Kategoriler
matbuat

Paradigma Şart

Ben ‘paradigma’ demeyi tercih ediyorum. Fakat ‘eksen’ şeklinde telaffuz edildiği de vâkîdir. Kelime olarak ‘paradigma’ belki dışarıdan besleniyor ancak Soğuk Savaş dünyasının literatüründeki ‘eksen’e kıyasla daha kuşatıcı, fikirden beslenen ve ne idüğü belirlenebilir bir imkân sunuyor. Öte yandan, kelimenin ithalatından ötürü daha en baştan vazifesinin işleviyle de çelişiyor gibi görünüyor.

Aslında olay yeni değil. Türkiye’nin Batı dünyasına karşı şahsiyetli ve gerektiğinde ‘hayır’ demeyi bilen tutumunun iyiden iyiye görünür hâle geldiği dört beş yıldan beri en kritik, geleceğe dair iyisiyle kotüsüyle belirleyici olacak gizli gündemi. Fakat muhafazakâr cenahtaki zihinlerce üst perdeden telaffuz edilmeye başlanması yeni. 15 Temmuz darbe girişiminden itibaren hiç akıldan çıkarılmayan, gerektiğinde kısık sesle de olsa dile getirilmekten kaçılmayan bu mesele uluslararası siyasetin son birkaç aylık gelişmelerinden ve iç siyasette doygunluğa yavaş yavaş ulaşıyor olmasından sonra çok daha görünür ve açık bir şekilde tartışılacak. Muhafazakâr çevrelerin üstünde kafa yorduğu esas meselesi olacak. Benim için ise uzun zamandır dönüp dolaşıp geldiğim, zihin mesaisi harcadığım bir soru.

Mesele, Türkiye’nin kendi paradigmasını belirleyebilmesi. Küresel eksenler arasında sağa sola savrulmadan, Türkiye’nin kendi dinamiklerine özgü bir çizgi tutturması gerekiyor. Ayrıca, bu özgün paradigmanın dünyaya vaat edebileceği yeni bir şeyler olması da şart. Dünyaya bir şey söylemeden, farklı coğrafyalara sirayet etmeden böylesi bir paradigma hayat bulamaz.

Son dönemde, ABD’nin ve Avrupa ülkelerinin ikircikli tavırları ve buna mukabil Putin’in son derece makul tavrı Türkiye’de bir kısım kişilerin Türkiye’nin geleceğinin Rusya’yla sıkı ilişkilerden geçtiğini bolca ifade etmesine yol açtı. Artık herkes pek aşinadır, emperyalist dünyaya karşı Avrasya’nın gücünden ve tek çare olduğundan heyecanla bahsedilen ifadeler… Bu tarafta, eksen tartışmasının açılmasına gerek dahi duyulmuyor. Madalyonun öte yüzünde eksen tartışmasını yapanlar var ve ekseriyetle Türkiye’nin son dönemdeki Rus yakınlaşmasından rahatsız. Batı’yla kurulan ilişkilere kıyasla Türkiye’nin Avrasya blokuna sıkıştırılmasının tehlikeli olduğunu düşünenler de var.

Esas olan Türkiye’nin kendi paradigmasını ıstırabını çeke çeke oluşturmasıdır dedik. Başka yol var mı? İştahla Türkiye’nin bekâsını Avrasya’da ya da Avrasyacılık’ta görenler, Avrasya’nın, daha da özelde Rusya ve Çin’in emperyalizmini görmüyorlar mı? Yahut görseler de ikrârı işlerine mi gelmiyor? Evet, Türkiye’nin Batı’dan gelen alışılageldik, sır olmayan ve 15 Temmuz darbe girişimiyle birlikte de zirve yapan saldırılarına karşı Rusya, Türkiye’nin direncine takviye yaptı. İcâp ettiği zaman kurtarıcı rol üstlendi. Muhakkak ki kurtarıcılığa soyunmasının temelinde Türkiye’yi Batı’ya nispet yaparcasına kendi yanına çekmesi var. Batı mandacılığı olduğu gibi pek âlâ Rus mandacılığı da mümkün. Fakat Türkiye en başından itibaren bu durumun farkında olarak dikkatli, samimi ve herkesin kendi yerini bileceği bir ilişki tesis etmeye çalıştı ve bunu da başarmış gözüküyor.

Bugün, Türkiye’yi yönetenlerin, ekseriyetle klasik merkez sağ tanımlamasının karşılığında duran fikri ve kültürel entelijansiyanın (bu kelimeyi galiba kullanabiliriz) Avrasya eksenini bir atlama ve vakit kazanma hamlesi olarak kullanarak Türkiye’ye özgü bir eksenin gelişmesi yönünde bir çaba ve umut içinde olduğunun emarelerini görüyorum. Ben de tam da böyle olması gerektiğini düşünüyorum. Ancak bu kolay değil; ıstıraplı ve on yıllara muhtaç. Batı, eksenini kapitalizme borçlu. Rusya ise yine kapitalizmin karşısındaki en büyük reaksiyonist fikre… Dolayısıyla, mesele ‘eksen’ değil, yerli bir paradigma olmalıdır. Esas olan görüntüde değil, özünde yerli olmasıdır. Özü sağlam olduktan sonra görüntünün bize yabancı olması mesele olmamalıdır.

