Bazan biri gelir, bizi bize götürür. Zamanlar arasılıktan başka bir şeydir karşılaştığımız. Zamanın anlâmsallığına dair çok derinlerden gelen yazılacak uzun uzadıya sözcükler olduğunu hissederiz. Tamamlamak isteriz zamanın anlamına – tam kelimesiyle anlamsallığına dair hissettiğimiz cümleleri. Öyle cümle kelimeler vardır ki içimizde, arkasında devasa bir kavram imparatorluğu olduğunu hissettirir.
Meramımızı alenen izah etmeye çalışarak zamanın sırrına yaklaşmak isteriz. Yazarken bir yandan da sözcüklerimiz mütereddit kalarak…
Zaman, anlâmın bizatihi kendisidir. Daha doğru ifadeyle, zaman anlâmsallık içinde muhtemel alanlarını mütemadiyen genişletir. Namütenahi bir anlam spektrumu içinde yine namütenahi bir zaman genleşmesidir, zaman ve anlâm arasındaki tuhaf hikâye. Zaman ilerledikçe, aktıkça, anlâm da bize yeni imkânlar, yeni anlâmsallıklar açar.
İnsan olmaktan ve yaşıyor olmaktan süregelen bir zamanın akışı içerisindeyizdir. Zamanın akışının da kıymetini bilmeli. Yaşıyor olmak zamanımızın akmasına kâfi değildir çoğu zaman. Yine de büyük insanlık cemiyeti olarak ister hüsran içinde olalım, istersek de nisyan içinde olalım; zamanın muhatabı olarak hayatımızı anlâmlandıracak anlâmsallıklar peşinde iz süreriz.
Anlâmsız görünen yığının içinde de bir büyük anlâm vardır çoğu zaman.Muhakkak anlâmlı bir parçanın absürd bir gölgesidir, sıradan görünen hayatların içinde olup biten… Belki de anlâm umulmadık yerde olandır; kuytu köşelerden, umumun orta yerinde görünmeyenlerden neşet eder.
Aynı (görünen) zamanı bambaşka yaşarız, hepimiz…
Anlâm, zamanın anlâmsallığının da ötesindedir. Belki de… Kim bilir…
Bazı yazarların yazdıkları sıradan bir metin olmanın ötesindedir. Onlar gökyüzünün ve yeryüzünün diliyle konuşurlar.Bu minvalde bir hayat yaşar ve yazarlar.
Gökler ve yerin ahengiyle tecessüm eder hayatları ve yazdıkları. Bu yüzden, tıpkı hayatları gibi yazdığı metinler de mütevazıdır. Bağırmaz. Yüksek sesle konuşmaz.
Şüphesiz böylesi bir hayat yaşamak ve yazın tecrübesi içerisinde olmak pastoral bir senfoni içerisinde olmanın ötesinde bir durumdur. Yani, göklerin ve yerin sesi olmak doğayı anlamak ve anlatmak demek değildir. Böyle bir yazın faaliyeti tabiatla sınırlandırılamaz.
Gökler ve yeryüzü her gün, her saat, her saniye kendi diliyle konuşur. Allah’ın yarattığı muazzam bir kâinat düzenidir bu. Her şey bir ölçüyle belirlenmiştir. Hiç şaşmaz. Subhanallah! Göklerdeki ve yeryüzündeki bu lisanın bozulması, her şeyin önceden belirlenmiş ölçüsünün bozulması felakettir. İçerisinde var olduğumuz dünyada bu tarzda tabiatın bozulduğu, insan eliyle kirletildiği ve felaketlerin yaşandığı bir çarpık tabiat hâline son yıllarda daha çok şahitlik ediyoruz.
İnsan, çoğu zaman göklerin ve yeryüzünün bu dilini anlayamaz. Anlamamanın da ötesinde kendi bencilliğiyle tabiatı kirletir. Küçük gibi görünen her bir insanın payı olur doğanın tahribatında.
Evet, yazarlar diyorduk… Bazı yazarlar yazdıklarıyla göklerdeki nizâmın ve yeryüzündeki ahengin sesi olurlar, olabilirler. Bütün bir eserleriyle olmasalar bile yazdıkları küçük bir parçayla ya da sadece tek bir şiirleriyle.
Ama göklerin ve yerin sesi olabilmek, yukarıda da yazdığım gibi sadece yazdıklarıyla değil, büsbütün bir hayatı anlayış ve anlamlandırılışlarıyla mümkün olabilir.
Mesela, Cahit Koytak’tan söz edebiliriz. Sadece şiirleri ve şiir kitaplarıyla kendine mahsus bir ses değildir. Kendi evinde marangozlukla uğraşan ve yalnızca şiir yazan münzevi hayatıyla da yazdıkları gökleri ve yeryüzünü hatırlatır. Cahit Koytak, içerisinde yaşadığımız zamanda göklerin ve yerin sesi olan az sayıdaki şairlerdendir.
Tarifi biraz zor olan ancak tecrübe ederek yaşamakla mümkün olan bir durumdur bu. Göklerdeki ve yeryüzündeki sadece müzikal bir senfoniyi anlamak değil, bunun da ötesinde göklerin ve yeryüzünün anlâm dünyasından ve dahi Kur’an-ı Kerim başta olmak üzere kutsal kitaplardan ilham almaktır marifet.
Galiba, göklerin ve yeryüzünün lisânı en çok kutsal kitapların ahengiyle uyum içerisindedir. Sır dolu ve bilinmeyen, keşfedilmeye açık bir tabiat sanatıdır bu.Başka hangi şairlerden ve yazarlardan bahsedebiliriz? Tabiatı materyalist bir zaviyeden görmeyen ve kutsal kitapların lisânını göklerdeki ve yeryüzündeki nizâmın bir parçası olarak anlayan, yorumlayan ve yazdıklarında izlerin görüldüğü… Göklerin ve yeryüzünün sesi olmak yalnızca bazı yazın erbaplarına ve şairlere mahsus müstesna bir vaziyettir.
Yıllar en çok edebiyatla münasebetimizi yozlaştırıyor. İyi edebiyat yapmak önemli ve kayda değer bir iştir. Ciddiye almak gerekir. Edebiyat yaparken metnin muhatabı olan yazar hâliyle ve tavrıyla da ortaya bir şeyler koyar.
Lâkin edebiyat işi gündelik işlerin ve maişet derdinin arasında kaybolup gider çoğu zaman. Sadece edebiyatla uğraşma ya da uğraşabilme keyfiyetine çoğu zaman imrenmişimdir. Yazmak ve yazdıklarıyla geçimini sağlayabilmek, bunun da ötesinde yazdıklarından kazandıklarıyla yeni hikâye serüvenlerine kapı aralamak ne de güzel bir tecrübedir.
Edebiyatla iştigâl etmek; okumak, yeri geldiğinde yazmak, bazan fikir işçisi gibi aynı anda hem okuyarak hem de yazarak notlar almak şimdilerde unutulan müstesna hatıralardır. Düşünüyorum… Acaba, yalnızca ben mi eskiye kıyasla daha az okuyup yazıyorum, notlar alarak çalışıyorum? Yoksa, eski yıllara kıyasla okuyup yazanlar azaldı mı? Biliyorum, mutlaka okuyan ve yazan birileri vardır. Ben de şimdiye kıyasla daha fazla okuyup yazmaya zaman ayırabildiğim zamanlarda, genelde kafelerde bir makale ya da kitap üzerinde çalışırken etrafımdaki masalarda kimsenin umurunda olmamasına hayretle bakardım. Umurunda olan kimseler arada çıksa dahi benim gibi kafelerde çalışmayı alışkanlık edinen kimselerle pek karşılaşmadım.
Galiba, kafeler edebiyat ehli için önemli uğraklar. Hatta sadece edebiyatçılar için değil, akademik çalışma yapan tek tük bazı kimseler için de önemli mekânlar olmaya haiz çalışma alanları. Kafeler kitaplarla, taşınabilir bir bilgisayarla ve çantayla seyyar çalışma imkânı veren keyfine de düşkün kimseler için kıymetli mekânlar. İfade etmek istediğimi bilen anlayabilir. Kütüphanede ya da özel çalışma alanlarında çalışmaktan çok başka bir imkândır. Ancak edebiyatla iştigâl eden kimseler için kafeler muhabbetin, dostluğun ve arkadaşlığın da mekânları olma keyfiyetini de taşır. Edebiyatçıların müşterek uğrak mekânları yalnızca kafelerde okuyan yazan ya da çalışanların kafelerinden daha farklı ve başkadır.
