Kategoriler
matbuat

Türkiye’nin Geleceği İçin Umutlanmak İstiyorum

Türkiye’de yaşamak zor ve külfetli olsa da Türkiyeli olmanın bu topraklara mahsus kendine has bir tarafı olduğu kanaatini taşıyanlardanım.

Türkiye, siyasetin gerçeklerinin ‘gündelik hayatlarımızı’ şekillendirdiği bir ülke. Siyasî, sosyal ve ekonomik meseleler entelektüel tartışmaları ve toplumsal meseleleri çokça belirliyor. Gündelik hayatlarımızın kendini öncelik olarak dayatan koşulları ise Türkiye’de entelektüel havsalamızı ve fikirsel tartışmaları geride bırakıyor.

Cumhuriyet devrinde ilk defa rastlanan bu ‘yerlilik’ ve ‘millilik’ bilincinin Nurettin Topçu ile başladığını söylersek, herhalde yanlış olmaz. Yirminci yüzyılın ortalarında Nurettin Topçu’da şahit olduğumuz bu şuurun bir varyasyonu 2000’li yılların ilk çeyreğinde Cumhur İttifakı çatısı altında yeniden revaçta olmuştur. Fikirleri gibi Nurettin Topçu’nun kendisi de bu topraklara ait bir mütefekkirdir. Nurettin Topçu gibi bu topraklara ait olma bilincini iliklerine kadar sıkı sıkıya hisseden bir fikir insanını ömrü boyunca lise öğretmenliğine mahkûm eden Türkiye gerçeği, bilhassa da tek parti döneminin zihniyeti karşısında öfkelenmemek elde değil.

İşte, yukarıda sözünü etmeye çalıştığım ‘Türkiye gerçeği’böyle hazin bir durumdur. Unutmayın ki Firavun kendi iktidarını tehlikeye attığı düşüncesiyle erkek çocukları öldürüp kız çocuklarını sağ bırakıyordu. Yani, potansiyeli olan herkesin önünü ve geleceğini kapatıyordu. Filistin’de yaşanan soykırımı böyle görmek gerekir. Yine, Türkiye’de muhtelif alanlarda sinsi planların oynanmaya çalışılmasını bu zaviyeden de değerlendirmek gerekir.

Kur’an-ı Kerim’de çok kez söz edilen bu hadiseyi ille de siyaset kurumu içinde düşünmek gerekmez. İllaki kişiler özelinde değerlendirmek gerekmez. Bugünün Firavunlaşmasını zihniyetler üzerinden okumak gerekir. Türkiye’de entelektüel bir kuvvenin var olmaması için de benzer zihniyet pekâlâ olabilir. Biricik olan ‘insan’ı silikleştirip kişiliksiz ve kimliksiz ‘kitle’ler oluşturulmaya çalışılmasında bu zihniyet yozlaşması müşahede edilebilir.

Nurettin Topçu’nun bu ülkede hak ettiği değeri görmemesinden hareketle bu örneği verdik. Yani, Türkiye’de, kendi emeği ve kalibresiyle bir şeyler olmuşlar müstesna, kimlerin önünün açılıp kimlerin yoluna taş koyulduğu iyice ve etraflıca düşünülmesi gereken meselelerdendir. Elbette, her zaman gerek münevverlerimiz arasından gerekse de başka sahalarda Hz. Musa gibiler çıkacaktır.

Türkiye topraklarında doğmuş olmak, haysiyetli bir şekilde yaşamak ve yine bu topraklarda vefat ederek var olmak yalnızca Türkiyeli bazı kimselerin bilebileceği bir hissiyat. Bunu hamaset olsun diye de söylüyor değilim. İmparatorluk bakiyesi Türkiye’nin beynelmilel siyasetteki haklılığı ve bazan yalnızlığı dünyada Türkiyeli olmanın ne idüğünü bize belki bir nebze anlatabilir.

Bu Türkiye’de aynı zamanda bir intelijansiya meselesidir. Türkiye olarak kendi aidiyetine sahip yüzyıllara seslenen aydınlara ve gündelik siyasetten sıyrılmış fikir insanlarına sahip olup olmamamızla alâkalıdır. Eskiden Türkiye’de hakikaten kalburüstü ve fikirleriyle çığır açan entelektüellerimiz vardı. Şu an kültür sanat alanında bu mümbitliğin olmadığı kanaatindeyim. Eskiden kemiyet bakımından daha az sayıda ama keyfiyet bakımından daha iyi fikir insanlarına sahipken; bugün Türkiye entelektüalizminin yozlaştığı ve aynı kalitenin kalmadığı hissiyatındayım.

Cemil Meriç’in Bu Ülke kitabından bir parçayı burada kaydedelim:

“Her dudakta aynı rezil şikâyet: yaşanmaz bu memlekette! Neden? Efendilerimizi rahatsız eden bu toz bulutu, bu lâğım kokusu, bu insan ve makine uğultusu mu? Hayır, onlar Türkiye’nin insanından şikâyetçi. İnsanından, yani kendilerinden. Aynaya tahammülleri yok. Vatanlarını yaşanmaz bulanlar, vatanlarını ‘yaşanmaz’laştıranlardır.

Türk aydını, Kitâb-ı Mukaddes’in Serseri Yahudisi… Hangi Türk aydını? Kaçanlar ne Türk, ne aydın. Bu firar bir Kabil kompleksi.”

