Kategoriler
matbuat

Trrrrrum, Trak Tiki Tak! Amerikanlaşmamak İstiyorum

Türkiye’de insanların gündelik hayatı gayriihtiyari olarak ne denli Amerikanlaşmış ise; o nispette toplumsal ve entelektüel hayatımızda Amerikanlaşmama ya da Amerikan karşıtlığı temayülü vardır. Bilhassa da entelektüel bir duruş/omurga ortaya koyabilmek açısından, – her ne kadar Amerikan üniversiteleri akademik olarak dünyanın en iyilerinden olsa da Amerikan vahşi kapitalizmi okuyup yazarak dirsek çürütenler için fikirsel ve ilkesel olarak vicdanen sığınılacak doğru liman değildir. Nihayetinde, fikir hayatı ve sosyal bilim yalnızca üniversite eğitimleriyle sınırlı olmayacak kadar cihanşümul ve beynelmileldir.

Teknik dünya, 17. yüzyıldan itibaren Büyük Britanya’da ilk defa ortaya çıktı. Endüstri Devrimi’yle başta Manchester gibi şehirlerde buharlı gemiler, makineler ve ‘fabrika’ üretimi meydana çıktı. İşte, bu sanayi kuvvesi Afrika’nın sömürüsünün de yolunu açtı. Ancak bu madalyonun bir yüzüydü. Avrupa, elinde bulundurduğu teknik güçle birlikte Afrika’yı sömürüyordu ancak kimseye inanabileceği güzel bir dünya hayatı vaat etmiyordu: Sömürüyordu ve para kazanıyordu.

Amerika, dünyanın öteki milletlerine bu teknik dünyanın ne kadar inanılır ve yaşanılır olduğunu ispat etti. Zaten, Amerika kıtasının kuzeyinde 18. yüzyılda kurulan devletin ayrıştırıcı vasfı ‘birleşik devletler’ olmasındaydı. Ulus devletlerin ve faşizan yönetimlerin Avrupa’da ve oradan neşet ederek yayılan Ortadoğu ülkelerinde 20. yüzyılda ortaya çıktığını göz önünde tutarsak; Amerika’nın tıpkı Osmanlıcılık siyasetinde olduğu gibi ‘milletler şemsiyesi’ olarak kurulduğunu ve bu hususiyetini muhafaza ettiğini burada önemli olarak kaydetmeliyiz.

Walter Benjamin’in “teknik olarak yeniden üretilebilirlik” makalesindenilhamla diyebiliriz ki Avrupa’da bir endüstri ve sömürü aracı olarak tecessüm eden tekniği Amerika büyülü bir dünyaya dönüştürerek gündelik hayatlarımız için tahammül edilebilir hâle getirmiştir. Bu dikotomi belki modernden post moderne geçiş olarak da okunabilir.

Teknik dünya, modern sıradan insanı kendi sultası altına almıştır. Fikirler ve ideolojiler farklılaşmasına rağmen insanların hayatı birbirine benzeşmiştir. Marx’ın terminolojisine göre söylersek; altyapı unsuru olarak teknik makineler, üstyapıyı oluşturan siyasetten eğitime kadar birçok alanı etkilemiştir. Ancak insanla makineler arasındaki bu otorite dengesini değiştirecek bir şey vardır: Savaş! Bu yüzden, modern devletler savaşın peşindedir. Ingeborg Bachmann da Frankfurt Dersleri’nde böyle söyler. Savaşla ortaya çıkan devasa güç ve harmoni insanın teknik dünyada makineler üzerindeki egemenliğini teyit eder.

Nazım Hikmet’in 1923 senesinde Moskova’da yazdığı “Makinalaşmak İstiyorum” şiirinde müstehzi bir biçimde makinelere meftunluğunu ifade etmesi gibi teknik dünya insanı kendisine çekmektedir. Birey olarak insanı modernleştirmekte ya da modernleşmiş insanı teknik dünyanın ‘aurası’ içine almaktadır. İşte, Nazım için makineleri cazibeli kılan teknik dünyanın Amerikanlaşmaya o yıllarda başlamasıdır.

Antiemperyalist ve antikapitalist duruşu olan Nazım Hikmet, makinelerle gelişen teknik dünyayı hicvederek nasıl ki ikili bir durum ortaya koymuşsa; işte, Amerikan tarzında yaşarken Amerikanlaşmamak istemek fakat Amerikanlaşmak da böyledir. Nazım’ın tenkit ettiği ve pozisyonel olarak karşıt konumlandığı makinelerin harmonisinden etkilenmemek yahut Amerika’nın var ettiği çok kültürlü ve desenli ‘harikalar diyarının’ cazibesine kapılmamak elde değildir.