Bunun haricinde bir de yazar odalarından bahsetmek mümkün olabilir. Bilhassa da geçimini yazdıklarından sağlayan ve edebiyattan hayatını kazanan yazarlar daha çok kendilerini her gün böylesi bir odaya sığdırıp yazdıkça yazarlar. İstikrarlı bir yazar muhtemeldir ki her gün yazı yazmaya zaman ayırdığı kendisine ait bir odaya sahiptir. Elbette, bu türden bir yazarlık daha çilekeş ve yazı yazmanın keyfiyetinden çok ıstırabıyla dolu sancılı bir yazarlık sürecidir.
Edebiyat dünyasında işler yalnızca yazarların yazma serüveniyle ya da kafelerdeki fikir işçiliğiyle dönmüyor. Elbette, edebiyatın lokomotifi okuyuculardır.Genelde nitelikli eserler kısa zaman içinde pek çok kişi tarafından keşfedilmezler. Çok satan kitapların da edebi nitelik açısından kayda değer bir değer taşıdığını da söyleyemeyiz. Ama on yıllar boyunca geçen zaman dilimi içerisinde okuyucu bazı kitapları ya da daha doğru ifadeyle bazı yazarları edebiyat dünyasının el üstünde tutulan kıymetleri hâline getirirler.
Birçok yazar vefatından sonra daha çok okunur olsa da hayattayken ve yazma serüveni içerisindeyken yazdıklarıyla kendi okuyucusunu var etmiş talihli yazarlardan da söz etmek mümkün. Böylesi yazarlara birçok örnek verilebilir ancak şimdi burada tek tek bu yazarların isimlerini zikretmeyeceğim.
Edebiyatla iştigâl etmek her şeyden önce bir keyfiyettir. Ancak bazı durumlarda edebiyatla kişinin ya da yazarın kurduğu temas varoluşsal bir hayatiyette de olabilir. Türk ve dünya edebiyatında bu tarzda bir varoluşsal kaygının cereyan ettiği yazarlara çokça şahitlik etmişizdir.Dolayısıyla, şu şekilde sorabiliriz: Edebiyat neye yarar? İlle de pragmatist bir mânâda sormak gerekmez böyle bir soruyu. Edebiyatla haşır neşir olduktan sonra kendimizde ne kaldığı ya da nasıl bir dönüşüm geçirdiğimizin cevaplarındadır edebiyatın ardındaki kuvvet.
1945 yılı sosyal bilimlerin gidişatı açısından birçok cihetten önemli bir kırılmaydı. İkinci Dünya Harbi yaşanmaktaydı ve dünyada sosyal bilimlerin araştırma sahasının çok ötesinde siyasal egemenlik intelijansiyanın ve akademinin ilgi alanlarında belirleyici bir durumdaydı.
Üniversiteler özelinde 1945 yılından sonra gerçekleşen en önemli akademik yenilik, entelektüel çalışmayı gruplamak amacıyla kullanılan yeni bir kurumsal kategori olarak bölge araştırmalarının başlamasıdır. Bölge araştırmaların kaynağı olan ‘bölge’yi şu şekilde tanımlamak mümkün: “Bölge, kendi içinde kültür, tarih ve çoğu zaman dil yönünden belirli bir bütünlük arz ettiği düşünülen geniş bir coğrafi alandır.” Üniversitelerdeki çalışmalarda bölge araştırmaları yaklaşımı dünyanın her kıtasına yayılmıştır.
Bölge araştırmaları yapısı gereği ‘çok disiplinli’ bir araştırma yaklaşımını benimsemiştir. Ancak en önemlisi bölge araştırmalarının yaygınlaşmasında siyasal bir motivasyonun olmasıdır. ABD, dünya çapındaki kazandığı yeni siyasal rol bağlamında farklı bölgeler hakkında malumata ihtiyaç duyuyordu. ABD’nin İkinci Dünya Harbi sonrasında gelişen politik gelişmelerle siyasal bakımdan etkin olmaya başlamasından itibaren farklı bölgelerin gerçekleri ve gerçeklikleri hakkında edindiği bu malumat ABD için kritikti. Farklı lokal bölgeler için uzmana ihtiyacı vardı ve üniversiteler kümülatif bilgi değil, lokalize olmuş yerel bilgiler üretmeliydi. Aynı zamanda, bu yerelleşme ve lokalizasyonun kapitalist ekonominin de yaygınlaşma yaklaşımlarından biri olduğunu söyleyebiliriz. Kapitalizm fikri, kendisi evrensel olsa da her fırsatta kendini bölgelere göre yerelleştirerek/lokalize ederek kendine varlık alanı bulmuştur.
1945 sonrası dönemde, özellikle de 1960’lı yıllara gelindiğinde tarih ve sosyal bilimler arasında yakın bir iş birliği ve hatta kaynaşma olması dikkate değerdir. Gerçekten de sosyal bilim çalışmaları arasında modern dönemde tarih disiplini üzerine yapılmış çalışmalar öne çıkmıştır. Burada şunu da belirtelim: Tarihçiler, bu modern dönemde, daha çok geçmişin siyasetini incelemeyi tercih etmişlerdir. Ekonomik ve sosyal tarih arka planda kalmıştır. Halbuki, ekonomik ve sosyal tarih incelenmek için daha fazla ilgiyi hak ediyordu. Rahmetli Halil İnalcık’ın tarih çalışmalarında geçmişin siyasetini incelemekten ziyade ekonomik ve sosyal tarih yaptığının da şerhini buraya düşelim.
Bu kitapta, sosyal bilimler çalışmaları üzerindeki değerlendirmelere yönelik olarak modernleşme teorilerinin/anlatılarının dikkatimi çektiğini belirteyim. 1945 sonrasında modernleşme literatürü, sosyal bilimlerin geçmiş tartışmalarının ötesine geçerek kendisine yeni bir yer edinmiştir. Teori, bütün ulusların/halkların/bölgelerin aynı modernleşme yolundan geçtiğini ancak tarihin belirli bir anında ulusların/halkların/bölgelerin kendilerini bu yolun farklı aşamalarında bulduklarını söylüyordu. Yani, modernleşme tecrübesi yaşayan dünya milletleri/enstiteleri hem aynıydılar hem de birbirinden farklılaşmıştılar. Gerçekten de modernleşme tecrübeleri dünya uluslarında tektipleştirici bir hissiyatbırakmıştır. Şüphesiz, bu yaklaşımın Batı ve Avrupa eksenli bir medeniyet tarihi okuma ve anlamlandırma olduğu açıktır. Alternatif tarih yaklaşımı olarak modernleşme tecrübelerinin daha çok-sesli algılanabileceği bir yatay eksenli tarih anlayışı da Batı ve Avrupa eksenli okumaya karşı gelişmiştir.
İkinci Dünya harbi sonrasında Amerika hegemonyasının bir neticesi de elbette ekonomiktir. Savaşı izleyen yıllarda Keynesyen düşüncenin egemenliği altında ‘makro-iktisada’ yönelik ilgi artmış ve siyaset bilimiyle iktisadı birbirinden ayıran çizgi belirsizleşmiştir. Siyasal ve iktisadi açıdan beynelmilel politikalar henüz neoliberalleşmemiştir ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında Soğuk Savaş yaşanacak olmasına rağmen Amerikan hegemonyası zihniyet olarak başlamıştır.
Modern dönemde sosyal bilimler çalışmaları arasında en dikkat çekici unsurlardan birisi geçmişe kıyasla sosyal bilimcilerin entelektüel çalışmalarının çok-disiplinli olmaya başlamasıdır. Çok-disiplinliği, sosyal bilim çalışmalarının karşılaştığı problemlere ve disiplinlerin formasyonlarına entelektüel bir itiraz olarak görmek gerekir. Yani, sosyal bilimci, çalışması daha esnek şartlarda gerçekleştirebilmek için çok-disiplinliğe başvurmuştur.Klasik üniversite anlayışının ve eski Avrupa dogmatik üniversite yapısının çok ötesinde artık modern bir üniversite vardır ve sosyal bilim çalışmalarını bambaşka bir esneklik ve çok seslilik ile yazmak istemektedir. Modern dönem, her ne kadar devletlerin siyasal ve iktisadi menfaatlerine göre şekillenmiş olsa da üniversitelerde yeni bir sosyal bilimlerin imkânını da beraberinde getirmiştir.
