilerde İstanbul bolca araç ve insan trafiği demek. Hâliyle sokaklar ve dükkânlar da daha steril. İstanbul’un eski yerli insanlarıyla karşılaşmak daha az muhtemel. Böylesi daha iyi bir şey midir, açıkçası onu bilemiyorum. Çünkü eski yerli insanların olduğu bir İstanbul, her mahalle için geçerli olmasa da bir yönüyle daha fazla fakirlik demekti.

İstanbul’a lise okumak için ilk defa gittikten sonra yaklaşık yedi yıl İstanbul’da kaldım, İstanbul’u tanıdım ve sevdim. Daha sonra Ankara’da yüksek lisansımı yapıp, çalışmak için tekrar İstanbul’a döndüm. Bu sıralarda, İstanbul’da sürekli olarak yaşamasam da İstanbul’a gidip gelmeye çalışıyorum. Açık yüreklilikle söylemeliyim ki hâlen İstanbul’un merkezi semtleri gezip görmek için en iyi yerlerden. Eski şehir, ne denli tereddi ederse etsin, İstanbul için ticaretin devam ettiği bir kalp konumunda. Ancak artık eski İstanbul’un ötesinde apartman tarlalarının olduğu bambaşka bir İstanbul var. Bu yeni İstanbul ve merkezden uzakta yaşayanlar Türkiye’nin hâlen yeni sayılabilecek bir sosyolojik gerçeği. Buralarda bambaşka kaliteli hayatlar var. Ancak İstanbul’un eskilerinin yaşadığı ‘kaliteli’ hayatlardan daha farklı bir sosyolojik bir formasyona sahip.

Yine de diyebiliriz ki Osmanlı payitahtı İstanbul, kendisine mahsus karakteri ve güzelliğiyle İstanbul’dur; İstanbul’dan ötede kalan yerler ne denli gelişmiş olursa olsun taşradır, vesselam.

Kategoriler
matbuat

Müsabaka Belediyeciliği

Müsabaka belediyeciliği diye bir ‘yaklaşım’ geliştirilmesi gerektiği kanaatindeyim. Yani, belediyeler hem kendi ihtiyaçlarını karşılamak için hem de bir alandaki en iyileri bulma ve ödüllendirmek amacıyla çeşitli alanlarda yarışmalar düzenlemeliler.

Zaten, Türkiye genelinde belediyeler çok sayıda yarışma düzenliyor. Düzenledikleri bu müsabakalar artarak devam etmeli. Fakat sormak isterim: Samsun’da çeşitli alanlarda belediyeler ne kadar yarışma tertip ediyor? Aslında, bu konuda bir yazı yazmak istememin bir sebebi de Samsun’da başta Büyükşehir Belediyesi olmak üzere belediyelerin bu konuda eksik kaldığını fark etmiş olmam.

İnternetten yarışmalara ufak bir göz attığımda da Samsun’un bu konuda gerçekten eksik olduğunu söyleyebilirim. Yarışma tertip eden belediyeler, valilik ya da kaymakamlıklar göremiyorum.TEKNOFEST ve Kültür Yolu Festivali’nde müsabakalar yapılıyor ancak bunlar Samsun’a mahsus olmaktan çok, Türkiye genelinde düzenlenen müsabakaların Samsun ayağı.

Söylemek istediğim şudur: Müsabaka belediyeciliği gibi bir mantaliteyle bu yarışmalar yapılmalı. Fen bilimlerinden, mimariye ya da fotoğraf, resim, müzik, edebiyat, tarih, sosyoloji gibi kültür sanat alanlarında olmalı yarışmalar. Belediyeler de ödüllendirdiği bu çalışmalardan istifade etmeli.

Mesela, Site Camii… Orası aslında bir vakıf olarak kurulmuş ve mimari olarak düzenlenen müsabakanın neticesinde inşa edilmiş bir yapı. Site Camii ve Çarşısı’nın mimarisi gerçekten orijinaldir de… Samsun’da birbirine benzeyen birçok yapı içinde hemen dikkat çeker. Tabi, şu an hâli perişan. Tabii, yapıldığı zamandan bu yana gerekli bakımları yapılmazsa perişan olur. Bazıları için de dini kitaplar ve eşyalar satan Site Camii esnafı da o bölgelere bedbin bakışın sebebidir. Netice olarak, Site Camii ve Çarşısı mimari olarak düzenlenen bir müsabaka sonucu kazanan projeyle camii olarak yapılmıştır.

