Kategoriler
matbuat

Baudrillard ve Simülasyon Kuramı

Elimde erken gençliğimden bir kitap: Simülakrlar ve Simülasyon. Müellifi simülasyon fikrinin en önemli isimlerinden olan Fransız Jean Baudrillard. Yanılmıyorsam, doktorasını bile ihtiyarlık yıllarında ancak alabilmiş ana akım sosyoloji fikirlerinin ötesine geçen ve Amerikan rüyasına eleştirel bakışlar getiren bir entelektüel Baudrillard.

Kendisinin simülasyon teorisi 20. yüzyılın sonlarına damgasını vurmuştur. Toplumsal ve kültürel değişimlerin gerçeklik ile olan ilişkisini yeniden sorgulamış, gerçek ile imge arasındaki çizginin tamamen silindiği bir dönemi betimlemiştir. Yani, gerçekten daha gerçek bir ‘hipergerçeklik’ (hyperreality) realitesinden bahsetmektedir.

Simülasyon dünyasında ‘gerçek’ ve ‘hakikat’ düzenekleribirbiriyle yer değiştirmiştir. Baudrillard, bize üç temel kavram sunuyor: Gerçeklik, simülakr ve simülasyon. Ve bütün bu kavramlar ile modern insan yukarıda zikrettiğimiz bir ‘hipergerçekliğin’ (hyperreality) muhatabı oluyor.

Geleneksel anlamda gerçeklik, dış dünyada var olan nesneler ve olgular olarak anlaşılır. Ancak Baudrillard’a göre, modern toplumda gerçeklik ile onun temsil biçimleri arasındaki ayrım giderek bulanıklaşmıştır. Gerçeklik, artık temsilin ötesinde, kendine ait bir özgünlükten yoksun hale gelmiştir. Gerçeklik artık temsil kabiliyetini kaybetmiş nesnedir.

Simülakr, gerçekliğin bir temsili, bir taklidi ya da bir “görünüşü” olarak tanımlanabilir. Baudrillard’a göre simülakrlar, orijinalin birer kopyası değildir; çünkü artık orijinalin kendisi yoktur ya da önemsizleşmiştir. Bu yaklaşım bize Walter Benjamin’in orijinal sanat eserinin aurasını kaybettiği iddiasındaki tezini hatırlatır. Simülakr, âdeta orijinal sanat eserinin bir kopyasında olduğu gibi hakikatin yerini alır ve gerçeklikten bağımsız bir anlam üretir. Tıpkı Disneyland gibi: Gerçek bir eğlence parkı olmasının yanı sıra Amerikan kültürünün ve değerlerinin bir simülakrı hâline gelmiştir artık.

Simülasyon, gerçekliğin, imgeler ve temsiller aracılığıyla tekrar tekrar üretilmesi ve bu süreçte özgün gerçekliğin ortadan kaybolmasıdır. Simülasyon bir nevi makinedir.Teknik uygarlıkta geleneksel mânâda gerçekleri yeni bir formda yeniden var eder. Simülasyon, gerçeğin yerini alan bir ‘hipergerçekliğin’ (hyperreality) oluşmasına neden olur. Bu yeni düzende, insanlar imgeleri, temsilleri ya da göstergeleri gerçekliğin ta kendisi olarak algılarlar.

Baudrillard, simülasyonun dört aşamasından söz etmektedir. 1. İlk aşama: Gerçeğin sadık bir kopyası olarak temsil. 2. İkinci aşama: Temsilin, gerçeklikten bir sapma göstermesi. 3. Üçüncü aşama: Temsilin, gerçekliğin varlığını gizlemesi; yani temsilin, bir gerçeklikten yoksun hale gelmesi. 4. Dördüncü aşama: Temsilin, artık hiçbir gerçekliğe referans vermemesi ve tamamen simülakr haline gelmesi. Bu aşamada, imge yalnızca başka imgelerle ilişki kurar ve ‘hipergerçeklik’ (hyperreality) ortaya çıkar.