Sosyal bilimlerin yeni dünyasında yeni olan bir husus da şuydu: Edebiyat araştırmacıları ‘teori’ kavramından söz etmeye başladılar. Halbuki, eskiden edebiyat ‘teori’ kabul etmez kendisine özgü bambaşka bir mütehassıslık alanıydı. Her ne kadar ‘demokratik’ olursa olsunlar, – modern yapmacık kurgulardan önce, edebiyat başlı başına bir ‘anlatı’ sanatıydı.
Şu tespitle yazıyı nihayete erdirelim: 0n dokuzuncu yüzyılda, yani 1800’lü yıllarda sosyal bilimler açısından gösterilen çabalar Avrupa-merkezciydi ve bu hiç de şaşırtıcı değildi. Gulbenkian Komisyonu’nun raporunda belirtildiği üzere, o dönemin Avrupası kendini kültürel açıdan üstün görüyordu ve birçok açıdan öte dünyaya kıyasla gerçekten üstündü de. Avrupa hem siyasal hem de iktisadi açıdan dünyayı fethetmişti. Teknolojik başarılar bu fethin önemli bir unsuruydu ve ileri teknolojiyi daha ileri bir bilime, daha üstün bir dünya görüşüne bağlamak mantıklı görünüyordu.
İşte, tam da burada kısa bir şerh düşmeli: 1945 yılından sonra ya da İkinci Dünya Harbi’nden sonra Avrupa-merkezci düşünce ve yaklaşımlar hâlen devam etmesine karşın siyasal, iktisadi ve kültürel iktidar Amerikan hegemonyasına geçmiştir.Artık, sahnede yalnızca 1990’lara, Berlin Duvarı’nın yıkılmasına kadar sürece SSCB ve ABD çatışması kalmıştır. Yani, tam teşekküllü bir Amerikan hegemonyasının bir önceki safhasına geçilmiştir. Avrupa üniversiteleri sosyal bilimler açısından ne denli tarihsel köklere sahip olsalar da zaman içerisinde Amerikan üniversitelerinin gerisinde kalacağı bir süreç başlamıştır artık.
Şiir ve sihir arasında bir münasebet kurulabilir mi?
Türkçe lisânında etimolojik olarak ‘şiir’ ve ‘sihir’ arasında bir benzerlik söz konusu. Her iki kelimenin de Arapça kökenli olduğu bir vakıa. Bu iki kelimenin yazılış bakımından Arapça hâlleri birbirine çokça benziyor: Şi’r ve sihr. Benzer harfler şiir ve sihir kelimelerinde karşımıza çıkıyor; sihir kelimesinde ilâve bir ‘h’ harfi var. Ancak bu kelimelerin kökenlerini etimolojik olarak değerlendirecek bir mütehassıslığım yok. Fakat her iki kelimenin Arapça kökeninde de benzerlik tespit edebiliyorum.
Peki, her iki kelimenin benzerliği sadece yazılış bakımından mıdır?
Çoğunlukla, bize güzel görünen ya da halka mal olmuş şiirlerde sihirli ve efsunlu bir hava buluruz. Şiiri var eden metin, yazı mühendisliğinin ve ince işçiliğin ötesine geçmiştir. Artık sadece ambiyans vardır. Şiir metnin ötesindedir ve bir muhatap olarak, – âdeta bir insan gibi karşımızdadır. Şiir bizle konuşur, biz şiirle.
Şiir ve okuyucusu arasındaki böylesi bir diyalektik içinde teneffüs edilecek sihirli bir esinti var mıdır? Bana kalırsa, şiir özü itibarıyla sihirli sözcükler yahut cümlelerle var olabilir ancak bizim şiirde bulduğumuz başka bir tür duygudaşlıktır.
Sihir, şiirin perdesidir ya da dış çeperindeki zarıdır. Ötesine geçildiğinde bulacağımız, naylon kılıfın ardına geçen, bize dair hissettiğimiz ve içerisinde kendimizi bulduğumuz şiirdir.
Hayatın içinde bulduğumuz şiirde de benzer bir durum söz konusu olabilir. Tanıdığımız yeni bir insan bize efsunlu gelir, sihirlidir. Ancak bu tavır o insanı kendisi olarak insan yapan çok az bir kısımdır. Öteye geçtiğinde, o insanın hakiki tabiatına vakıf olursun.
Dolayısıyla, yeni bir şiirle karşılaşmak yahut okumak yeni bir insanla tanışmak gibidir. Bu, edebiyatın öykü ya da roman gibi öteki türlerinden başka olarak şiire mahsus bir hâldir.
Yine, öteki edebi türlerden farklı olarak edebiyatın en sihirli alanlarında karşımızda yine şiir vardır. İyi bir şiir bizde öteki türlerin çok ötesinde bir tesir bırakabilir. Ama şiir, sihir değildir. Hokkabazlık ya da cambazlık da değildir.
Çoğunlukla hayatımıza dokunan birçok şiir büyük acılardan, insanlık dramlarından, hayatın sillesini yemiş olmaktan müteşekkildir. Tragedya olsun yahut komedya; bu böyledir.
Bu yüzden, iyi şiir kendini burjuvaziden olabildiğince uzaklaştırmıştır. Şair, aristokrat değildir ancak şiiri dibine kadar asil ve soyludur. Şiiri, sihire yaklaştıran atmosferlerden biri de budur. Türk edebiyatında da bütün iyi şairler ve şiirler aristokratik bir tavır takınmışlardır.Burada bir parantez açmalı ve yazıyı öyle bitirmeli: Türk şairinin karşısında öyle ya da böyle hasbelkader bir Türk burjuvazisi vardır ancak izleyebileceği bir Türk aristokrasisi yoktur. Bu yüzden, Türk şairinin karşısına çıkacak ilk aristokrasi İngiliz kraliyeti başta olmak üzere Avrupa örnekleridir. Türk şairi, muhakkak köklerini Osmanlı devri divan edebiyatında da arayacaktır. Ancak modern anlâmda Türk şairi köksüzleştirmeye karşı mukavemet göstererek şiirlerini meydana getirmiş ve kendine varlık alanı aramıştır.
Henry Miller’ın elime geçen ilk kitabı Yazmak Üzerine’nin ilk sayfasını bu şekilde imzaladım: “Merhaba Henry!” Evet, kendisini ilk defa bu kitabıyla okuma imkânına eriştim. Yazmak Üzerine, Bay Miller’ın öteki kitaplarından parçaların ve bazı mektupların terkibiyle ortaya çıkmış bir kitap. Yani, benim için kendisini tanımak için iyi bir başlangıç.
Ardından, Bay Miller’ın Marousi’nin Devi’ni okudum. Oldukça kaliteli otobiyografik bir seyahatname olduğunu söylemeliyim ancak gereksiz bir sürü ayrıntı arasında anlatımın sıkıcı olduğu kısımlar da var. Ayrıca, bazı bölümlerinin üslup bakımından Salinger’ın The Catcher in the Rye kitabını çağrıştırıyor.
Amerika’da tanıştığım Henry’ler arasında üçüncü Henry oldu, Bay Miller. Bildiğim öteki Henry’ler; diplomasi gurusu Kissinger ve Ralph Waldo Emerson’un arkadaşı olan sivil itaatsizliğiyle nam salmış Henry David Thoreau. Her iki Henry’nin birbirine yakın zamanlarda yaşadığını söyleyebiliriz ancak Henry Miller, Thoreau’ya kıyasla yaşça daha küçük. Henry David Thoreau, 1800’lü yılların insanı iken Henry Miller yirminci yüzyılda 80 sene yaşamış bir yazar. Öte yandan, diplomasi gurusu Henry Kissinger ise yirminci yüzyıl insanı ve 2000’li yılları görmüş bir kişi.
Evet, Henry Miller gibi kel bir adamı yazma ihtiyacını neden hissettim?Çünkü kendisini henüz yeni okumaya başladım ve Bay Miller’ın pek bilinmemesine rağmen iyi bir yazar olduğu kanaatine vardım. Romancılığı ve yazıları Henry Miller’ın kendi kişisel karakteriyle mündemiç. Yani, nasıl bir adamsa öyle yazıyor yazılarını Henry Miller. Metinlerinde kendisine pek yakışan bir dobralık hemencecik dikkat çekiyor.