Site Camii ve Çarşısı’na benzer şekilde ve daha iyisini yaparak Samsun’da binalar ve projeler inşa etmek için mimari yarışmalar açılmalı. Şiir yarışmalarıyla birlikte şiir geceleri düzenlenmeli. Fotoğraf ve resim müsabakalarıyla ödüllendirilen çalışmalar sergilerde ve belediye yayınlarında değerlendirilmeli. Müzik alanında yarışmayla en iyi seçilenlerin parçaları profesyonel bir albüm hâline getirilmeli. Yine, edebiyat ve öteki sosyal bilimler alanlarında ‘kitap’ olacak çalışmaların olduğu müsabakalar yapılmalı. Bütün bunlar, ‘yarına kalacak’ ve ‘yaşayacak’ çalışmalardır. Samsun’un Türkiye’ye ve dünyaya tanıtımını biraz da bu tarz çalışmalarda aramak gerektiği kanaatindeyim.

Samsun’da belediyelerin Kültür ve Sanat Daire Başkanlıkları ne iş yapıyor, bilmiyorum. Bu dairelerin potansiyellerini düşündükçe yapılan kültür ve sanat icraatları adına üzülüyorum. Evet; bazan bir tiyatro oyunu, bazan ünlü bir şarkıcının konseri ya da tanınmış bir yazarın Samsun’a geldiği oluyor… Ancak belediyelerin kendisinin tertip ettiği organizasyonlarla bunun ötesine geçmek gerektiği kanaatindeyim.

MİLLET ‘EKMEK DERDİNDE’

Diyeceksiniz ki millet ekmek derdinde… Samsun Büyükşehir Belediyesi Başkanı Halit Doğan da “Önceliğimiz iş ve aş” demiş. Güzel demiş hakikaten… Gerçekten istihdam sağlamanın, aç insanların karnını doyurmanın, insanların hayat kalitesini artırmanın faydası ve hasenatı yanında bütün hizmetler boş kalır. Ancak iş ve aş meselesinde de geleneksel ve bürokratik teferruatların ötesine geçerek yeni proaktif fikirlere ve uygulamalara ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.

İstanbul’daki Kent Lokantaları benzeri bir belediye hizmeti, siyaset ve belediyecilik üzerine tefekkür ederken benim yıllar önce düşündüğüm, notlarım arasına aldığım ve gerçekleştirilmesini arzu ettiğim bir çalışmaydı. İmamoğlu’nun İstanbul’a belediye başkanı olarak seçildiğinde ilk icraatlarından biri bu oldu. Samsun’da da galiba öğrencilere yönelik Üniversite kampüsünde bir belediye lokantası var. Ancak bu mesele daha kurumsal ancak amatör bir ruhla ele alınmalı.

Sormak isterim; siyaset, öncelikli olarak bir ülkede açlığı bitirmeyecekse, sokaktaki evsiz ve aç yatan insanlara merhem olmayacaksa, fakirliği fukaralığı bitirmeyecekse neden var? Bu konuda, profesyonel çözümlere ve uygulamalara değil; sivil inisiyatiflere, amatör ruhlu güvenilir insanlara ve müteşebbis ruhlu belediyelere ihtiyaç var.En azından, belediyeler Cumhuriyet Meydanı’nda ve öteki başka merkezi lokasyonlarda sıcak çorba, keşkek, etli/nohutlu pilav verebilir, diye düşünüyorum. Kalıcı bir çözüm değil belki ama mevcut şartlarda birçok kişinin ihtiyacı olacağı kanaatindeyim. İstismar edilmeden; aç olan, karnını doyuramayan ya da durumu iyi olmadığı için yemek yemeye gelen insanlarla ‘başka bir Samsun mümkün’ dememiz mümkün olur.