Bütün muhalefete rağmen milletleri bir araya getiren Amerika’nın çekiciliğivardır. Her ne kadar yabancı düşmanlığı, ifade özgürlüğü, şiddet olayları cihetinden bir sürü münferit hadise Amerika’da cereyan ediyor olsa da geç keşfedilmiş bu topraklarda insanlar arasındaki dinsel, ırksal, kültürel çok renkliliği fark etmemek elde değildir.

Bütün Amerikanlaşmama saiklerine rağmen yine de Amerikanlaşmamızın ardında yatan sebep(ler) üzerine düşünüyorum. Bu yazıyı yazma niyetim ya da Amerikanlaşmamayı entelektüel namus gereği önemli görmeme rağmen Amerika’nın büyülü dünyasında Avrupa’da olmayan ya da Türkiye’de rastlanmayan ne olduğu hakkında da fikir yürütmeye çalışıyorum. Mesela, Amerika’da Vaşington’da geçtiğimiz haftalarda düzenlenen ‘Ulusal Dua Günü’nde ezan okunduğunu ve Donald Trump’ın eşiyle birlikte ezanı dikkatle dinlediğini görüyoruz. Bir defa, Amerika gibi bir ülkede ‘dua günü’ temalı etkinliğin olması enteresan görünüyor. Ancak tam olarak öyle değil. Böylesi bir ‘dua günü’ etkinliği tam da Amerika’ya uyacak bir The Sims vari dinsel törendir. Ancak yine de bu önemlidir. Trump’un önceki döneminden daha farklı bir tutum içerisinde olduğunun sinyallerinden biridir. Yine, Amerika’nın İslâm dininin yaşanması bakımından Türkiye’den ve öteki Müslüman ülkelerden sonra Avrupa’ya kıyasla en elverişli yer olduğunu söyleyebiliriz.

Ama yine de biz Amerikanlaşmamak isteriz çünkü bütün bu çok kültürlü ve milletli formasyon bir nevi kimliksizleştirme gibi hissedilir. Osmanlı milletinden olduğumuzu ve Tanzimat fikriyatının etnisiteleri bir araya getirdiğini çoktan unutmuşuzdur. 20. yüzyılda ulus devletlerin etkisi yeterince kuvvetlidir ve bugün dahi hissedilir. Amerikan milleti kavramı uzak kıtanın yerlilerinde kalmış olsa da Amerika da ulus devlet formasyonundan nasibini alır ve kendisine ulusal bir nitelik kazandırma çabası içerisindedir.

Kategoriler
matbuat

Yeniye Olan Merak

1789 yılında Fransa’da Burjuva Devrimi cereyân ettiği sıralarda Sultan III. Selim henüz yeni tahta çıkmıştı. Daha şehzadelik yıllarından tasarladığı Yeni Düzen (Nizâm-ı Cedid) fikri bizdeki ilk ‘yeni’dir. Lale Devri’ni tam mânâsıyla bir yenilik olarak sayamayız. O günden bugüne bu topraklarda ‘yeni olanı’ arayışımız hiç bitmedi ve hâlâ da devam ediyor.

Peki, neden mütemadiyen kendimize bir ‘yeni’ bulma ihtiyacı içine girdik? Bunu ancak bugünden geriye doğru bakarak anlayabiliriz. Yaklaşık son iki yüz yıl evvelde ne yaşandığına bakmalıyız.

Her şeyden önce, Endüstri Devrimi’yle beraber yeni bir ‘teknik dünya’ oluştu. İçten yanmalı motorun icâdı, buharlı makineler ve gres yağıyla metal elementi daha önce olmayan bir şekilde kullanılmaya başladı. Makine ilk defa ortaya çıkmasa dahi demir çelikten yapılmış makineler tarihte ilk kez görüldü. El işi tezgahların yerine seri üretime imkân veren fabrikalar kurulmaya başladı. Bütün bu teknik dünya yepyeniydi. Biz de zamanın bir icabı olarak bu yeni teknik dünyayı Avrupa’ya bakarak ikame etmenin peşine düştük.

Burada, Avrupa iyiydi biz kötüydük demeyeceğim. 1800’lerde yeni bir teknik dünya kuruluyordu ve Batı dünyası karşısında Osmanlıların pek de mahsulü olmayan bir bilinmezlik söz konusuydu. Entelektüel cihetten Aydınlanma ve Rönesans yaşamış Avrupa’ya mukabil Türkiye topraklarında zihinsel bir inkişâf yaşanıp yaşanmadığını ben bilmiyorum. Yine, fennî sahada, İngilizler modern makineyi icât edip sömürgeciliğe başladığında, Osmanlı İmparatorluğu’nun kendisine mahsus bir teknik sermayesi yoktu. 

Dolayısıyla, bizdeki ‘yeni’, – icât olmaktan ziyade, treni kaçırmamak için Batı’ya öykünmedir. 1800’lerden beri bu yeni modern teknik dünya bizim için efsunludur. Avrupa’ya giden devlet adamlarının, gazeteci ve muharrirlerin tavırlarından bu anlaşılabilir. Cumhuriyet döneminde bile 2000’li yıllara dek Avrupa’da bizde olmayan, soğuk, rasyonel başka bir dünya vardı.