Henry’nin kafasının kelliğine de bu yüzden değindim. Bay Miller’ın yazdıkları kel karizmasıyla âdeta yeni bir surete bürünüyor. Yani, Henry Miller nasıl bir adamsa yazdıkları da öyle. Yazılarında kendi seciyesini gizleyerek roman karakterlerini kendinden bağımsız bir şekilde kurgulayan bir yazar değil. Aksine, Henry Miller’ın ‘edebiyat’ dahi umurunda değil; o, olanı olduğu gibi yazılarında yansıtmaya çalışan bir Amerikalı yazar.
Hayatımda yer etmiş bazı kimseleri ya da tanımadığım ancak ismen bildiğim edebiyat dünyasındaki bazı insanları da karakteri ve tavrıyla hatırlatıyor bana Henry Miller. Türkiyeli birtakım edebiyat zevatını çağrıştırıyor. Sadece kelliğiyle değil; aynı zamanda yaptığı edebiyatın şekliyle ve tarzıyla da…
Bay Henry Miller’ın edebiyat yaparken ‘gerçekçilik’ noktasında bir hassasiyeti var. Yazdıklarının gerçekler olmasını istiyor yalnızca. “Gerçeğe kafayı takmış”bir yazar Henry Miller: Edebiyat, gerçeklikten başka bir şey dahi olsa ben Hayatkitabı yazacağım, diyor.
Belki de Henry Miller hakkında konuşurken değinilmesi gereken en önemli konulardan bir tanesi ‘Amerika’ meselesi. Bay Miller, Amerikalı bir yazar. Söz konusu olan ‘Amerika” mevzuu olunca mesele herhangi bir milliyet mensubiyetinin ötesinde bir sosyal bilim tartışması hâline geliyor.
Bay Henry Miller’ın Amerikalılığını kendimin Amerikalılığına benzettim. Bu köşede de defalarca ‘Amerika’ üstüne yazdım. Entelektüel muhakeme, dirayet ve omurgalılık cihetlerinden de Amerikanlık için pek müsbet bir kanaat getirdiğimi de söyleyemem. Henry Miller’ın da bir Amerikalı olmasına rağmen ‘Amerika’ konusunda benzer bir tutum içinde olduğunu söyleyebilirim. Amerikanlık köşeleri olmayan yuvarlak bir fikrin mahsulüdür. İlginç bir vakıadır bu türden Amerikalılık.
Bay Miller’ın ve kendimin Amerikalılığını modernizm karşısında bir tavır geliştirip de modernliğin teknik dünyasında bir cazibe bulmaya benzetiyorum. Aslına bakılırsa; savaşın, vahşetin ve katliamların hâlâ devam ettiği bir dünyada her birimiz biraz Amerikalıyız.
Amerika’ya olan kendi kişisel nefretini, “Aşktır belki,” diye açıklayan bir yazar Henry Miller. Zaten, kendisi Amerikan emperyalizmi karşısında pozisyon alıyor. Amerikalı bir yazar olmanın külfetini taşıyan birisi çünkü Amerikanlık biraz da tarihsel bir anlatıdan beslenecek bir gelenekten mahrum olmak demek.Belki de bu sebepten, Amerika’dan uzaklaşıp Fransa ve Yunanistan’da yıllarca kalmıştı, Henry Miller. Ve şöyle diyor: “Amerikan yaşantısının beni delirten yanı da bu, dokunduğumuz her şeyi öldürmemiz.”
Louis-Ferdinand Céline, Miguel de Unamuno, Thomas Bernhard, Osamu Dazai ve şimdi de Robert Musil… İki Avusturyalı, bir Fransız, bir İspanyol, bir de Japon. Bu beş roman yazarının farklı kitaplarını okumakla meşgulüm. Bu yazarlar arasında daha önce böyle bir bağıntının kurulup kurulmamasından bağımsız olarak Céline’nin, Unamuno’nun, Bernhard’ın, Dazai’nin ve Musil’in romanlarında ne aradığıma aldırış etmeden ne bulabildiğime bakıyorum. Bu yazarlar ve metinleri bende nasıl bir intiba bırakıyorlar?
Céline’den başlamalı. Çünkü o tam manasıyla retorik ustası. Romanlarında hem sözünü ettiği konular açısından hem de anlattıklarını zekice ironiye vurabilmesi açısından Céline çok başka. Seçtiği konuların ilgi çekiciliği ve ironi bir araya gelince tabii olarak sürükleyici metinler ortaya çıkıyor. Öteki dört yazarda bulunmayan başka bir çekiciliğin Céline’de olduğunu söylemek gerek.
Ve Thomas Bernhard:Fütursuz görünen adam… Üslubu, biçim kaygısı ve metinleri en az Céline kadar iyi. Thomas Bernhard’ın romanlarında bambaşka bir kurgu ve söylem işçiliği var. Bernhard’ın henüz Kireç Ocağı’nı okudum. Beton, Bitik Adam ve Sarsıntı’yı da okumalıyım, hissi bırakıyor tek metinle Bernhard. O, insan sevmez aksi bir adam. Karakterindeki bu hırçınlığı Bernhard’ın metinlerinden anlamak pek güç değil. En bayağı hâller Bernhard’ın anlattığı konular arasında ancak onun her zaman temkinli olduğunu ve metinlerinde özenle ince işçilik yaptığını söylemeliyiz. Bernhard’ın metin içerisindeki ince işçiliği, anlattığı konularda ve dil bilgisi gramer yapılarını kullanma becerisinde kendini belli ediyor. Tıpkı Céline’de olduğu gibi Bernhard metinlerinde de imla kuralları mükemmele yakın bir şekilde yapıbozuma (deconstruction) uğruyor. Böylelikle, Céline’de ve Bernhard’da her iki metin yeni bir kişilik kazanıyor.
Osamu Dazai… Çılgın bir Japon. Dazai’nin hiç bitmeyen gençliğini, sermestliğini ve ergenliğini anlamak için İnsanlığımı Yitirirken ve Meteliksiz Öğrenci’yi okumak yetti. Dazai’nin eserlerinin de sürükleyici olduğunu söylemek mümkün. Fakat Dazai biçim ve üslup açısından Céline ve Bernhard kadar zanaatkâr değil. Belki de romanlarının çevirisiyle alâkalıdır. Ancak her şeye rağmen, Osamu Dazai, anlatmak istediği hikâyeyi okuyucuya olabildiğince yalın bir sadelikte verebilen bir yazar. Zaten, Dazai’nin de anlatmak istediği hikâyenin ana temaları kendi hayatının girdapları ve bunalımları etrafında dönüyor. Dolayısıyla da Thomas Bernhard’ın aksine Osamu Dazai’nin metinleri incelikli ve titiz bir şekilde inşa edilmiş izlenimi bırakmıyor.
Robert Musil için ne söylemek gerekir? Bunu gerçekten bilmiyorum. Çünkü Robert Musil ismiyle kendisinden çok büyük bir beklentinin oluştuğu bir yazardı. En azından, Niteliksiz Adam gibi kült bir kitapla bende önemli miktarda beklenti oluşturmuş bir yazardı. Ancak üzülerek ifade etmeliyim ki Robert Musil, öteki Avusturyalı Thomas Bernhard kadar iyi bir yazar değil. Musil’in metinlerinde hikâyeye dâhil olmak çok güç. Daha doğru ifadeyle, Musil, okuyucu olarak bize bir hikâye anlatmıyor. Postmodern bir deneme de yapmıyor. Hâliyle, Musil metinlerinde elle tutulur bir hikâye arıyorsunuz kurguda ancak mevcut hikâye çiğ ve yavan kalıyor. Hikâyede noksanlıklar bulununca metin de sürükleyiciliğini kaybediyor. Ortada bir hikâyecik var; fakat konu iyi işlenmemiş olunca hikâye de cazibesini kaybediyor. Robert Musil, hikâye konusunu işlemekte ne kadar berbatsa; Miguel de Unamuno’nun benzer temadaki hikâyeleri işlemekte ve sürükleyici bir şekilde anlatmakta o kadar marifetliolduğunu söyleyebiliriz.
Evet, Miguel de Unamuno ile devam edebiliriz. Unamuno, tam mânâsıyla modernist bir yazar. Onun anlattığı hikâyelerde Céline’nin ya da Bernhard’ın aksine ince metin işçiliği yok. Metnin biçiminden çok anlattığı hikâyeyle öne çıkmaya çalışan bir romancı, Miguel de Unamuno. Okuduklarımdan arasında Sis’de ve Üç Örnek Öykü ve Bir Önsöz’de Unamuno anlattığı öykülerin spektrumuyla kısa bir süre için okuyucuyu kendi hikâye dairesinin içerisine alıyor. Dolayısıyla da Miguel de Unamuno keyif verici bir yazar: Céline kadar eğlendirmiyor ancak anlattığı hikâyeyle okuyucunun dikkatini çekmeyi ve merak uyandırmayı başarıyor.