Kategoriler
matbuat

Medeniyet ve Su

Medeniyet, su ile inşa edilir. Milletlerin suyla kurduğu münasebet bize o milletin karakterine dair ipuçları verir. Tarih boyunca bütün büyük medeniyetler suya hükmetmeyi ve suyu insanlara ulaştırmayı amaçlamışlardır. Suya hükmetmek amacıyla sarnıçlar inşa etmiş ve suyu halka ulaştırmak için çeşmeler ve hayratlar yapmışlardır.

Bilirim ki bir çeşme akarsa o şehirde hayat var olur. Çeşme aktıkça sebepler dairesi genişler. Vesileler artar. Hayra hasenata imkân olur. Çeşmeler sadece bizde yok. Roma’nın da her yerinde çeşmeler bulunmakta çünkü akan suların olduğu bir çeşme refahı temsil eder ve bir medeniyetin en büyük delilidir. Fakat Roma’nın bütün çeşmeleri neredeyse kaldırım seviyesi hizasındadır ve o suyu içmek için Roma medeniyeti karşısında eğilmek gerekir. Bizdeki çoğu çeşme başkadır. Bizim çeşmelerimiz karşılık ve itaat beklemeksizin suya kim ihtiyaç duyarsa mütevazı bir şekilde su verir. Hatta kuşlar için dahi mezarlıklarda su içme yerleri, camiilerde kuş evlerinin inşa edildiği malûmdur. Çeşmelerimiz karşılığı Rabbinden bekler. Bu yönüyle, Roma çeşmelerinden ayrılır. Âlemde her şey dairesel bir şekilde akar ve bu mübârek anlayışın özünde de döngüsel bir akış vardır.

Türkçe’de ‘eyvallah’ kelimesi ne mânâ taşıyorsa, hayatımız için de ‘su’ benzer yerdedir. Divan şairi Fuzûlî de “Su” isimli kasidesinde âlemlere rahmet olan peygamber efendimiz Hz. Muhammed Mustafa’ya (s.a.v.) şöyle methiyede bulunur: “Suya virsün bâğban gülzârı zahmet çekmesün / Bir gül açılmaz yüzün tek virse bin gülzâra su.” (“Bahçıvan gül bahçesini suya versin, boşuna zahmet çekmesin / Çünkü o bin gül bahçesine su verse bile senin yüzün gibi bir gül açılmaz.”)

Medeniyet ve su mevzubahis olmuşken, gündelik hayatlarımız için önemli olan bir ‘ihtiyaç’tan söz etmek istiyorum. Günümüzde, çeşmeler kadar temiz yüznumaralar ve camiilerdeki temiz abdest yerleri önem arz ediyor. Samsun’da temiz, çamur olmayan, kâğıt peçetelerin olduğu merkezi yerlerde Samsun Büyükşehir Belediyesi tarafından yapılarak işletilen tuvaletlerin ve abdest alma yerlerinin olması gerektiği fikrindeyim. Yine, camiiler de abdesthanelerinin temiz olması ve abdest aldıktan sonra kurulanacak peçetelerin olması konusunda desteklenmelidir.

İstanbul’da Kadir Topbaş döneminde akbillerle kullanılabilen temiz tuvaletler ve abdest alma yerleri uygulaması başlamıştı. Şu an da İmamoğlu döneminde zannediyorum devam ediyor.

Süleymaniye Camii avlusunda ve Yıldız Parkı’nda bu tuvaletlerden ve abdesthanelerden bulunduğunu biliyorum. Diyeceksiniz ki hâlihazırda umumi tuvaletler ve abdesthaneler her yerde var ancak öyle değil. Önemli olan temiz ve kullanışlı bir şekilde insan haysiyetine yakışır şekilde ve bu incelikte tasarlanması.

Buradan, Samsun Büyükşehir Belediye Başkanı Halit Doğan’dan benzer uygulamayı Samsun’da da hayata geçirmesini ricâ ediyorum. Birçok hizmet yapılabilir, yapılıyor da… Ancak tertemiz umumi tuvaletler ve tabii abdest yerlerinin de olması bizim Samsun’da yaşarken ne kadar medeni olduğumuzla alâkalıdır.

