Kategoriler
matbuat

Osmanlı, Yeniden!

Cumhuriyet devrinde tarihçilik biraz da Osmanlı tarihçiliğidir. Modern Türkiye, 1923’te cumhuriyetin ilânıyla başlayan zamanlardan itibaren kendine yeni bir Osmanlı anlatısı kurma gayreti içerisine girmiştir. Bu tabii görünebilir; yeni Cumhuriyet’in kurucu siyasi kadrolarının ve entelektüel elitlerinin yapmaya çalıştığı iş uzaktan bakınca devr-i sabık yaratmaktır. Ancak unutulmasın ki Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki bu yeni Osmanlı tarihi anlatısı kurma çabası kendi zamanında devr-i sabık yaratma amacının ötesinde doğal bir sürekliliğin sonucudur ve kendi doğal ortamı içerisinde gerçekleşmiştir.

Yeni Cumhuriyet’in Osmanlı mirası üzerine gelmesinin doğurduğu olaylardan bir tanesi de kendisine en yakın, en canlı ve en somut Osmanlı tarihini çoğunlukla görmezden gelmesidir. Bu yüzden, üniversite kürsülerinde eski Türk tarihi, Hititler, Sümer tarihi ve dili gibi konular yeniden önem kazanmış ve revaçta olmuştur. Bu suretle, Türklerin en eski tarihini ve kökenini bulma gibi anlamsız çabalara girişilmiştir.

Osmanlı tarihi zaviyesinden bakılınca o dönemde önemli sayılabilecek çalışmalardan birisi Niyazi Berkes’in Türkiye’de Çağdaşlaşma kitabıdır. Bu önemli ve uzun yıllardır kalburüstü kabul edilen çalışma resmi tarih tezi ve ideolojisinin savunuculuğunu yapmaktan ötürü ciddi eleştirilere tabi olmuştur. Tıpkı, Osmanlı İmparatorluğu’nu gerileme paradigmasından ele alan Bernard Lewis’in The Emergence of Modern Turkey (Modern Türkiye’nin Doğuşu)kitabında tutturduğu söylem ve yaklaşım gibi. Türk ve Osmanlı tarihçiliğindeki güncel ve son yaklaşımlar Berkes’e ve Lewis’e temkinli yaklaşılması gerektiğini salık verir.

Rahmetli Halil İnalcık’ın her fırsatta söylediği, – bir tarihçi olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun Batılı anlatılar karşısında aciz kalmayacağı bir tarih yazma amacını gerçekleştirmek Osmanlı tarihçiliği açısından kayda değerdir. İnalcık, ekseriyetle kuruluş devri ve Fatih-Yavuz-Kanuni dönemleri üzerinde çalışmıştır. Osmanlı son dönemi ve modern Türkiye üzerine az sayıda kıymetli çalışması vardır. Kendisinin çokça söylediği bir diğer husus ise Halil İnalcık’ı okumadan eleştirdikleri yönündedir. Bu açıdan bakıldığında, Halil İnalcık kendisini eski anlatıların bir savunucusu olarak görmez; bilakis, İnalcık yazdıklarıyla yeni nesil tarihçilere de referans olmak istemektedir.

2000 öncesi dönemde Osmanlı İmparatorluğu üzerine nicelik olarak çok akademik çalışma yapıldığını söyleyemesek de Şerif Mardin gibi isimler Osmanlı tarihçiliğine özellikle yeni bir toplumsal perspektif kazandırarak literatüre önemli katkılar yapmıştır.

2000’li yıllardan sonra Osmanlı tarihçiliğinin seyrinin değiştiğini söylemek mümkün. Hem kemiyet bakımından hem de keyfiyet bakımından Osmanlı tarihçiliği revaçtadır. Çok sayıda çalışma yapılmaya başlanmış ve bu yeni çalışmalar ‘Batılı devletler karşısında Osmanlı İmparatorluğu’ dar söyleminden sıyrılmaya çalışmıştır. Artık, 2000 sonrası dönemde, yeni sorular sormak ve kendisine yeni bağlamlar bulmak çok daha kıymetlidir. Bu yeni yaklaşımlar, dünya tarihini Avrupa merkezci bir gözle görmediği gibi dünyayı kuzey-güney ya da doğu-batı karşıtlıkları üzerinden değil bütün medeniyetleri eşit bir şekilde gören ‘yatay eksen’ üzerinden değerlendirme eğilimindedir.