Aristokrasinin gündelik hayatından kesitleri okuyucuyu sıkmadan sunuyor Unamuno. Açıkçası, ben romanlarda aristokrat karakterlerin olduğu hikâyeleri pek sevmem. Ama Miguel de Unamuno okuyucuyu sıkmayacak şekilde aristokrasi hikâyeleri anlatmasını biliyor. Bunun aksine, Robert Musil’in Üç Kadın’da “Portekizli Kadın” öyküsü Unamuno’nun aristokrasi öyküleri kadar iyi değil.
Bu beş yazarı gelişigüzel diyebileceğimiz bir olasılık içerisinde çapraşık bir okuma serüveni hâline getirmeye çalışıyorum. Céline’den, Unamuno’dan, Bernhard’dan, Dazai’den ve nihayet Musil’den okuduklarım arasında bende nasıl bir intiba kaldığını yazmam gerektiğini düşündüğümden bu yazarları böyle bir yazı içerisinde bir araya getirdim. Musil’e haksızlık yapmış olabileceğim fikri bu yazıyı yazarken bende kalan duygulardan oldu. Belki de Musil daha dikkatli okunmalı. Robert Musil, öteki Avusturyalı Thomas Bernhard kadar incelikli bir kelime işçisi değil. Yine de Musil, Genç Törless’in Buhranlarıromanıyla sürükleyicilik ve hikâye açısından ‘durumu kurtarmasını’ biliyor.
Neden ve nasıl yazıyla muhatap oluyoruz? Yazı işinin hem bir yazılma boyutu var hem de okunma ve idrâk edilme süreci. Harfler, heceler, kelimeler ve cümleler; yazıyı yazanın ve okuyucunun perspektifleriyle yepyeni anlâmlar kazanır. Böylece entelektüel bir düşünme ve tahayyül imkânı vücut bulur. Yazar ve okuyucu arasındaki bu duygu ve fikir rabıtası entelektüel bir inkişafı mümkün kılar.
Yazı yazma temrini süreklilik ister. Yazmak meşakkatli bir uğraştır. Yazı yazan bir kimse zamanla kelimeleri eğip bükmeyi ancak bu yontma işlemi sonrasında dosdoğru ve dimdik bir entelektüel havsala oluşturmayı bilecektir, kuşkusuz. Kelimeleri eğip bükmek gerçek hayatın aksine metni özgürleştirici bir tavırdır. Kelimelerin yontulması mânâyı daraltmak ve kişisel prensiplerin üstünü çizmekten ziyade; bir yapboz (puzzle) resminin parçalarını tamamlamak içindir. Başka bir ifadeyle, yazı yazan kimse bir kil ustasının çömleğe şekil vermesi gibi kelimelerle oynar, kelimeleri yontar ve sözcüklere yepyeni anlâmlar kazandırır. Nihayetinde, tek başına pek bir şey ifade etmeyen parçacıklardan bir fikir ya da intiba ortaya çıkar.
Dolayısıyla, yazı ve fikir… Birbirini takip eden ve kovalayan iki ayrı kavramdır. Kelimelerle düşünceye varlık kazandırırız. Düşünce, kelimelerle ortaya çıkar. Sözcükler bir araya gelerek üslubu belirler.Fikir, yazıyı var eden ilham ve üslup birbirleriyle sürekli irtibat hâlinde olan ancak aynı eksende birbirleriyle ilişki içerisinde olamayan üç ayrı unsurdur.
Walter Benjamin’in şu tespitine de katılmamak mümkün değildir: “Düşünce ilhamı öldürür, üslup düşünceye gem vurur, yazı üslubu ödüllendirir.” Fakat nadir durumlarda ilham, üslupla beraber varlık kazanabilir. Ya da yazı üslup vasıtasıyla normalde olduğundan bambaşka bir suretebürünebilir.
Şimdilerde, yapay zekâ vasıtasıyla yazı ve makalelerin terkip edilebildiği zamanlarda, fikir kadar önemli olan bir başka unsur ise üslup ve biçim. Maddi bilgiyi yapay zekâ sayesinde elde etmek pek kolay. Yine, düşünceye dair kitabi bilgileri de keza mümkün. Fakat düşünceyi, – kelimelerin anlâm süzgecinden geçmiş kavramsal ve teorik düşünceyle hemhâl etmek aynı şekilde mümkün değil. Üslup ve biçim konusunda yapay zekânın birtakım marifetleri olduğunu belirtebiliriz ancak bu hiçbir zaman bir yazarın üslubunu ve biçimselliğini teşkil edecek bir ‘biricikliğe’ ve ‘özgünlüğe’ kadir değil. Yapay zekâ birçok yazarın yerini tutabilir ancak iyi ve işinin ehli yazarları değil.
Arama motorlarının ve yapay zekânın bize bilgiyi ve yazıyı sağlayabildiği bir dünyada; yazı yazarına mahsus bir özgünlüğün, üslubun, biçimselliğin önemli olduğunu ifade etmek ve bu ‘biricikliğin’ kıymetli olduğunu belirtmek istiyorum. Yapay zekâ, herhangi bir dilde bir bilgisayar programı yazmak hususunda muktedirken; özgün, kendine münhasır ve kişilikli bir edebi metni elde etmek için iyi yazarlara ihtiyaç duyarız.
İçinde yaşadığımız ikinci milenyum çağında, kelimelerle dans ederek yahut güreşerek; ve okuyucuya yeni seslenme biçimleri/kurguları bularak kendimize ait bir yazın dili bulabiliriz. Bu yüzden, kelimeleri eğip bükmektenbahsediyorum. Artık dilin bize tanıdığı kurallı yahut kural dışı imkânları kullanabilmektir yine bize iyi ve kalburüstü bir metni sağlayacak olan.
Son zamanlarda okuduklarım arasında dikkatimi çeken, çeviri metinler olmasına rağmen Louis-Ferdinand Céline’nin ve Thomas Bernhard’ın yazdıkları oldu. Birisi Fransız, öteki Avusturyalı… Ne kadar da üslup ve tavırlarıyla benzemişler birbirlerine. Her iki roman yazarı da üslubuyla dilin imkânlarını kullanmak konusunda oldukça becerikli ve işinin eriler.
Yazıdan söz açılmışken… Yazıyı bir araya getirenler harfler ve kelimeler. Yazının icâdından bu yana binbir çeşit kültür havzasında çok sayıda farklı diller konuşulmuş ve alfabeler yazılmış. Hâliyle, geçmişten bugüne dünya üzerinde birbirlerinde farklı bambaşka şekillerde harfler ve alfabeler bulunuyor. İşte, bize dünyadaki bütün kültürlerin yüzyıllar boyunca kullandığı alfabeleri ve yazıların terkibi bir kaynak kitabı da burada zikredelim: Carl Faulmann, Yazı Kitabı: Tüm Yerkürenin, Tüm Zamanların Yazı Göstergeleri ve Alfabeleri. (çev. Itır Arda), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2015.
Başka bir kitapla devam etmek isterim: Kıymetli yazar ve şair büyüğüm Ali Ayçil’in Karşı Roman kitabı. İletişim Yayınları etiketiyle iki bin yirmi dört yılında bu kısa roman yayınlandığında hemen bir tane satın aldım. Birkaç sayfasını okudum ancak hikâyeye bir türlü dahil etmedi beni roman. Şimdilerde, yeniden okuyorum ve kendimi hikâyenin ya da Savunmanın içinde buldum.
Ali Ayçil, Mehmet Manas karakteri üzerinden çocukluk günlerinden, üniversitede tarih okuyan delikanlılık zamanlarına ve nihayet İstanbul’da bekâr hayatı yaşayan bir entelektüel karakterine bürünerek, kendi hayatını irdeliyor.
Romanda, çocukluğundan beri soğuğa ve yürümeye mecbur bırakılmış ve bu yüzden yürümekten nefret eden Mehmet Manas karakterinin, İstanbul sokaklarında, – en çok da Bağlarbaşı metro istasyonu etrafında çokça yürüdüğünü, bu yürüyüşler sırasında Savunmasını paradoksal bir biçimde var ettiğini ayrıca belirtelim.