Not: Geçen haftaki yazıda Suudi Arabistan bahsinde geçen “Kral Selman” yanlış değil. Fakat kastedilen veliaht prens Selman. Dikkatten kaçmış, düzeltelim.

Kategoriler
matbuat

Türkiye’nin İhtiyacı

Türkiye’nin bugün ihtiyacı olan üretmek. Ama nasıl üretmek? Son yıllarda Türkiye’de gerçekleşen üretimi geçmişle mukayese etmek olanaksız. Özellikle kendi ayakları üzerinde duran bir ülke olma yolunda ciddi bir kararlılık mevcut. Son yıllarda kazanılan ivmenin esas tetikleyicisi de zaten bu motivasyon. Bugün devlet dijitalleşmede dahi treni kaçırmak istemiyor. Küresel trendleri, iş insanlarının eğilimleri yakinen anlamaya ve bu yönde gereken adımları atmaya çalışıyor. Öte yanda, Türkiye’nin ürettiği şu an bu hâliyle dış dünyaya bağımlı olmamaya, aynı teknolojileri üretebilmeye endeksli görünüyor.

Peki, ihtiyaç olan üretim nasıl bir üretim? Tanzimat’tan bu yana tekniğin coğrafyaya nüfuz etmesiyle birlikte kendimizi hep kaçırılmış trenin yolcuları olarak hissettik. Sultan Hamid’in mayasını oluşturduğu teknik ve kalkınma temelli anlayış on yıllar boyu aktarılarak Türkiye’de merkez sağın halkın gönlünde yer bulduğu uzun bir hikâyeye nefes verdi. Bu hikâye kaçırılan treni yakalamak üzere on yıllarca devam etti. Tekniğe meftun olan idâreler gerçekleştirdiği icraatlarla Türkiye gerçeği ortalamasını değiştirmeyi başarabildi. Şüphesiz bunun son ve en başarılı örneği Ak Parti oldu. Ancak ilk soru hâlâ bâki: Bizim nasıl bir üretime ihtiyacımız var?

Bugün, başarılı olduğumuz alan bize ait olmayan paradigma içerisinde iyi bir şekilde üretim yapmaktan ibaret. Bu modelin en başarılı örneğini Çin gerçekleştiriyor. Rusya, küresel dünyanın dinamikleri karşısında ayrıksı bir pozisyonda. Son dönemlerde Rusya da esasında pek tekniğin dünyasının vaat ettiği hayata karşı pek direnemiyor. Her ne kadar kalıtsal özelliklerini taşısa da gün geçtikçe kendi meşrebince bu dünyaya uyum sağlayan bir Rusya ortaya çıkıyor. Ancak Rusya’nın ayrıksı pozisyonu yerine başka bir paradigma ikâme edebildiği bir düzlemde değil. Bunu Sovyetler döneminde yapmıştı ve dünyaya kafa tutuyordu. Fakat Sovyetler’de üretilen alternatif paradigma insanlığa mevcut paradigmadan daha fazlasını vaat edemediğinden başarılı olamadı.

Türkiye’de kavramsal özgünlüğü sağlamak mecburiyetindeyiz. Yaptığımız üretim küresel trendleri takip ederek gerçekleşmeli fakat kaliteli üretim yalnızca ürettiğimiz şeyin nitelikleriyle sınırlı olmamalı. Gerçekten üretmek, olmayanı üretmektir. Üretilen ürün ya da fikir insanların hayatlarını değiştirebildiği ölçüde hakiki bir üretimdir. Tekniğin dünyası kapitalist değerleri vaat ederek ve insan nefsine seslenerek bunu iki yüz yıl evvel başardı. Osmanlılar’ın alışkın olduğu sistem, değerler dünyası, toplumun hayat anlayışı bu değildi. Tabii olarak 19. yüzyılın başından itibaren dönüşen dünya karşısında da tüm çabalara rağmen sudan çıkmış balığa döndük. Zamanla suyun dışında nefes almayı da öğrendik fakat biliyoruz ki ait olduğumuz yer deniz derya. Hâlen bunun sıkıntısını çekiyoruz.

Evet, yerli ve milli. Fakat her iki kavram da üzerinde o kadar düşünülmeye muhtaç ki… Paradigmasız yerlileşme sağlamak mümkün değil. Geçmişte sahip olunan paradigmayı bugünün teknik dünyasıyla uzlaştırmaya çalışarak da bunu yapamayız. Kısacası, dünyaya bir paradigma ve söylem vaat etmek zorundayız. Dış politikada Türkiye’nin son dönemde geliştirdiği söylemin kişilerden ve aktörlerden bağımsız kavramsal temelleri olmalı. O temeller âdeta pişerek söylemi var etmeli. Üstelik, Türkiye’nin ihtiyacı yalnızca kendi meşruiyetini belirleyen değil, başta Batı olmak üzere farklı coğrafyaları da hareket geçirebilecek bir paradigmayı üretebilmek.