Dünya tarihine yönelik bu yaklaşımın neticelerinden birisi de Osmanlı tarihini çok daha demokratik, tarafsız ve olduğu gibi anlama ve anlamlandırma çabasıdır. Tarihçilikte yeni ekoller, Osmanlı İmparatorluğu’nun Fransız İhtilali’nden itibaren içerisinde bulunduğu ‘buhranlı’ durumda olduğu gibi kendi hikâyesi ve normalliği içerisinde anlamaya çalışmaktadırlar.

Tanzimat devrinde Osmanlı Batılılaşırken İslâm’dan uzaklaşmadığı gibi Tanzimat Fermanı da metin olarak oldukça İslâmi referansları olan bir metindir. Osmanlı aydınının Avrupa karşısındaki tavrı da yalnızca Batıya öykünme ve züppeleşme olarak görünemez.2000’li yıllardan sonra Osmanlı tarihçiliğine rağbet olmasının politik bir izahı olup olmadığı tartışılabilir. Bunun bir sebebi, üniversal ekolleri ve dünya tarihini takip eden yeni tarihçilerin ve insanların varlığıdır. Öteki sebepleri arasında Tanzimat ve Osmanlı geç dönem siyaseti ile Türkiye’deki bugünkü siyasetin koşullarının oluşturduğu durum görülebilir.

Kategoriler
matbuat

Halil İnalcık’ın Vatandaşlarına Hitabı

Muhterem Halil İnalcık’ın vefatından kısa bir süre önce Ankara Bilkent Lojmanlarındaki evinde ifade ettiği sözleri matbuat tarihinde ilk defa buradan paylaşıyorum.

Son zamanlarda beni sevindiren bir şey vatandaşlarımın Türkiye’de benden bahsederken ‘dünyaca tanınmış’ ya da ‘tarihçilerin kutbu’ filan gibi böyle beni şımartan birtakım sıfatlar kullanıyorlar. Fakat bu ‘dünyaca tanınmış’ lafını burada açıklamak istiyorum. Neden dünyaca tanınmış? Çünkü benim öğrencilik yıllarımdan beri izlediğim bir hedef var: O da Batı’nın bizim tarihimizi, Türkiye tarihini alışılmış bir Haçlı zihniyetiyle, küçümseyerek, düşman gibi ele aldıklarını herkes biliyor. Yani, son zamanlarda daha çok nötr konularda; ekonomi, sosyal yapı vesaire gibi konularda çalışanlar hakikaten güzel. Mesela, İzmir’in iktisadi gelişmesi üzerine bir kitap yazdılar. Bazıları benim öğrencimdir Şikago’dan. Güzel, müsbet yazılar da var ama genelde (Osmanlı tarihine bir düşmanlık söz konusu.) Hatta, son zamanlarda bir kitap çıktı. Osmanlı tarihi üzerine. Türkçe de bilir. Diyor ki Gibbons’un Birinci Dünya ve Balkan Harbi’nden sonra Türkiye artık çökmek kaybolmak durumundayken yazılmış bir kitap. Bu diyor Osmanlılar bir büyük imparatorluk kuracak çapta değildiler. Devlet kuracak… Bunu kendilerine iltihak eden Hıristiyanlar ve özellikle Bizanslılar bu devleti kurmuşlardır, gibi böyle bir şey. Yani, bundan iki üç sene önce çıkan bir kitapta. İsmini vermeyeyim. İsmi tanıdığım bir kimsedir. Dostumdur. Hâlâ hâlâ bunun üzerinde. Benim bütün kariyerimde uğraştığım şey dünyaya Osmanlı Devleti’ni, toplumunu, kültürünü asıl çehresini tanıtmaktı. Çok şükür bunda muvaffak oldum. Bunu vatandaşların bilmesini isterim.