Karşı Roman, taşra ile İstanbul’da yaşamanın başarılı bir mukayesesini yapıyor. Köy hayatıyla İstanbul’un modernleşmesi karşı karşıya geliyor. Bir tarafta Erzincan’ın Armıdan köyünden Hagop Mintzuri ve Köy Derneği Başkanı Mümtaz Taşoluk; öbür tarafta Mehmet Manas ve Berna’nın bütün bu hayatlara ve kendi hayatlarına dış gözle bir bakışı. Bu dışsal gözle bakışın modern bir gözlükle olduğuna şüphe yok. Modern gözlük diyorum çünkü Mehmet Manas’ın kendi gözleri taşrada yaşadığı yılların köylülüğünü taşıyor ancak İstanbul’da ‘modern bir gözlük’ takarak Mehmet Manas bambaşka bir İstanbul hayatı yaşıyor.
Karşı Roman’ın satır aralarında sıklıkla İstanbul’un semtlerinin, caddelerinin, sokaklarının, camilerinin ve mezarlıklarının ismiyle karşılaşıyoruz. Mehmet Manas karakterinin evinin olduğunu tahmin ettiğimiz Surp Haç Ermeni mezarlığının karşısındaki cihette, Nuh Kuyusu Caddesi üzerindeki ara sokaklardan birinde olan Güçlü Apartmanı da Ayçil’in romanında sıkça dile getirdiği muhitlerden.
Yine, Ali Ayçil başka romanlara, roman karakterlerine ve yazarlarına gönderme yapmayı ihmal etmemiş. Bu tarzda bir metinlerarasılık yöntemine başvurmanın Karşı Roman’a pek yakıştığını söyleyelim. Böylelikle, Ali Ayçil, verdiği atıf ve referanslarıyla Türk ve dünya edebiyatı literatüründeki rüşdünü de ispat ediyor.
Ali Ayçil,Karşı Roman’da kullandığı dil ve üslup bakımından bana Orhan Pamuk’u hatırlattı. Kitabı okurken küçük hacimli bir Orhan Pamuk romanı okuyor olduğum hissine kapıldım. Belki de bu hissin sebebi Ali Ayçil’in de kendini Tanpınar geleneğine ait hissetmesi. Zaten, Orhan Pamuk’un romanlarını okumuş bir Türkiyeli yazarın kendi yazınlarında bu üsluptan detaylarda esinlenmesi ve ilham alması çok muhtemeldir. Ayçil, romanında, Orhan Pamuk’un aksine bölümleri, karakterleri, mekânı ve zamanı birbirinden sarih bir biçimde ayırmamış. Bütün karakterler ve mekânlar hücuma kalkan bir ordu gibihep birlikte okuyucunun karşısına çıkıyor. Öte yandan, satırlar ilerlerken hücuma kalkan bu yekûn; kişiler, mekânlar ve hikâyeler vasıtasıyla girift bir labirente dönüşüyor.
Romanın yazılış biçimi hakkında da birkaç kelâm etmek isterim. Karşı Roman’ı üsluba ve biçime dair eleştirel bir cihetle okurken romanın ne şekilde yazıldığını merak etmekten kendimi alamadım. Eğer ki hislerim beni yanıltmıyorsa, Ali Ayçil,bu romanı ‘bir çırpıda’ yazmış ve metne daha sonradan çok fazla bir cerrahi müdahalede bulunmamış. Gerçi, kendisi romanda, “ayrıntı insanıydım” (s.100) diyor. Muhakkak ki ilk yazımdan sonra roman metni üzerinde birtakım tashihler yapılmıştır ancak metin, üslubunun akıcılığı ve birtakım çelişki gibi görünen biçimsel özellikleriyle, ham metnin orijinalitesi hissini ve güvenini veriyor.
Ali Ayçil’in âdeta bir karşıtlıklar ve ikilemler romanı yazdığını söyleyebiliriz. Karşı Roman’da birçok ikilik var: Karaşın ve Sarışın, Ölüm ve Parfüm, Kırıkkale ve Parabellum, Henkür ve Menkür, Erkek ve Kadın, Tanrı ve Uhut, Dağ ve Tepe, Mümtaz ve Pervin Taşoluk, Ecevit ve Rahşan Hanım, Süleyman Demirel ve Nazmiye Hanım.
Yine, Umut Yayın ve Kitabevi’ndeki ‘Krallar Masası’nda da ikilikler devam ediyor: Sağ ve sol, siyah ve beyaz, iyi ve kötü, vasat zekâ ve zekâ, erkek ve kadın, şair ve hikâyeci, okur ve yazar. ‘Krallar Masası’ bütün bu ikiliklerin ‘hürce’ karşılaştığı bir ortam. Ali Ayçil’in ‘Krallar Masası’ndaki olayları ve sahneleri başarılı bir tasvirle birçok edebiyat erbabına nostaljik gelecek bir surette anlattığını belirtelim.
Ali Ayçil’in baş karakteri Mehmet Manas, Karşı Roman’da anlatılan hayat hikâyesinde hep bir hayatta kalma (survival) mücadelesi içerisindedir. Belki de Mehmet’in hayatta kalması ve yaşıyor olması bir talihten ibarettir. Ali Ayçil şöyle sıralıyor kurtarıcılarını: “Aklımı çift kanatlı kapının arkasındaki kütüphane, bedenimi kurtlar ve tabiat, ruhumu annem korudu diye söylendim; dört koruyucum oldu, asla daha fazlası değil.” (s.55) Evet, ilk çocukluk günlerinden itibaren Mehmet Manas’ın hayatını bağışlayan, hatta bir ‘karşı tarih’ insanı olarak onu koruyan kurtlar ve tabiat olmuştur. Bu hayatta kalma mücadelesi varoluşsal kaygılar taşımanın da ötesindedir.
Ali Ayçil’inKarşı Roman’da“Bir şehir” başlıklı bölümün ayrıca dikkatimi çektiğini ifade etmek isterim. Bu bölümde, Ayçil, buram buram memleket kokan bir Erzurum tasviri yapmış. Güzel bir şekilde de yapmış, üstelik. Yani, Karşı Roman yalnızca bir ‘karşı tarih’ anlatısı geliştirerek ‘İstanbul iyi, taşra berbat’yaklaşımına sığınmıyor. Payitaht şehri İstanbul’un modern ve medeni imkânlarının karşısına; Anadolu’nun kardeşliğini, ahlâk timsali kadınlarını, edeplerinden yüzlerini kızaran delikanlılarını, elleri kınalı genç kızlarını, kurnalarından buz gibi sular akan çeşmelerini koyuyor. İyi de yapıyor, Ali Ayçil.
Karşı Roman için taşradan İstanbul’a uzanan ‘sıradan gibi görünen bir hayatın’ anlatısı diyebiliriz. Ali Ayçil, bu romanıyla bana, sırf yaşamaktan dolayı acı çeken bir adamın acısını hatırlatıyor. Öyle bir acı ki bu, yaşıyor olmaktan ve öğrenerek büyümekten mütevellit. Mehmet Manas’ın acısı roman okuyucularının acılarıyla bir araya geliyor, büyüyor ve roman içindeki labirent tam bir keşmekeşe dönüşüyor.
Aslına bakarsanız bu köşede kitaplardan pek bahsetmek istemem. Ancak keyifle okuduğum ve muhteşem bir üslupla karşılaştığım bir kitap üstüne konuşmak istiyorum: Louis-Ferdinand Céline’nin müellifi olduğu kısa bir roman olan Profesör Y ile Konuşmalar.
Kitabın tek ifadede ne anlattığını söyleyecek olursak satır aralarında ‘kariyer eleştirisi’ olduğunu söyleyebiliriz. Bunun da ötesinde Fransız academiasından hareketle Céline’nin ironi dolu bir ‘üniversite’ ve ‘eğitim sistemi’ eleştirisi yaptığını ifade edebiliriz. Céline’nin alaya aldığı yalnızca Fransız akademisideğildir; kendisine has üslubuyla Céline edebiyat, sinema ve yayıncılık dünyasını da kapsayan bir kültür endüstrisine yönelik zekice bir kurgu içinde eleştirel bir bakış geliştirmektedir.
Louis-Ferdinand, yayınevi için yayınlanmak üzere yapılacakn bir interviyuv (röportaj) metni üzerinden metin içinde farklı anlatım ve zaman teknikleri kullanmış. Céline’nin kendisiyle röportaj yapan tarafta bulunan Profesör Y; nam-ı diğer Cihan Harbi gazisi Albay Réséda dâhi bir yazar olan yazarın kendisini takdim eden Céline’yle röportaj yapacaktır.