Baudrillard’ın teorisinin en önemli kavramı dolayısıyla ‘hipergerçekliktir’ diyebiliriz. ‘Hipergerçeklik’, gerçek ile hayâl arasındaki sınırların ortadan kalktığı, imgelerin gerçekliğin yerini aldığı bir dünyayı ifade eder. Modern teknik dünya böylesi bir geleneksel gerçekliğin ötesinde ‘gerçekten daha gerçek’ başka bir dünyadır. İçerisinde bulunduğumuz dünyada, bu ‘hipergerçek’ yeni dünya kitlelerin tümüne nüfuz etmektedir. Günümüz medya ortamında, haberler, reklamlar ve sosyal medya aracılığıyla sürekli olarak üretilen imgeler, gerçeklikten daha gerçekmiş gibi algılanır. Televizyon haberlerinde anlatılan bir olay, olayın kendisinden daha etkili ve inandırıcı gelebilir. Ya da modern savaşlar artık ‘kitleler’ için sanatsal silahlarla televizyondan seyredilen ya da telefonlardan takip edilen gelişmelerdir.

Baudrillard’ın simülasyon teorisi, siyasetin de bir tür gösteriye, bir imge üretim sürecine dönüştüğünü öne sürer. Seçim kampanyaları, lider imajları, medya sunumları ve kamuoyu anketleri, artık gerçek politikadan çok, simüle edilmiş bir gerçeklik oluşturur. Siyasi figürlerin medya aracılığıyla yeniden üretilmesi, onların toplumsal algıda gerçek kimliklerinden bağımsız, simülakr karakterlere dönüşmesine neden olur. Aslında bu bir bakıma, postmodern dünyada siyaset kurumunun iflasıdır.

21. yüzyılda dijital teknolojilerin yükselişiyle birlikte Baudrillard’ın simülasyon teorisi daha da güncel hale gelmiştir. Sanal gerçeklik, yapay zekâ, deepfake teknolojileri ve sosyal medyanın yükselişi, gerçeklik ile imge arasındaki sınırları iyice muğlaklaştırmaktadır. Bugün, insanlar çoğunlukla dijital ortamlarda var olur ya da kimliklerini sanal imgeler üzerinden inşa etmeyi yeğlemektedirler.

Jean Baudrillard’ın simülasyon teorisi birçok açıdan eleştiriye açıktır. Bazı eleştirmenler, Baudrillard’ın bu teoride aşırı karamsar ve indirgemeci olduğunu savunur ve toplumsal gerçekliğin tamamen yok olduğunu söylemenin mantıklı ve gerçekçi olmadığını düşünmektedirler. Her ne kadar imajlar dünyasında simülakrlar kitlelere etki etse de sosyolojik bir değer olarak toplumun da öznel bir kimliği vardır. Bir çırpıda toplumun simülasyonunun içerisinde zayi olarak kimliksizleşeceğini ya da kaybolacağını iddia etmek zordur.

Her şeye rağmen, Baudrillard’ın postmodern dünyaya ilişkin görüşleri günümüz medya toplumunu ve kültürel pratikleri anlayabilmek için hâlâ güçlü bir teorik çerçeve sunmakta. Tabi, tercüman Oğuz Adanır’ın tanımlamasıyla söylersek Baudrillard’ın postmodern bir düşünür olmadığını çünkü Baudrillard’ın simülasyon fikrinin kendine mahsus bir sistematik içerisinde varlık kazandığını da söylemek gerek.

Kategoriler
matbuat

Céline’i Okumak

Aslına bakarsanız bu köşede kitaplardan pek bahsetmek istemem. Ancak keyifle okuduğum ve muhteşem bir üslupla karşılaştığım bir kitap üstüne konuşmak istiyorum: Louis-Ferdinand Céline’nin müellifi olduğu kısa bir roman olan Profesör Y ile Konuşmalar.

Kitabın tek ifadede ne anlattığını söyleyecek olursak satır aralarında ‘kariyer eleştirisi’ olduğunu söyleyebiliriz. Bunun da ötesinde Fransız academiasından hareketle Céline’nin ironi dolu bir ‘üniversite’ ve ‘eğitim sistemi’ eleştirisi yaptığını ifade edebiliriz. Céline’nin alaya aldığı yalnızca Fransız akademisideğildir; kendisine has üslubuyla Céline edebiyat, sinema ve yayıncılık dünyasını da kapsayan bir kültür endüstrisine yönelik zekice bir kurgu içinde eleştirel bir bakış geliştirmektedir.