Mesela, klasik devir üzerine (kitabım): The Ottoman Empire Classical Age olarak bir kitap çıkardım. Bu kitap İngiltere’de basıldı. O kitabı bütün Balkan dillerine tercüme ettiler. Balkanlar’da nereye gitsen üniversite öğrencisi beni biliyor. Üniversitelerde okunuyorum. Bütün Balkan dilleri, altı Balkan dilinde Yunanca dâhil. Son zamanlarda Araplar da ilgilendiler. Beyrut’ta bir şey, Medar-i İslami diye bir firma benim bu kitabı Arapçaya tercüme etti. Arkasından benim iki cilt başında olduğum ekonomik sosyal tarih (kitabı): An Economic and Social History of the Ottoman Empire. Bu klasik bir kitap oldu artık. The Classical Age kitabı bu kadar tercümelerden sonra Türkiye’de tercüme edildi. Yapı Kredi bastı bunu. 11. baskısı filan, çok popüler bir kitap oldu. Fakat asıl son zamanlarda Orion Kitabevi bunu yayan. Benden elektronik (olarak da) çok ilgi duydukları için. Ukrayna diline tercüme edildi, biliyorsunuz. Ekonomik tarihim Rusçaya, Lehçeye, Yunancaya tercüme edildi. Demek istiyorum ki mesela Encyclopedia of Islam, bu konuda en önemli ansiklopedidir. Oraya 40 madde yazmışım. Demek istiyorum ki yani Türk tarihini hakikaten dışarıda temsil etmekteyim, okunmaktayım ve tercüme edilmekteyim. İlmi seviyesi bu yazıların şu şekilde kabul edilmiştir. Bu yazılardan sonra şu akademiler beni üye seçmişlerdir. Yani, bir yabancıyı bir akademiye seçmek… Yani, kendini seçtirmek çok önemlidir, müthiş bir iştir. American Academy of Arts and Sciences tam üyesiyim. Yani, bu Oscar tertip eden akademidir. Sanat ve ilim akademisidir. American Historical Association beni şeref üyesi seçmişlerdir. Diğer akademiler, The British Academy üye seçti beni. Ben üyeyim orada. Sonra, Royal Historical Society ve Royal Asiatic Society. Bunlara ben üye seçilmişim. Japonya’da dünya tarihçileri üzerine bir kitap yazdılar. Bana bildirdiklerine göre orada benim ismim Ortadoğu’yu temsil eden tarihçi olarak… (Telefon çalıyor.) Ben, bu yaşa gelince daha talebeyken önüme koyduğum hedefe eriştim. Onu kabul ediyorum. Çünki bu şu akademilere; Amerikan akademisi, The British Academy, Sırp Akademisi, Arnavut Akademisi, Türk Akademisi (şimdi dağılmıştır) İlk Türk akademisi şeref üyesi olan beş akademi.

Sonra, bana birçok üniversite fahri doktora verdiler. Doctor honoris causadedikleri… Bunların arasında Hebrew University İsrail var, Bükreş var efendim. Çeşitli yabancı ve Türk üniversiteleri merasimle… Sonuncusu Azerbaycan bundan bir ay önce doktora merasimi oldu burada Bilkent’te. Merasimle fahri doktora veren bu üniversiteler kaç üniversite biliyor musun? 23 üniversite. Şimdi, bu akademileri ve bu fahri doktoraları, fahri doktora demek bir yabancının verebileceği en yüksek şeydir, değil mi?

Bunları şimdi şunun için anıyorum: Demek ki beni ‘dünyaca tanınmış’ bir ilim adamı olarak dünya kabul etmiştir. Benim sözümü dinliyorlar. Tercüme ediyorlar. Lehçe, Ukrayna, Rusçaya, Arapçaya tercüme ediyor. Arap dünyası o kadar memnun oldu ki bu kitaptan beri. Arapçaya tercümesi ekonomik sosyal tarihin.

İki sene önce galiba yahut bir sene önce, Suudi Arabistan Nobel’le yarışmak için King Faisal International Prize koymuştu. Bunu Japonlara, Amerikalılara filan veriyor. Yalnız Araplara değil. Orada İslâm tetkikleri sahasında, tıp filan da var, bana bu prize (ödülü) verdiler. Bu prize, yani büyük şeydir. Yani, Arap dünyasında tanındı.

Şimdi, benim Has Bahçe kitabım. Türk edebiyatını yeni baştan ele alan bir kitaptır. Ve İran menşeini gösteren. Farsçaya tercüme edildi, yakında çıkacak. Tahran Üniversitesi bana doktora vermeye hazırlanıyor. Şimdi bütün bunları şunun için söylüyorum: ‘Dünyaca tanınmış’ ya da bazıları ‘tarihçiler arasında tanınmış’ gibi sıfatlar kullanıyorlar. Ben şunun için şahsen çok itminan içindeyim. Yani, vazifemi görevimi yapmış bir insanın rahatlığı içindeyim. Batı’ya objektif bir şekilde kendi milletimin kendi devletimin tarihini şimdi öğretici vaziyetteyim. Beni okuyorlar. Beni tercüme ediyorlar.