İlâve olarak söylemeliyim ki Samsun’u bizim kendine münhasır, özgün bir incelik ve zarafetle nakşetmemiz gerekir. Bütün taşra şehirlerini birbirine benzeten bir ‘zihniyet’in dışına çıkmak mecburiyetindeyiz. Unutulmamalıdır ki rant bütün şehirleri tek tipleştirir. Türkiye’nin ve elbette Samsun’un, bugün daha önce hiç olmadığı kadar tarihi, kültürel ve siyasi muhayyilemizi yeniden yorumlayacak bir özgünlüğe ve yeni fikirlere ihtiyacı varmış gibi görünüyor.

Biz, çeşmeler medeniyetiyiz. İstanbul’da ecdat yadigârı çeşmelerin hâli eskiden perişandı. Son zamanlarda galiba bazı çeşmeler tamir edildi ve kullanıma açıldı. Fakat Türkiye’de bugün şehir merkezlerinde akan çeşmeler Hak getire… Sultan II. Mehmed’in mirası Saraybosna’da her yerde akan çeşmeler bulunuyor. Samsun’da da şehrin merkezi yerlerinde su içilecek çeşmeler yapılamaz mı?

Subaşı’nda Hamidiye Çeşmesi ve en eski stadın bitişiğinde Alemdârzade Çeşmesi olduğunu biliyorum. Yine, Bafra’da Canikli Ali Paşa ve Fazıl Kadı çeşmeleri de mevcut. Bunların hepsi birkaç yüzyıllık tarihi çeşmeler.Sadece tarihi çeşmeleri restore etmek değil; bugünün mimarisiyle ‘tarih olacak’ yeni çeşmeler de yapılmalı. Su içmek kadar mimari olarak da yüzyıllar sonrasında kullanılabilecek ve imrenilerek bakılacak çeşmelerin olduğu bir Samsun daha güzel olur, fikrindeyim vesselam.

Kategoriler
matbuat

Müslüman’ın Değişen Saati

Saat ve vakit, son iki yüz yıllık siyasi ve sosyal meselelerimiz açısından oldukça sıra dışı kavramlardır. Zaman muhayyilemizin ve bize zamanı gösteren saatlerin, – Endüstri Devrimi’nden ve 1789 Burjuva Devrimi’nden sonra gayriinsani biçimde değiştiğini söylemeliyiz. Ama tıpkı Avrupalılar gibi, 1800’lü yılların Osmanlı’sında da bizler ‘zamanı tam manasıyla ölçen’ saatleri pek sevdiğimiz aşikârdır. 1800’lerden önce de mekanik saatler vardı, – 1500’lerde ilk saat bize İngilizlerden gelmişti, ancak saatler ‘kesinlik’ ve ‘doğruluk’ kazanmamıştı. 

Eskinin aksine, yeni ve modern saat ‘dakik’ idi ve zamanı tam manasıyla ‘kesin’ bir şekilde ölçebiliyordu.Osmanlı’da saatlerin yaygın olarak kullanılmasından önce Osmanlı insanı zamanı ‘takribi’ olarak algılıyor, işlerini ‘ezan’a göre tertip ediyordu. Tanzimat’la beraber modern bürokrasinin Bâbıâlî devlet dairelerinde gelişmesiyle ‘mesai’ kavramı ortaya çıktı. Yine, Reşid Paşa ve Abdülmecid devrinde İstanbul’a Şehir Hatları Vapuru’nun gelmesiyle ‘vapur saatleri’ gibi bir durum ortaya çıkmış, iskeleden kalkacak olan vapurlara ‘tam saatinde yetişmek’ gerekmiş ve saatlerin önemi artmıştır. Bu konuda, Avner Wishnitzer’ın Reading Clocks, Alla Turca (Alaturka Saatleri Ayarlama – Geç Osmanlı’da Zaman ve Toplum) kitabı dikkate değerdir. Wishnitzer’ın İsrailli bir akademisyen olduğunu belirteyim. Filistin’in soykırıma maruz kaldığı ve vahşetin şiddetlenerek arttığı bugünlerde bütün İsraillilerin barbar ve siyonist bir ideolojinin parçası olmadığını temenni ettiğimizi ifade edelim.