Türkiye’nin geleceği için umutlanmak istiyorum. Bu topraklara ait olan bir yerlilik şuuru taşıyan ancak statükoya, vesayete, ifade özgürlüğünün sınırlanmasına, antidemokratikliğe mahal vermeyen bir Türkiye’de yaşamak istiyorum. Bilhassa da ‘ifade özgürlüğü’ konusunda Türkiye’nin ciddi bir mesafe katetmesi gerektiğini düşünüyorum. Açıkça bir hakaret olmadığı müddetçe ve inancımız İslâm dininin mukaddeslerini hedef tahtasına koymadıkça; her türlü konu konuşulabilmeli, insanlar fikirlerini ifade edebilmeli ve kendi noktainazarından kanaatlerini dile getirmelidir.

Türkiye her şeye rağmen güzel ülkemiz. Kaosun ve savaşların eksik olmadığı bu coğrafyada tek sığınağımız. Türkiyeli olmak başka hiçbir memlekette olmayan kendine mahsus bir aidiyettir.

Kategoriler
matbuat

Osmanlı Aklının Batı’dan Anladığı

Ahmet Hamdi Tanpınar, meşhur edebiyat tarihi kitabında, Tanzimat’ı “bir medeniyet dairesinden öbürüne geçmek, asırlardan beri inanılmış ve uğrunda mücadele edilmiş değerler dünyasından ayrılmaya” indirger. Ancak buna katılmak mümkün görünmüyor. Zira Tanzimat salt bir Batılılaşma episodu olarak görülüp geçilemez.

Tanzimat treninin lokomotifi olan Osmanlı devlet eliti ve aydını her zaman için – 1860’lara gelindiğinde dahi Tanzimat’la gelecek yeniliklerin Osmanlı klasik geleneğinden bir kopuş olmadığını ve aynı şekilde İslâm’dan uzaklaşmak olmadığını defaatle dile getirmiştir. Hatta Tanzimat’ın öngördüğü birtakım yeniliklerle birlikte Devlet-i Âliyye-i Muhammediyye’nin eski günlerindeki gibi kudretli hâle gelebileceğine, İslâm’ın akıbeti ve dünyanın dört bir yanında yardım bekleyen Müslümanlar için bunun gerekli olduğuna dair kanaatler ağır basıyordu.

Zaten Tanzimat’ın ilk ve asli motivasyonu ‘devleti kurtarma’ arayışıydı. Bu yüzden, Tanpınar üslubunca bu arayışı ‘medeniyet dairesini değiştirme’ olarak görmek hem yanlıştır hem de vakıa böyle değildir.

Roderic Davison, muhafazakâr görüşlerce, Osmanlı son dönemindeki birtakım demokratikleşme ve parlamenter sisteme geçiş denemelerinin sonralarda günü kurtarmak için verilen birtakım ‘sahte tavizler’ olarak görüldüğünü söylüyor. Öyle ki Osmanlı’da bozulan adalet mekanizmasının düzeltmek, idareyi yeniden etkin kılmak ve ekonomik refahı sağlayabilmek için Batılı usulde reçetelerin pragmatist bir şekilde bu çerçevede uygulandığını söylüyor. El hak, haklı. Bu tespit meselenin aslını Tanpınar’a kıyasla çok daha isabetli bir şekilde yansıtıyor. Fakat Roderic Davison aynı zamanda Ahmet Vefik Paşa gibi ‘aydınlanmış kimselerin’ dahi bu düşüncede olduğunu bir miktar da şaşkınlık ve eleştiri taşıyarak ifade ediyor.

Halbuki Tanpınar’ın ima ettiği Osmanlı Türkiye’sinin Batı eksenine doğru bir geçiş yaşadığını söylemesi de Davison’ın hayret içerisinde getirdiği pragmatizm eleştirisi son derece anlamsız. Toplum gibi yaşayan organizmalar ve devlet gibi bekânın esas olduğu mekanizmalar için esas olan yaşamak, yaşatmak ve var olmaktır. Osmanlı on dokuzuncu yüzyılını da bu bağlamda düşünmek doğru olur.

Osmanlı Devleti, Tanzimat devrinde uygulamaya koyduğu birtakım reformlara ve Batı’dan aldığı yeni çağın paradigmasına uygun devlet işleyiş usullerine başvurması için zaten mevcut durumdan bir rahatsızlık gerekir. Davison’un hayret ettiği aslında sağlığından hiç mustarip olmayan bir adamın ilaç içmesi gibidir. Elbette ‘devleti kurtarmak’ arayışı çerçevesinde Osmanlı devlet eliti Batı’ya başvuracaktı. Sonraki zamanlarda ‘devleti kurtarmak’ merkezinde Yusuf Akçura’nın Üç Tarz-ı Siyâset olarak hülâsa ettiği bambaşka kurtuluş reçeteleri de arandı. 1850’lerden sonra yer yer Osmanlı siyaseti içerisinde gerilimler de yaratan farklı düşüncelerin, münferit örnekleri görmezsek hemen hemen hepsi Osmanlı’yı yeniden ayağa kaldırmak, ‘altın çağına kavuşturmak’ kaygısıyla kendi kamuoyunu genişletmeye çalışıyordu.Belki bugün Türkiye’de ‘yerli’ ve ‘milli’kavramları telaffuz edildiğinde farklı fikir ve yaklaşımların oturması gereken eksen de böyle bir zemin. Nitekim merhum Cemil Meriç’in Kabil kompleksi diyerek açıkladığı gibi “Kaçanlar ne Türk, ne aydın. Vatanlarını yaşanmaz bulanlar, vatanlarını ‘yaşanmaz’laştıranlardır.

Kategoriler
iktibas yazı

bu firar bir kabil kompleksi

cemil meriç, “bu firar bir kabil kompleksi”, bu ülke, 97.