Yunanlılar, klasik çağı ve sosyal ekonomik tarihi tercüme ettiler. Ve Atina Üniversitesi bana doktora verdi. Benimle beraber kime verdi biliyor musunuz? İngiltere’de en büyük arkeologlardan Sir Ronald Syme. Dünyaca tanınmış bir arkeolog. İkimize aynı zamanda doktora verdi. Bunları vatandaşlarım bilsin istiyorum. Ben gelişigüzel bir tarihçi değilim. Hakikaten dünyaca tanınmış bir tarihçiyim. Ve Türk milletimle, Türkiye’de yetişmiş bir tarihçi olarak iftihar ediyorum. Vatandaşlarım da bunu öğrensinler.

Kategoriler
matbuat

Halil İnalcık’ın Ardından

Rahmetli hocam Halil İnalcık’ı nasıl anlatsam? İnalcık Hoca’dan bahsetmek için özel bir yıldönümü değil, biliyorum. Hoca’nın vefatından bu yana da dile kolay dokuz sene geçti. Ancak Fatih Camii haziresinde medfun Halil İnalcıkhakkında biraz yazmak ve kişisel hatıralarımdan bahsetmek isterim.

Halil İnalcık yaşasa kendisinin nasıl bilinmesini isterdi? İnalcık Hoca’nın, bilhassa da geçirdiği kalp ameliyatı sonrasında duygusallaştığını biliyorum. Nasıl göründüğüne, söylediklerinin kamuoyu nezdinde ne şekilde anlaşıldığına dikkat ederdi. Menfi bir eleştiri olduğunda üzülerek sitem eder ve Osmanlı tarihinde kendisinin yaptıklarını bazı kimselerin anlayamadığını ya da kıskançlık ettiklerini söylerdi. Halil İnalcık Hoca vefatından biraz önceye kadar oldukça dinç ve sağlıklıydı. Akademik çalışmalarına devam ediyordu.

Hocaların hocası Halil İnalcık’ı 2007 yılında kendisiyle yaptığım bir mülâkat vesilesiyle tanıdım. Tabi, bu mülâkatı dedem Kemâl Vehbi Gül organize etmişti. Çünkü Halil İnalcık aynı zamanda dedem Vehbi Gül’ün de üniversite sıralarından hocasıydı ve o zamanlar ben liseye yeni başlamıştım ve çok küçüktüm. Ben, on beş yaşımdaydım; Halil İnalcık ise doksan bir yaşındaydı. Aramızdaki bu devasa yaş farkı hoca-talebe müessesinin kurulmasına mâni olmadı.Mülâkatı yaptığım günden İnalcık Hoca’nın vefatına kadar kendisini mütemadiyen Bilkent Lojmanlarındaki evinde ziyaret ettim. İstanbul’da katıldığı bazı organizasyonlarda kendisine eşlik ettim.

Halil İnalcık’ın küçük lojman evi âdeta bir belge arşivi gibiydi. Kanepelerin ve masaların üzeri yaptığı çalışmalarda kullandığı belgelerle doluydu. Bir defasında, kanepelerden birisini işaret ederek, “Bak, burası Osmanlı denizcilik tarihidir,” demişti. Evinin başka bir köşesinde Halil İnalcık Hoca’nın ‘tahtım’ dediği bir koltuğu vardı. Genellikle bu koltukta oturmayı severdi. Benim de İnalcık’ı ilk ziyaret edişimde mülâkat yaptığımda Hoca’nın oturduğu koltuk da budur.

Ziyaretlerimin bir defasında bana kendi hocasının Sadri Maksudi Arsal olduğunu söylemiştir. Benden Sadri Maksudi’nin bir kitabını bulmamı istemiştir: Hukukun Umumî Esasları. Ben de sahaflardan bu kitabı bulup Halil İnalcık Hoca’ya vermiştim. Kitabın taranmış hâlinin şimdi internette olduğunu gördüm. O zamanlar kitaba ulaşmak ancak sahaflarda bularak mümkündü.