YAŞARKEN KIYMETİ BİLİNMEYENLER

Malûm, Meclis son haftalarda iki cenaze için devlet törenine ev sahipliği yaptı. Yeni Şafak‘tan Kemal Öztürk, “Öldükten Sonra Kıymetini Bilsek Ne Fayda” diye yazmış. Hakikaten de öyle. Hırslarımız ve özgüven eksikliğimiz, geçmişi, özellikle de kendimize yakın geçmişi çiğneyerek kendi yaptıklarımızın daha çok parlayacağı gibi bir boş inanca sebep oluyor. Hâlbuki şahsiyetli, kendini bilen ve akıllı insan böyle yapmaz, buna ihtiyaç da duymaz.

Kategoriler
matbuat

Dünya Nereye Gidiyor?

Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Cemil Ertem, Milliyet’teki köşesinde bir süredir yazdığı yazılarla ‘dünyanın nereye gittiği’ ve ‘yeni dünyanın dinamiklerinin neler olacağı’ soruları etrafında dolaşarak birtakım sorgulamalar yapıyor ve senaryolar çiziyor. Soğuk Savaş terminolojisiyle ifade edilecek olursa, yakın ve orta gelecekte küresel dünyanın ‘kızarmaya’ mı, ‘mavileşmeye’ mi daha meyilli olduğuna yönelik iktisat temelli spekülasyonlar yapıyor.

Klasik Amerikan siyasal hegemonyasının artık fazlasıyla sarsıldığı, Avrupa Birliği’nin artık kendi içerisinde ‘iyi niyet’ konsorsiyumunun ötesine geçemediği, Çin’in siyasi, iktisadi ve en önemlisi de kültürel olarak yükselen bir değer hâline geldiği, Rusya-Çin-İran işbirliğinin çok daha işlevsel ve etkili olduğu; kısacası Avrupa karşısında Avrasya’nın kendini gösterdiği küresel siyaset sahnesinde, bu soruşturmalar pekâlâ anlamlı bir soru olarak karşımızda duruyor.

Dünyanın nereye gittiği sorusunu cevaplandırabilmek için öncelikle Batı’nın dinamiklerini anlamak gerekiyor. Amerika Birleşik Devletleri’ni Avrupa’nın Frankeştayn’ı olarak nitelemenin doğru olduğunu düşünüyorum. Bunun bazı sebepleri var. Türkiye merkezli dünyaya bakıldığında ‘Batı’ denildiğinde akla gelenin ABD, İngiltere ve Kıta Avrupası olması tesadüf değil. Coğrafi olarak ne Türkiye’ye göre ne de birbirlerine göre pek de batıya düşmeyen bu üç kültür merkezinin aynı kazanda kaynaması tarihsel bir aktarım sürecinden kaynaklanıyor. Bu ilişkiler ağı aslında zımnî olarak bilinen durumlar ve toplumsal tepkilerimizi de arkaplanda belirliyor.

Avrupa ile ABD arasında ciddi bir sahicilik/yapaylık farkı var. Orta Çağ sefilliğini görmüş, Rönesans bereketiyle zenginleşmiş, diktatörlüklerin ve iki dünya savaşının travmasını yaşamış Avrupa karşısında, ABD’nin kurduğu devlet ve değer sistemi kâğıttan bir imparatorluktan ibaret. Tıpkı Frankeştayn’ın hikâyesinde olduğu gibi Avrupa’nın aydınlanmacı ve ilerlemeci aklı nihayetinde kendisini ‘ihtiyar baba’ya dönüştürecek yeni bir organizmaya can verdi. Önce, 19. yüzyıl sonunda Avrupa’nın aydınlanma birikimi ABD kültür ve değer sistemine iktibas edildi, ardından 1944’de Bretton Woods hadisesi ABD ekonomisinin zirveye ulaşmasına sebep oldu ve Soğuk Savaş sonrasında ABD’nin küresel liderliğinin uzun yıllar devam edileceği sanılıyordu. Fakat hiçbir yapısal kökü olmayan bu düzenin yapaylığı görüldüğünden dolayı ABD sistemi iflasın eşiğinde.

Buna mukabil, Mao’dan sonra Deng Xiaoping’in Çin’e getirdiği yeni kapitalizm yorumunun (ya da sosyalizm yorumu demek de mümkün) son yıllarda teknoloji temelinde fikir ve inovasyona da dönüşmesi, Çin’i nitelikli bir güç hâline getirdi. Diğer taraftan, Rusya, sıcak denizlere inerek Akdeniz’de varlık gösterme amacına bugün hiç olmadığı kadar yakın.Öyleyse, dünyanın ‘kızarmaya’ doğru gittiğini, tıpkı eski günlerdeki gibi bir Doğu Bloğu’nun yeniden var olmaya başladığını söyleyebilir miyiz? Madalyonun tek bir yüzü yok ve bu iddia fazla cüretkâr olacaktır. Öte yandan, bütün bu hikâye içerisinde bizi en çok ilgilendiren Türkiye’nin nerede durduğu ve nereye gideceği.Öyle görülüyor ki bu konu biraz daha devam edecek.