Bütün bunları ne demeğe anlatıyorum? Türkiye topraklarında son iki yüzyıldır daha önceden olmayan başka bir boyuta intikâl ettiğimizi söylemeğe çalışıyorum. Modern hayatla beraber ‘zaman algısı’ insan haysiyetine ve onuruna yakışır olmaktan çıktı. Tam da burada, Ahmet Haşim’in “Müslüman Saati” yazısını hatırlatmakta yarar var. Burada yazıdan uzun alıntı yapmayacağım, ilgililer Haşim’in kısa metnini okuyabilirler. Ama birkaç not aktarmakta yarar var:

Eskiden kendimize göre yaşayışımız, düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre, dinden, ırktan ve ananeden hayat alan bir zevkimiz vardı. Bunun da ötesinde, yirmi dört saatlik zaman algısı tamamen moderndi ve eski saatlerde tanınmazdı. Yeni saat ve takvimin aksine hicri zamanda yaşantının durağan olmayan ve sürekli değişen vakitlerle mündemiç olması insan tabiatına daha uygundu. Sabah fecir ile başlıyordu ama artık hemen hemen herkes, bu yeni saatler dünyasında “yeni ve acayip bir uykunun ateşlerinden, eller kilitli, ağız çarpılmış, bacaklar bozuk çarşaflara dolanmış, kıvranırken” uyuyordu. Ahmet Haşim, “Müslüman Saati” yazısında şöyle diyor: “Artık fecri yalnız kümeslerimizdeki dargın ve mağrur horozlara bıraktık.” Böylece, Müslüman’ın saati de değişti. Tanzimat’la başlayan yeni ve modern dünyanın ‘sözde’ parçası olduk.

Saatleri tam olarak saniyesi saniyesine ayarlamak… Yani, dakiklik. Aslında Tanzimat devrinde yeni teknik ve modern dünyada saatler ile zaman tahayyülünün yeni bir boyut kazanması o dönemle sınırlı kalmadı. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras alınanların arasında saat ve zaman algımız da vardı.

Cumhuriyet döneminde uzun yıllar boyunca evimizin ortasındaki sarkaçlı saati ve kol saatlerimizi saniyesi saniyesine doğru olacak şekilde ayarladık. Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi romanında 70’li yıllarda Füsun da evlerindeki sarkaçlı saati televizyondaki TRT saatine göre ayarlıyordu.

Mekanik saatler varken saatleri mütemadiyen ayarlama ihtiyacı da söz konusuydu. 80’li yıllarda Quartz pilli saatlerin yaygınlaşmasıyla mertlik bozuldu. Saati tamı tamına ayarlamak yalnızca otomatik yahut kurmalı saat kullananlara kaldı. Bu fark dahi zamanı algılayışımızın ne denli farklılık gösterebileceğine ve yıllar geçtikçe dönüşebileceğine güzel bir örnektir.Saatlerden söz açılmışken risale hacmindeki artık sahaflara düşmüş bir kitabın notunu buraya düşelim: Saatin Hikâyesi, Hasan Ali Ediz (Doğan Kardeş).

Kategoriler
cümle

gülümse

doğacak güne, denize, güneşin ilk ışıklarına gülümse.

Kategoriler
musiki

istanbul istanbul olalı

Kategoriler
yazı

istanbul

istanbul fazla özletiyor kendini.

içinde iken daha çok bütünleştiriyor. o taşın yüzeyindeki kavis, biliyorsun ki ellerin de değdiği için yoğrulmuş. istanbul’un taşları ellerinde ipeklenmiş. vaziyet bu olunca kent ve aidiyet üzre kurduğun ilişki de başkalaşıyor.

kentin sokaklarını arşınlarken yere ne denli sağlam bastığını hissetmekle alakalıdır biraz da kentle kurulan ilişki. müdavim ve misafir olmak arasında beliren cesaret ve çekingenlik arasında kurulur kentlilik, yerlilik ve aidiyet daireleri.

öyle ki ben geçmişte tek başına hatrıma bile düşmeyen parçaları okşamayı pek özlemişim. binbir köşeye saçılmış parçaların var ettiği bütünü.

gel artık, diyor.

‘gel’ demekle kalmıyor. yüreğimden kopan bin parça ‘git artık’ diyor.