Yaptığım röportaj zamanından kalma bir ses kayıt cihazım vardı. Halil İnalcık’ı ziyarete gittiğimde yanımda bulundurur ve kendisinden müsaade isteyerek konuşmalarımızın bir gün ‘tarih olacağını’ düşünerek kayda geçirirdim. Ve elbette bazan yanımda filmli fotoğraf makinem olurdu. Hatırladığım kadarıyla Halil İnalcık’ın fotoğraflarını Nikon F3’le çektim. Deklanşöre basar ve Halil İnalcık’ın ileride hatırlanacak bir fotoğrafını çekmek isterdim. Tarihçilerin şeyhi olan Halil İnalcık Hoca’nın başlı başına kendisinin ‘tarih’ olduğunu görerek…

Evet, Halil İnalcık’ın kendisi bir ‘tarih’ idi. İnalcık’ın hocalığının çok başka olduğunu söylemek gerek. Onun hocalığını ve insaniyetini yalnızca Halil İnalcık’ın öğrencileri bilir. Halil Hoca’nın tevazu ve öğretme çabası takdire şayandır. İnalcık gibi bir Osmanlı çınarının alçak gönüllülüğünü ve kendinden küçüklerine olan müsamahasını gördükçe; bugün Türkiye’deki üniversitelerde koltuk sahibi olan birçok akademisyendeki çiğliği, sırıtışı ve olmamışlığı daha iyi idrâk ediyorsunuz.

Bazı zamanlar da Osmanlı tarihi ve çeşitli meseleler hakkında konuşurken, Halil İnalcık Hoca söylediğini tam olarak ifade etmek istemez, ‘zülfüyâre dokunur’diyerek söyleyeceğinin kimseyi kırmamasına ve incitmemesine ihtimam gösterirdi. Halil İnalcık’ın bu davranışı, şüphe yok ki onun tam bir İstanbul beyefendisi olmasından kaynaklanıyordu.

Gelecek yazıda, muhterem Halil İnalcık’ın “Vatandaşlarıma Hitabım” dediği Hoca’nın sağlığında son birkaç ziyaretimden birinde bana anlattıklarını matbuat tarihinde ilk kez burada, bu köşeden paylaşacağım.

Kategoriler
matbuat

Ne Okuyorum?

Lisenin ilk yıllarında, şu an Çiftlik İstiklal Caddesi’ndeki Olgunlaşma Enstitüsü Restoranı olan  ahşap binanın koridorlarında Doğu Batı Yayınları’nın bir posteri vardı: “Boş zamanlarınızda kitap okumayın.”

Galiba o yıllardan, belki biraz daha öncesinden bu yana birçok sosyal bilimci gibi ben de okumayı kendime bir meşgale edinmiştim.

Okumayı pek sevdiğimi söyleyemeyeceğim. Bana kalırsa, okumak keyif verici ve rahatlatıcı bir eylem olmanın ötesinde çoğu zaman sıkıcı, insanı bunaltan bir istidat gerektiren başlı başına bir iştir.

Ancak kendimi bildim bileli günde birkaç sayfa dahi olsa okurum. Bunlar, bazan kitap olur yahut gazete veya dergi. Kitabı nasıl okuduğumun detaylarına girmeyeceğim. Bazı kitapları baştan sona, bazılarını ise entelektüel bir süzgeçten geçirerek bazı yerlerini okurum.

Bugüne kadar okuduklarım arasında Walter Benjamin, Theodor Adorno, Roland Barthes, Jean Baudrillard, Nurettin Topçu, Ahmet Hamdi Tanpınar, Sait Faik Abasıyanık, Cahit Zarifoğlu, Oğuz Atay, Italo Calvino, Turgut Uyar, Sezai Karakoç gibi isimlerin benim için kıymetli olduğunu belirtmek isterim. Mehmet Âkif ve Necip Fazıl’ı ise edebiyatı kadar karakteriyle burada zikretmem gerekir. Yine, şiiri bu topraklara ait Nazım Hikmet erken gençliğimde üzerimde tesir bırakan şairlerdendir.

Yaşayan büyük şair İsmet Özel’in pek çokları gibi bende de kendine mahsus özel bir yeri vardır. Yine, yaşayanlar arasında şair Birhan Keskin, yönetmen Derviş Zaim ve hikâyeci Mustafa Kutlu da öyle.

Nadiren Orhan Pamuk’un romanlarını okurum. Masumiyet Müzesi galiba okuduğum dördüncü romanı. Orhan Pamuk romanlarında artık ustalıkla işlenen satırları görebiliyorsunuz ancak bir yerden sonra kendisini tekrar ettiği de bir vakıa. Yine, Italo Calvino’nun Görünmez Kentler kitabı benim için kıymetlidir. Görünmez Kentler’deki kurguyu ve üslubu Calvino’nun öteki kitaplarında bulamam. Mesela, Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcukurgusuyla orijinal olsa dahi böyle değildir, sıkıcıdır. Julio Cortázar’ın Seksek romanı da okumayı istediklerim arasında. Seksek, antiroman olarak nitelendirilen bir kurguda. Geçtiğimiz aylarda bu minvalde Ali Ayçil’in Karşı Roman’ı İletişim Yayınları’ndan çıktı.