Louis-Ferdinand, yayınevi için yayınlanmak üzere yapılacakn bir interviyuv (röportaj) metni üzerinden metin içinde farklı anlatım ve zaman teknikleri kullanmış. Céline’nin kendisiyle röportaj yapan tarafta bulunan Profesör Y; nam-ı diğer Cihan Harbi gazisi Albay Réséda dâhi bir yazar olan yazarın kendisini takdim eden Céline’yle röportaj yapacaktır.

Ancak röportaj bir türlü ilerlemez. Umumi bir parkta beraber oturan Profesör Y ve Céline’nin yayınlanmak üzere yaklaşık yüz sahifelik bir röportaj yapması beklenmektedir ancak Profesör Y bir türlü röportaj sorularını sormadığından ötürü röportaj Céline’nin arzuladığı şekilde ilerlemez. Albay Réséda’nın aptal ve hantal karakteri üzerinden biz de Céline’nin ironi dolu kariyer, kültür, sinema, edebiyat ve akademi eleştirileriniböylelikle öğreniriz.

Tabi, bir de Albay Réséda’nın meşhur şöhretli yayıncı Gallimard Yayınevi’nin sahibi Gaston’la görüşme arzusu vardır. Céline, Profesör Y ile yayıncı Gaston Gallimard’ı görüştürecektir ve bu amaçla devam eden pek keyifli diyaloglar üzerinden kitabın sonuna doğru yaklaşırız.

Kısa bir kitapçık hacmindeki bu kitabın Yapı Kredi Yayınları etiketiyle ve Ayberk Erkay çevirisiyleokuyucusuyla buluştuğunu burada belirtelim. Orijinal dili Fransızca olan bu kitabın mükemmele yakın bir güzellikte Türkçeye çevrildiği izlenimini edindim. Üslubun muhtevasındaki gramer, ironi, espriler, söz sanatları Türkçe çeviride çok başarılı bir şekilde kullanılmış ve metnin atmosferi Türk dilinin zengin olanakları kullanılarak kitap çevrilmiş.

Louis-Ferdinand Céline, kısacık bir metinle ne denli başarılı bir kitap ortaya koyulabileceğini çok başarılı bir şekilde gösteriyor bizlere. Profesör Y ile Konuşmalar, kurgusuyla metin içinde yeni bir metin var ediyor. Albay Réséda ve Céline arasında yayınlanmak üzere yapılacak ve yayınevine teslim edilecek bir röportaj bahanesiyle Céline kendi kitabının yazım sürecini tamamlıyor ve bu kısa romanı yayınlanmaya hazır hâle getiriyor.

Doğrusunu söylemek gerekirse, Louis-Ferdinand Céline bugüne kadar karşılaşmamış olduğum bir muharrirdi. Céline’i daha önceden okumamış olduğum için hayıflandım. Profesör Y ile Konuşmalar’ı okuyunca bundan tam 23 yıl önce kaleme aldığı Gecenin Sonuna Yolculuk kitabıyla da karşılaştım ve daha hacimli olan bu kitabı okumayı arzuladım. Céline’nin yine kendisine mahsus bir konuşma dili ve argoyu kullandığı üslubuyla yazdığı Gecenin Sonuna Yolculuk’u da okumak istediklerim arasına böylelikle dahil ediyorum.

Louis-Ferdinand Céline çok başka bir yazar. Yazmış olduğu metin zamanın ötesinde olduğundan bugün hâlen Céline okunuyor. Dürüst olmak gerekirse, Céline kısa romanının üslubuyla beni kendisine imrendirdi. Böylesi muhteşem bir üslup ve kurguyla ben de keşke bir metni vücuda getirebilmeyi isterdim. Céline’in pek az rastlanır olağanüstü bir üsluba sahip olduğunu tekrar edelim.

Maharetle kılıç sallayan bir savaşçı gibi Céline de cümleleri birbirine ustalıkla bağlıyor, ilgi çekici konulardan bahsediyor ve satır aralarında espritüel mizaha başvurmayı ihmâl etmiyor. Metin içerisinde ele aldığı meseleleri sadece başkalarını yererek değil; aynı zamanda kendi kusurlarını da görerek kendini alaya alabiliyor.