
Post-Kemalizm meselesi üzerine yazı yazan önemli isimlerden birisi İhsan İlker Aytürk. Hatta, post-Kemalizm kavramsallaştırmasını icât eden kişi olarak İlker Aytürk’ü burada zikredebiliriz. Nedir bu post-Kemalizm? Türkiye siyasal hayatını değerlendirmek için kritik bir önemi var mıdır? Post-Kemalizm’in taşıyıcısı olan entelektüel yaklaşımları hangi tarihe kadar geriye götürebiliriz?
Ben, her şeyden önce, post-Kemalizm’e yönelik olarak varoluşsal bir değerlendirme yapılması gerektiği fikrindeyim. Çünkü post-Kemalizm’e kendini kaptırmış ya da post-Kemalizm’in ağına düşen siyasal elitin ve entelektüellerimizin Cumhuriyet statükosuna karşı geliştirdiği ‘itirazın’ ve ‘tavrın’ öncelikle nesep ve kendilerinin bulunduğu ‘fikir havuzundan’ kaynaklandığını söylemek istiyorum. Yani, post-Kemalist bir tavır takınan münevverlerimiz kendilerine bir aidiyet bulmak ya da mevzii tutmak için ‘özgürlükçü’ ve ‘demokratik’ bir söylem tutturmanın peşinde değil. Aksine, onlar statükoyla ve Cumhuriyet’in kuruluş yıllarındaki tek parti yönetimiyle hesaplaşmasını kendi doğal atmosferi içerinde bir varlık sebebi olarak, yani varoluşsal bir zorunluluk ile gerçekleştiriyorlar.
Ancak post-Kemalizm ya da kendilerini post-Kemalist etiketi altında bulanlar maça kafadan bir-sıfır geride başlıyorlar. Onların entelektüel çabası ve akademik olarak kalburüstü sayılabilecek nitelikteki çalışmaları kısa yoldan ‘liberal’ yaftasına maruz kalıyor. Bu noktada, buna en çok sebep olan nedenlerden birisi sivil toplum kuruluşları ya da Avrupa Birliği çerçevesinde düzenlenen etkinlikler oluyor. Post-Kemalist aydın akademik bir çalışmada bulunurken dahi televizyonlarda ya da gazetelerde kendini ‘liberal’ bir diskurun sözcüsü olarak buluyor. Özellikle bugün olmasa dahi 15-20 sene önce böyleydi. Hatta, post-Kemalizm güruhuna dâhil olmak ve demokratikleşme yanlısı bir akademik söylem içerisinde olmak entelektüeli doğrudan emperyal bir anlatının parçası hâline getiriyor. Bu yaftaya maruz kalmak post-Kemalizm sınıfına indirgenen entelektüellerimiz açısından umut kırıcı. Çünkü Atilla Yayla gibi kendini alenen ‘liberal’ sınıfına koyan aydınlardan başka olarak post-Kemalizm rüzgârına kapılmış aslında ‘liberal’ olmayan ve tek derdi kalburüstü akademik çalışma yapmak olan bir sürü fikir insanına sahibiz aslında.
Bir konuyu daha tartışmaya açmak istiyorum: Neden post-Kemalizm? Neden bu aydın sınıfına ve böylesi entelektüel yaklaşıma post-Kemalizm isimlendirmesinde bulunuyoruz? Bu yaklaşımlar, Kemalizm’in bir sonraki aşaması olarak mı vücut buluyor? Halbuki bu fikir insanları Kemalizm’in yarattığı vesayeti, statükoyu, anti-demokratik uygulamaları eleştiriyorlar; ve Osmanlı geç dönem siyasetinden modern Türkiye’nin kuruluş yıllarına kadar olan süre zarfını Türkiye’nin medenileşmesi ve muasırlaşması açısından ‘kayıp zaman’ olarak nitelendiriyorlar. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında 1980’e kadar olan çalışmalar daha az da olsa Türkiye’nin neoliberal ekonomiye geçişiyle birlikte post-Kemalizm kendine bir siyaset ve kültür alanı buluyor.
İlker Hoca, post-Kemalistlerin her zaman haksız çıktığını söylüyor. Her defasında muhafazakâr ve mukaddesatçı siyasete güvenerek prim verdiğini ancak AK Parti’nin 2007 sonrası rota değiştirmesi gibi post-Kemalistlerin bir entelektüel kaypaklığa varacak bir tutum içinde olduğu iddia ediliyor. Bu bir vakıa olmakla birlikte post-Kemalizm’in her türlü ‘demokratikleşme’ hamlesine ‘kanması’ oldukça tartışmalı bir konu. Ama işin aslı gerçekten böyle mi? Maksat, Türkiye’nin gerçek mânâda demokratikleşmesi mi, yoksa siyasal olaylara entelektüel bir ‘kılıf’ bulma çabası mı?
Türkiye’deki entelijansiya arasında post-Kemalizm gemisinde bulunan tanınan/tanınmayan münevverlerimizin birçoğunun Türkiye’deki en muttasıf isimler olduğunu burada söylemek zorundayız. Mesele, her zaman ‘entelektüel haysiyet’ ve ‘kalem namusu’ olmalıdır. Bana kalırsa, Türkiye’de bir entelektüel olarak yazın hayatında ve akademik çalışmalarda post-Kemalizm’in sularına girmek mümkün olabilir ancak burayı sığınılacak bir liman olarak görmeden evrensel şümulde yazmak çizmek gerekir.