Şiirle münasebet kurduğum zamanlarda fark ettiğim önemli bir husus da şiir okumak kadar şair poetikaları ve antoloji okumak gerektiğiydi. Üstelik, şair poetikalarını okumanın öteki okumalardan ayrılır bir yanı da çok keyifli olmalarıdır. Turgut Uyar’ın Korkulu Ustalık, İsmet Özel’in Şiir Okuma Kılavuzu, İlhan Berk’in Poetika’sını, Octavio Paz’ın Şiir Nedir? Yay ve Lir kitaplarını burada zikredebilirim. Yine, antoloji olarak benim okuduğum Ataol Behramoğlu’nun iki ciltlik Büyük Türk Şiiri Antolojisi’dir.

Yaklaşık bir senedir Tanıl Bora’nın yüzyıllık siyasal tarihimizi kendi perspektifinden yazdığı Cereyanlar kitabı bir başucu kitabı olarak duruyor. İlâve olarak bu sıralarda İstiklal Harbi’ne ve Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına hızlı bir bakış atan Ahmet Kuyaş’ın Yüzüncü Yıl Notları kitabını okuyarak bitiriyorum.

Rahmetli Şerif Mardin’i de modern siyasal tarihimizi anlamak ve anlamlandırmak için çokça okumuşumdur. Yine, rahmetli hocam Halil İnalcık’ın, Osmanlı klasik dönem ağırlıklı yazmış olsa da modern Türkiye tarihimizle ilgili de denk geldiğim kıymetli makaleleri vardır. Osmanlı geç dönem siyaseti üzerine dikkate değer çalışmaları olan üniversite yıllarından hocam Gökhan Çetinsaya’yı, Ali Yaycıoğlu’nu, Baki Tezcan’ı, Şükrü Hanioğlu’nu Türkiyeli önemli zihinler olarak zikredebilirim. Gene, Murat BelgeMete Tunçay ve Halil Berktay da entelektüel havsalamız için önemlidir.

Son zamanlarda, Mısır’ın adı daha çok zikredilir oldu. Mısır’a gezmeye daha çok kişinin gittiğini duyuyorum. Mısır’da Müslüman Kardeşler yönetiminden sonra Mısır Cumhurbaşkanı Sisi ile uzun yıllardır bozuk olan uluslararası ilişkiler de Sisi’nin Türkiye’yi ziyaret etmesiyle bitmiş görünüyor. Mısır gibi kadim bir medeniyeti bildiğimi söyleyemem. Modern Mısır’ı anlamak için Dergâh Yayınları etiketli iki kitabı okunacaklar listeme aldım. İlki, Timothy Mitchell’ın Mısır’ın Sömürgeleştirilmesi kitabı. İkincisi, Mısırlı entelektüel Ahmed Emin’in hatıratlarından yola çıkarak yazdığı Sarıktan Fese – Modern Mısır’ın Doğuşuna Tanıklığım kitabı.

Yine, Amerikalı yazar Gertrude Stein’in Üç Hayat romanı ve Graham Greene’nin İstanbul Treni beni meraklandıran okumak istediklerim arasında.

Bir çırpıda, “Ne Okuyorum?” sorusuna verilecek cevaplar hatırıma geldiği kadarıyla böyle. Herkesin kendine göre belirli dönemlerde ‘neler okuduğu’ üzerine düşünmesi ve okuduklarını gözden geçirmesi entelektüel zihni muhafaza etmek açısından oldukça mümbit bir fırsat.Bu vesileyle, TBMM’nin Cumhuriyet’i ilân ettiği 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nı tebrik ederim.