Ancak röportaj bir türlü ilerlemez. Umumi bir parkta beraber oturan Profesör Y ve Céline’nin yayınlanmak üzere yaklaşık yüz sahifelik bir röportaj yapması beklenmektedir ancak Profesör Y bir türlü röportaj sorularını sormadığından ötürü röportaj Céline’nin arzuladığı şekilde ilerlemez. Albay Réséda’nın aptal ve hantal karakteri üzerinden biz de Céline’nin ironi dolu kariyer, kültür, sinema, edebiyat ve akademi eleştirileriniböylelikle öğreniriz.
Tabi, bir de Albay Réséda’nın meşhur şöhretli yayıncı Gallimard Yayınevi’nin sahibi Gaston’la görüşme arzusu vardır. Céline, Profesör Y ile yayıncı Gaston Gallimard’ı görüştürecektir ve bu amaçla devam eden pek keyifli diyaloglar üzerinden kitabın sonuna doğru yaklaşırız.
Kısa bir kitapçık hacmindeki bu kitabın Yapı Kredi Yayınları etiketiyle ve Ayberk Erkay çevirisiyleokuyucusuyla buluştuğunu burada belirtelim. Orijinal dili Fransızca olan bu kitabın mükemmele yakın bir güzellikte Türkçeye çevrildiği izlenimini edindim. Üslubun muhtevasındaki gramer, ironi, espriler, söz sanatları Türkçe çeviride çok başarılı bir şekilde kullanılmış ve metnin atmosferi Türk dilinin zengin olanakları kullanılarak kitap çevrilmiş.
Louis-Ferdinand Céline, kısacık bir metinle ne denli başarılı bir kitap ortaya koyulabileceğini çok başarılı bir şekilde gösteriyor bizlere. Profesör Y ile Konuşmalar, kurgusuyla metin içinde yeni bir metin var ediyor. Albay Réséda ve Céline arasında yayınlanmak üzere yapılacak ve yayınevine teslim edilecek bir röportaj bahanesiyle Céline kendi kitabının yazım sürecini tamamlıyor ve bu kısa romanı yayınlanmaya hazır hâle getiriyor.
Doğrusunu söylemek gerekirse, Louis-Ferdinand Céline bugüne kadar karşılaşmamış olduğum bir muharrirdi. Céline’i daha önceden okumamış olduğum için hayıflandım. Profesör Y ile Konuşmalar’ı okuyunca bundan tam 23 yıl önce kaleme aldığı Gecenin Sonuna Yolculuk kitabıyla da karşılaştım ve daha hacimli olan bu kitabı okumayı arzuladım. Céline’nin yine kendisine mahsus bir konuşma dili ve argoyu kullandığı üslubuyla yazdığı Gecenin Sonuna Yolculuk’u da okumak istediklerim arasına böylelikle dahil ediyorum.
Louis-Ferdinand Céline çok başka bir yazar. Yazmış olduğu metin zamanın ötesinde olduğundan bugün hâlen Céline okunuyor. Dürüst olmak gerekirse, Céline kısa romanının üslubuyla beni kendisine imrendirdi. Böylesi muhteşem bir üslup ve kurguyla ben de keşke bir metni vücuda getirebilmeyi isterdim. Céline’in pek az rastlanır olağanüstü bir üsluba sahip olduğunu tekrar edelim.
Maharetle kılıç sallayan bir savaşçı gibi Céline de cümleleri birbirine ustalıkla bağlıyor, ilgi çekici konulardan bahsediyor ve satır aralarında espritüel mizaha başvurmayı ihmâl etmiyor. Metin içerisinde ele aldığı meseleleri sadece başkalarını yererek değil; aynı zamanda kendi kusurlarını da görerek kendini alaya alabiliyor.
Dijital çağ denildiğinde akla ilk gelenler neler? Dijital
çağın kapsamını hangi zaman aralıkları arasına sığdırabiliriz? Hâlihazırda
içinde miyiz, yoksa gördüklerimiz ve yaşadıklarımız hâlâ gelmekte olan bir
paradigmanın ayak sesleri mi? Bütün bunlar çağın ruhuna uygun olarak muğlak bir
yerde duruyor. Bana kalırsa, Soğuk Savaş
döneminin bitmesiyle birlikte dijital çağın herkes kendi nispetinde bir parçası
olmaya başladı. Olmaya da hâlen devam ediyor.
Nazarımda, dijital çağın çağrışımları şu şekilde: Birincisi, dijital çağın önceki bütün çağlardan farklı, bilinmeyen, alışılmayan yeni bir cismi olduğu hissiyatı; ikinci olarak metalin ve gri rengin parıldadığı bir çağ olma vasfı; son olarak da mütemadi bir erozyon hissi, özellikle de entelektüel düzlemde bir yoksunlaşmanın baş müsebbibi olma vaziyeti.
İlk durum sanıyorum ki dijital çağ özgü bir durum olmaktan çok yeni bir çağa ya da paradigmaya ait bir olgu. Yeni olan her şey alışılmadık ve bilinmeyendir. Yeni olan eğer büsbütün bir hayatı etkileme ve yön verme kudretine sahip bir paradigmaysa, bu hissiyat kaçınılmazdır. Hatta, bu hissiyat yeni olanın hakikiliğini test etmek ve anlamak için de pekâlâ bir ayraçtır.
İkinci çağrışım renk meselesi… Gerçekten de dijital çağa dair en ilginç bulduğum hissiyatlar arasında ‘gri’ renginin dijital çağ ile özdeşleşme hâli dikkatimi çekiyor. Neden gri? Dijital çağın elektronik kavramıyla bir arada, paralel bir şekilde anılır olması hiç şüphesiz metali ve rengi griyi yeni zamanın estetik kodlarında ön plana çıkarmıştır. Devrelere ve kablolara bağımlı elektroniğin dijital çağın içerisindeki hayati önemine şüphe yok. Fakat dijital çağda neden grinin ön planda olduğu sorusu üzerinde düşünülmeye muhtaç, hatta felsefe yapılması gereken bir soru. Kablonun iletken madeni ekseriyetle gri renktedir. Fakat rengi turuncuya çalan bakır ve tunç madenlerinin de dijital çağda yadsınamaz bir önemi vardır. Yine, kabloların iletken olmayan dış kısımları modern zamanda genellikle siyah ya da beyazdır. Hakeza, elektronik hemen hemen her devrenin içi yeşille donanmıştır. Dolayısıyla, dijital çağı griyle eşleştirmek için mantıklı hiçbir sebep bulunmuyor.
Buna rağmen, dijital çağ denildiğinde hemencecik akla gelebilecek robotlara ve uzaya dair bütün renklerde grinin kat’i hâkimiyetini görüyoruz. Bu sorgulamanın derinlikleri, bence toplumsal ve iktisadi bir küresel dünya düzeni gibi son derece felsefi ve politik dünyaların 19. Yüzyıl sonunda şekillenen yeni yapılarına dek uzanabilir.
Son olarak dikkatimi çeken kültür ve dijital çağın çatışma meselesi. Bu da ilginç. Bir defasında birisi dijital çağ ile ilgili bir toplantıda bir tespitten söz açmıştı: ‘Edebiyattan anlayan dijital çağa ayak uyduramıyor, dijital çağdan anlayan kimseler ise edebiyattan uzak.’ Evet, bu ciddi bir mesele ve kanaatimce de böyle bir durum söz konusu. Sadece ben edebiyatla sınırlı bir şekilde değil, bu durumu bir kültür meselesi olarak görmeyi yeğliyorum. Bu çatışma, sosyal bilimlerin meselesidir. Aynı zamanda, kültürel bir meseledir. Doğrudan teknoloji işiyle iştigal eden ve bu işten para da kazanan; hayatını teknolojik yeniliklere göre dizayn eden; yeni güncellemeleri ve versiyon yeniliklerini takip eden; yeni çıkan teknolojik ürünleri ilk önce test etme yarışında olan azımsanmayacak nicelikte bir zümre var. Somut olarak bu zümrenin kültürel ve sosyal bilimlerin meselelerinden hayli uzak olduğu genellemesinde bulunabiliriz. Öte tarafta, nedense, dijital çağa uyum sağlamak ya da en azından prim vermek, özellikle de entelektüel çevrelerde ve okuyan yazan kimseler arasında çoğu zaman yoksunlaşmanın yahut basitleşmenin bir nişanesi olarak görülme eğilimi var. Her hâliyle, bugün herkes ‘kendi nasibince’ dijital çağın bir parçası. Nasibi olmayanlar bile bir şekilde etkilerden azade değil. Dijital çağa dair felsefi alanda sosyal bilimlerin tartışması, kavramsallaştırmalarda bulunması gereken önemli bâkir bir alan duruyor.