Yeni teknik dünya mühendislikten ibaret değildi; her mühendisliğin bir fikir ve mantalite içermesi gibi bir ideolojiydi. Hatta, bu yeni teknik ideolojinin bütün efkârın üstünde bir süper ideoloji olduğunu söyleyebiliriz. Son iki yüz yılda lokomotifler ve gemilerle bir ticaret imkânı doğmasıyla eş zamanlı olarak Avrupa ülkelerinde anayasacılık, gazeteler, aydınlanma fikirleri ve entelektüel intelijans görünür oldu. Elbet, bu yeni ‘kamuoyu’nun tek nedeni teknik değildi.

Yeniye olan tecessüsümüzün ticari ve teknik yönünün ötesinde siyasi bir boyutu da olduğunu söylemeliyiz. Endüstri Devrimi’yle beraber Avrupa feodalizmi terk etti. Yani, kendini Orta Çağ Avrupası olmaktan kurtararak yeni bir safhaya geçti. Aslında, daha evvelde İstanbul’un fethinde ateşli silahların kullanılmasıyla feodalizm son bulmuş ve mutlak monarşiler güç kazanmıştı. Ancak Endüstri Devrimiyle beraber feodal düzenden daha farklı olarak yeni bir uluslaşma akımı ve milliyetperverlik ortaya çıktı. Feodalizmin ilgâsının ya da bu yeni milliyetçilik trendinin Osmanlı ve Avusturya-Macaristan İmparatorlukları için bir ‘felaket’ olduğunu söyleyebiliriz. 1850’lerden itibaren Balkanlar’da ve Ortadoğu’da feodal beyler sayesinde milletler (ya da mikro etnisiteler) kendi ulusunu kurmanın sevdasına düştü ve bağımsızlık kazandı.

Çünkü yeni teknik dünyanın dokusu imparatorluklarla değil, ulus devlet milliyetçiliğiyle uyumluydu. Sanıldığının aksine, teknik, beynelmilel siyaset üzerinde özgürleştirici bir fonksiyon sağlamadı. Daha doğru ifadeyle, teknik dünya merkezîleştirici ve statükocu bir hürriyet ortamı var etti.

Yeni dünya, – Osmanlı İmparatorluğu için de geçerli olmak üzere Birinci Cihan Harbi’nin yaşandığı yirminci yüzyılda değil; 1800’lerde kuruldu. Telgraf, saatler, demiryolları, içten yanmalı motor, buharlı gemiler, savaş endüstrisi gibi teknik icâtlar hep bu zamandadır ve Sultan İkinci Abdülhamid’in bildiği meselelerdir. İlkokul, lise ve üniversiteyi kapsayan modern eğitim, sağlık ve askeriye sahalarında tatbik edilen modern reformlar 1850’li yıllardan sonra yaşanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti döneminde, – reddimiras uygulamalarını saymazsak, uzun yıllar boyunca bu mânâda bir ‘yeni’ mefhumundan söz edemeyiz.

Yirminci yüzyılın ilk yarısında şartlar değişmiş ve Osmanlı topraklarının işgâli gibi yeni bir defacto durum ortaya çıkmıştır. İstanbul’un ve yaşamakta olduğumuz şehir olan Samsun’un sokaklarında İngiliz askerler boy göstermiştir. İşte, bu ‘yokluk dönemi’nde, ‘yeni olan’ uzun yıllardır Osmanlıların gündeminde olmasına gerek bile olmayan bir bilinçtir. Osmanlı zamanındaki ‘yeni’den farklı olarak İstiklal Harbi’nin yaşandığı ve Cumhuriyet’in kurulduğu yıllarda ‘yeni olan’ bağımsızlık şuurudur.

Osmanlı İmparatorluğu da elbette müstemleke olmaya razı değildi. Bağımsızlık bilinci 1850’lerden sonra Osmanlı devlet adamları ve münevverleri arasında vardı ancak bunlar daha çok Batı medeniyeti karşısında terakki edememek ve Avrupa karşısında geride kalmak olarak tezahür ediyordu. Ayrıca, Osmanlı İmparatorluğu’nun yirminci yüzyılın başında artık milletleri Osmanlılık şemsiyesi altında tutması da mümkün değildi.Dolayısıyla, yirminci yüzyılda İstiklal Harbi olarak ortaya çıkan Mîsâk-ı Millî sınırlarında hakimiyet kurma iradesi ve bağımsızlık şuuru ‘yeni’dir. Buna mukabil, hâlen kendini dönüştürerek varlık kazanan ve mütemadiyen kendini yenileyen ‘teknik dünya’ 1800’lü yıllardan bugüne bir mirastır.