Kategoriler
matbuat

Ah, Bu Şehirler…

Elimde eskilerden bir kitap: İslâm Geleneğinden Günümüze Şehirler ve Yerel Yönetimler… İki cilt hâlinde 1996 yılında yayınlanan bu kitap şehirlere ve ruhlarına dair farklı açılardan bakış sunuyor. Kitapta, Turgut Cansever’den Sezai Karakoç’a, Halil İnalcık’tan İlber Ortaylı’ya, Özer Ergenç’ten Mustafa Armağan’a, Anayasa Komisyonu Başkanı Mustafa Şentop’tan bugün CHP’li İlhan Tekeli’ye, merhum vali Recep Yazıcıoğlu’ndan Samsun Belediyesi Eski Başkanı Kemal Vehbi Gül’e kadar bir devrin şehir ve medeniyet üzerine kafa yormuş zihinlerinin makaleleri yer alıyor. Kitabın en iyi tarafı gerek yazarlardan gerekse de yazılan konulardan bir çırpıda anlaşılacağı üzere hem fikrî hem de ameli bir sentez oluşturması. Okuyucu, kitapta ‘ideal şehir’e dair birtakım tasvirler, insanın şehirle kurduğu münasebet, asr-ı saadet döneminden bugüne İslâm şehirlerine dair ‘ilmi’ bilgiler görebileceği gibi doğrudan şehrin idaresiyle ve belediyecilikle ilgili ‘ameli’ icraatların nasıl yürümesi gerektiğine dair nitelikli ve zaman dışı bir yaklaşımları içinde barındırıyor.

Belediyecilik ise ayrı bir zanaat. Zanaat diyorum çünkü hem teknik bilgi hem de Allah vergisi bir el yatkınlığı gibi kabiliyet gerektiriyor. Ne yalnız ilmi bilgiyle olabiliyor ne de medeniyet ufkundan yoksun bir halklılık yetiyor. Ait olduğun toprağın bilincine hâkim olmak şart, yetmiyor bir de pratik kabiliyet gerekiyor. Anlayacağınız hem mektepli hem alaylı olmak şart!

İslâm’da nasıl ki ümmiliğin özel bir yeri varsa, Medine sadeliğiyle bütün İslâm şehirlerine rol model olmuştur. Camiiler, evler, pazarlar sade ve tek katlı bir anlayış içinde kendine yer bulmuştur. Ta ki Osmanlı devrinde Selâtin camiilere, ardından Tanzimat’la gelen Dolmabahçe ve Çırağan Saraylarına kadar… Oysaki bizim bugün şehirleri imar etme ve kalkındırma anlayışımız bambaşka! Yani, kalkınmaktan vazgeçip romantik şehirler mi inşa edelim? Italo Calvino’nun Görünmez Kentler’indeki gibi fantastik, tesadüflerin, zaferlerin ve trajedilerin olduğu şehirlerde yaşamayı mı idealimiz hâline getirelim?

Eh, bütün bunlar bir bakıma normal. Bunlar yapısal dönüşümler; insanların gündelik hayatı sağ giderken, şehirlerin sola doğru gitmesini bekleyemezsiniz. Bugün, başta İstanbul olmak üzere Türkiye’de hemen hemen bütün şehirler betona mahkûm olmuş vaziyette. Fakat mesele betondan ibaret değil. Betonla iyi yapılar da inşa edebilirsiniz. Esas sıkıntı kanaatimce hem şehrin bütününe hem de tekil olarak her bir yapıya ilişkin ‘kimliksizlik’ meselesi. Kimliksizlik, tek bir şeyle ilgili olamayacak kadar çok faktörden etkilenerek ortaya çıkan bir sonuç olmaktan ibaret. Kimliksizliğin izleri yeni yapılarda ortaya çıkabildiği gibi restorasyon yapılan eski binalarda da ister istemez ortaya çıkıyor. Aslında demek istiyorum ki şehirlerimiz bizi yansıtıyor. Şehirler bizden farklı değil.

Mesela, Samsun’da bugün alışveriş merkezi alanı olan eski Tekel fabrikalarının ve Fransız Konsolosluğu’nun restorasyonu bu anlamda tam bir faciaydı. O projeyle birlikte şehirde atıl kalmış bir alan şehre kazandırılmış oldu, bu çok güzel. Fakat Tekel fabrikalarından ve Fransız Konsolosluğu’ndan kalma metruk binalarda olan ruh restorasyon adı altında yapılan kıyımla yok olmuş oldu. Öyle bir restorasyon yapmak zorundasınız ki eski fabrikaları görmemiş 10 yaşında bir çocuk o alışveriş merkezine girdiğinde annesinin babasının metruk binalarda aşina olduğu ruhu hissedebilecek… Bir kentin hafızası ve dolayısıyla kimliği ancak böyle muhafaza edilebilir. Belki birçok sebebi vardır bunun fakat en temel sebebi başarısız yenileme faaliyetlerinin doğal malzemelerle yapılmaması. Taş binanın bir restorasyonu yapılıyor, geriye taş kalmıyor. Yalnızca beton üzerine çekilmiş parlak bir alçı muhatabınız oluyor. Beyoğlu’nda uzun yıllardır metruk duran Narmanlı Han’ın restorasyonu da bitmiş. Vaziyet, Samsun Meydanı’ndan farklı değil. Bu anlamda en başarılı örneklerden birisi Türkiye’den bir restorasyon firmasının savaş sonrası yeniden inşa ettiği Mostar Köprüsü. Şehirleri hem kalkındırmak hem zarifleştirmek ve güzelleştirmek hem de hafızasını kaybetmesine engel olmak mümkün. Mesele, biraz da harcı karan ustada!