Yeni olana çoğu zaman şüpheyle bakmaya eğilimliyiz. Bu bakış
doğal. Yeni, her şeyden önce risk manasına geliyor. Mevcut olanın en azından
test edilmişliği, ağır aksak da olsa ayakta kalacak kadar sağlam olması ve her
şeyin ötesinde risklerden uzak konfor alanı var.
Bizde hatırlanan geçmişin ilk ‘yeni’si, Sultan III. Selim’in yeni nizamıydı. (Nizam-ı Cedid) Sonra, Tanzimat bir devir olarak büsbütün yeninin hayata nüfuz ettiği bir zaman oldu. Aynı zamanda, yeni olana itiraz olsa da artık yeninin vazgeçilemez hâle geldiği bir başlangıçtı da Tanzimat.
Edebiyat da sürekli bir öncekinin üstüne kendini koyarak, bazen anti-tezini üreterek yenilendi. Tanzimat’tan bu yana Türkiye’de edebiyat sürekli bir nefes arayışı, yenilik arayışı içerisinde varlık gösterdi. Yeni, bizatihi tek başına bir kavram olarak edebiyatta haklı bir iddianın ve daha iyinin savunusu oldu. Servet-i Fünûncu’ların şiirin ‘göze’ değil ‘kulağa’ hitap etmeli yorumu Edebiyat-ı Cedîde başlı başına bir ‘yeni edebiyat’ çağrısı yapıyordu. Sonralarda, dolaylı bir şekilde yenilik imkânını içinde barındıran Fecr-i Âti; Yeni Lisan Hareketi’nin şiirde ‘hece’nin merkeze geldiği ve yabancı etkilerden uzak bir Yeni Türkçe’yi, hatta İstanbul Türkçesi’ne hayat veren bir hareketler. Elbette, bir de geçmişe nazire yaparak var olan İkinci Yeni var. Edebiyat için hakikaten hiç alışılagelmediği kadar yeni unsurları bir araya getirmemiş midir? Fakat başta da dediğimiz gibi yeni olan risklidir de. İkinci Yeni, nefesi ve dünyaya bakışı pek güçlü ancak hep tamamlanmamış bir hareket hissi bırakan bir yenilik olarak kalmıştır. Bana kalırsa böylesi bir risk, göze almaya değer. İkinci Yeni özelinde böyle bir riskten bahsetmek gerekirse, sonuç itibariyle Türkiye’de şiirin serbest alanının gelişmesine yaptığı katkı kendisini de aşacak boyuttadır.
Son iki yüz yıla dair bu yenilik arayışından edebiyat kadar bahsedebileceğimiz diğer bir alan da elbette siyaset. Zaten siyasetin alanı da edebiyatın alanı da ‘yeni bir iddia’da bulunmak, ‘yeni bir hareket’e kalkışmak için son derece elverişli alanlar. Bereket o ki bizim topraklar mümbit. Her iki sahada da da bu anlamda pek çok ‘yeni iddia’sı var. Edebiyatta aranan yenilik biraz daha keyfi ve zevk çerçevesinde şekillenirken; siyasetteki yenilik içinde mecburiyetleri, heyecanları ve daha görünür riskleri içinde barındırıyor.
24 Nisan referandumunda oylanan ve bayram sonrası gerçekleşecek seçimlerle beraber de tamamıyla uygulamaya geçecek olan yeni sistem de bütün imkânları ve riskleriyle Türkiye’yi bekliyor. Ben, denge mekanizmalarının çok farklı türlerde ve şekillerde olmasından dolayı yeni sistemle siyasetin dinamikleşeceğini düşünüyorum. Öte yanda, her bilinmeyen alan gibi konfor alanının karşısında bir bilinmeyen, daha önce denenmeyen riskli bir yol. Tabi, eskinin konfor alanının olmadığı da çokça dile getirildi. Parlamenter sistemin krizleri zaten tartışma götürmeyecek açık vakıalar. Bu anlamda, eskinin konforundan söz etmek mümkün olmasa da herkes bir şekilde iyisini kötüsünü biliyordu. Şimdi, siyaset, Türkiye için önemli bir yeniliğe gebeyken, yeni Cumhurbaşkanlığı sistemiyle ciddi imkânlar, özellikle hız ve hamle konusunda mümkün. Zaten, her risk içinde büyük imkânlar, umulmadık ilerlemeler ve elbette risk olmanın ağırlığını barındırır.
Edebiyat denildiğinde üç şey düşünmek
gerekir: Birincisi, akla en çok gelen yazı üzerinde kendini var eden, asırlarca
birbirine eklemlenerek gelişen ve dönüşen tarihi olan bir alem. İkincisi,
üniversitelerde birtakım tahlillere mahkûm edilen bir tür analiz işi. ‘Şair
burada ne demek istemiş olabilir?’ gibi lüzumsuz bir suale aranan cevapların
makaleleştirildiği, bir romanın teferruatlı bir şekilde analiz edilerek okuyucu
sözü üzerine söz söyleme çabalarına giriştiği gibi benim asla anlam
veremediğim, Ahmet Haşim’deki ‘biriciklik’ unsurunun ve keyifin yok edildiği
bir akademisyenlik. Edebiyat deyince üçüncü düşünülmesi gereken ise bizatihi
hayatın içerisinde kendine var olma imkânı bulan, kimilerinin pek imkân verdiği
kimilerinin boğazına yapıştığı, görenleri tebessüm ettiren fakat görmeyenlere
de gayri ihtiyari tesir edebilen hayatın ta kendisi.
Zaten edebiyat olarak isim verdiğimiz
saha bir bakıma bir toplumun görünen ve görünmeyen yüzlerinin yazılı metne
yansımasından ibarettir. İlk anlamıyla tarihsel birikimini var eden edebiyat
aslında sınırlıdır. Yalnızca yazıya geçebildiği ölçüde, neşredilmeyi hak edecek
kalitede üretilebildiği kadarıyla bir toplumu yansıtabilir. Öte yandan,
toplumun içinde edebiyat sokakta, kahvede, takside, kitapçıda, çarşıda ve aslında
kentin her yerinde sürekli tedavüldedir. Çevrimdışı olmaksızın hikâye devam
eder. Mürekkepsiz hikâyeler yazılır ve kayda geçemeden birçoğu unutulur gider.
Aslında pek bir işe yaramaz. Sıradan
bir şekilde hayatın akışı içerisinde pek âlâ edebiyata muhtaç olmadan da
yaşanabilir. Fakat gel gör ki dirim kısalığını ve faniliğini göğsünde taşısa da
herhangi bir şeye indirgenemeyecek ve tekdüze olamayacak kadar da kompleks.
Vaziyet bu olunca, edebiyat gibi unsurlar da içinde kendini var ediyor.
Dünyanın ilk alegorik metinlerinden olan İbn-i Sina ve İbn-i Tufeyl’de farklı
biçimlerde ortaya çıkan Hayy bin Yakzan‘ın
sonunda da söylendiği ‘ince zar’ metaforu gibi edebiyat da hayatın içerisinde ince
bir zarla perdelenmiş. Zarı yırtmasını bilen dışarıdan görünenin ötesini
görüyor, başka anlam dairelerine ulaşıyor.
Samsun’lu hece şairi merhum Cemal
Safi’yi anmak gerek. Bizim toplumumuzda hece şiiri her zaman halkımızca daha
çok tutulur ve belleklere kazınır. Edebiyatımız da böyledir. Divan’dan beri
farklılaşan ölçüler hep olsa dahi ölçü hep esas olmuştur. Modern serbest şiir
çoğunlukla ilgilisine hitap etmiştir. Öte tarafta, serbest şiirin alanında
yazıp çizen fakat o tarihsel hafızayı diri tutan İsmet Özel gibiler de bir sürü
insanda karşılık bulabilmiştir.
Şiirde kâfiye aramak anlamı çok kez öldürür. Hece ile
şiirde sesi sürekli canlı tutup anlamı öldürmemek tam bir kabiliyet işi
olmuştur. Cemal Safi bu kabiliyetin en güzel örneklerini yazdı. Anlamı öldürmek
bir tarafa, hece ölçüsünün rüzgârını arkasına almayı başararak anlamı daha da
pekiştirdi. Şiirin asli gücü olan yüreklere dokunmayı başardı.