Kategoriler
cümle

şerif mardin göçmüş

inalcık’ın ardından şerif mardin de göçmüş. sosyal bilimler birer birer nefesini kaybediyor.

aslolan nefes, malûmât bulunur.

Kategoriler
yazı

Halil İnalcık’ın Vatandaşlarına Hitâbı

Halil İnalcık’ın Vatandaşlarına Hitâbı
Halil İnalcık’ın mezar taşı.

Halil İnalcık’ın öğrencileri Hoca’nın bu sözcüklerine ve anlattıklarına aslında oldukça aşina. Sohbetlerimizin birinde İnalcık Hoca birdenbire durdu ve bu şekilde başladı konuşmasına: “Son zamanlarda beni sevindiren vatandaşlarımın Türkiye’de…”

“Dünyaca tanınmış” lafını açıklamak istiyorum, “neden dünyaca tanınmış?” diye söze başlayan Halil İnalcık Hoca, Batı’nın Türkiye tarihini alışılmış bir ‘Haçlı zihniyeti’ gibi küçümseme gayreti içinde olduğunu söylemişti. Ardından, son yıllarda çıkan bir kitaptan da bahseden İnalcık Hoca, Herbert Adam Gibbons’un “Osmanlılar büyük bir imparatorluk kuracak çapta değildiler. Kendilerine iltihak eden Hıristiyanlar, özellikle de Bizanslılar bu devleti kurmuşlardır.” söyleminin sürdürülmesinden şikâyet etmişti.

‘İlmi çalışmalar’ deyince İnalcık Hoca kısa bir dünya turuna çıkıyor. Balkanlar’daki ilgiden, son zamanlarda Arapların ilgisinden söz eden Hoca, Arapça ve Farsça’ya yapılan tercümelerden, – verildiğinde artık Bilkent’teki evinden uzaklara pek de gitmemeye başladığından gidip de alamadığı gün henüz hafızamda pek taze olan, Arap dünyasının Nobel’i olarak tanımladığı Kral Faysal Ödülü’nün İslam tetkikleri alanında kendisine verildiğini hatırlatıyor. Yine, elbette yabancı akademilerin tevdî ettiği üyeliklerden ve fahri doktoralardan…

Hoca’nın son sözleri belki de bir ömürlük gayretin en çok anlaşılmasını arzu ettiği kısmı: “Vazifemi yapmış bir insanın rahatlığı içindeyim. Batı’ya kendi milletimin, kendi devletimin tarihini şimdi öğretici vaziyetteyim.”

Konuşma kaydının tam tarihi ne yazık ki arşivimin özensizliği sebebiyle muamma. Ancak yanlış hatırlamıyorsam Hoca’nın vefâtından önceki bir sene içinde olmalı. Eylül-Ekim 2015 civarında olması kuvvetle muhtemel. Hoca’nın doğum günü vesilesiyle düzenlenen merasimden birkaç gün evvel de olabilir. Hızlandırılmış bölüm anlaşılacağı üzere özel bir telefon konuşması.

Rahmetli Halil İbrahim İnalcık Hoca’nın vefât günü devrileli bir yıldan fazla oldu. Hoca’nın kendi sesinden ‘vatandaşlarına hitabı’ onu özleyen öğrencileri için kısa bir yolculuk olur, temennisiyle.

Kategoriler
cümle

inalcık göçtü

“Kutb-ı aktâb-ı müverrîhîn idi / Cümle âsârı buna muhkem delîl / Rıhletiyle artık öksüzdür ilim / Böyle emretti bunu nazm-ı celîl / Şimdi mutlak Fatih’in bağrındadır / Fethi ondan dinliyorken biz melîl / Hüzn içinde söyledim tarih-i tâm / Kalbi yıkdı hicr göçdü Mîr Halîl-1437”