Kategoriler
matbuat

Osmanlı, Yeniden!

Cumhuriyet devrinde tarihçilik biraz da Osmanlı tarihçiliğidir. Modern Türkiye, 1923’te cumhuriyetin ilânıyla başlayan zamanlardan itibaren kendine yeni bir Osmanlı anlatısı kurma gayreti içerisine girmiştir. Bu tabii görünebilir; yeni Cumhuriyet’in kurucu siyasi kadrolarının ve entelektüel elitlerinin yapmaya çalıştığı iş uzaktan bakınca devr-i sabık yaratmaktır. Ancak unutulmasın ki Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki bu yeni Osmanlı tarihi anlatısı kurma çabası kendi zamanında devr-i sabık yaratma amacının ötesinde doğal bir sürekliliğin sonucudur ve kendi doğal ortamı içerisinde gerçekleşmiştir.

Yeni Cumhuriyet’in Osmanlı mirası üzerine gelmesinin doğurduğu olaylardan bir tanesi de kendisine en yakın, en canlı ve en somut Osmanlı tarihini çoğunlukla görmezden gelmesidir. Bu yüzden, üniversite kürsülerinde eski Türk tarihi, Hititler, Sümer tarihi ve dili gibi konular yeniden önem kazanmış ve revaçta olmuştur. Bu suretle, Türklerin en eski tarihini ve kökenini bulma gibi anlamsız çabalara girişilmiştir.

Osmanlı tarihi zaviyesinden bakılınca o dönemde önemli sayılabilecek çalışmalardan birisi Niyazi Berkes’in Türkiye’de Çağdaşlaşma kitabıdır. Bu önemli ve uzun yıllardır kalburüstü kabul edilen çalışma resmi tarih tezi ve ideolojisinin savunuculuğunu yapmaktan ötürü ciddi eleştirilere tabi olmuştur. Tıpkı, Osmanlı İmparatorluğu’nu gerileme paradigmasından ele alan Bernard Lewis’in The Emergence of Modern Turkey (Modern Türkiye’nin Doğuşu)kitabında tutturduğu söylem ve yaklaşım gibi. Türk ve Osmanlı tarihçiliğindeki güncel ve son yaklaşımlar Berkes’e ve Lewis’e temkinli yaklaşılması gerektiğini salık verir.

Rahmetli Halil İnalcık’ın her fırsatta söylediği, – bir tarihçi olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun Batılı anlatılar karşısında aciz kalmayacağı bir tarih yazma amacını gerçekleştirmek Osmanlı tarihçiliği açısından kayda değerdir. İnalcık, ekseriyetle kuruluş devri ve Fatih-Yavuz-Kanuni dönemleri üzerinde çalışmıştır. Osmanlı son dönemi ve modern Türkiye üzerine az sayıda kıymetli çalışması vardır. Kendisinin çokça söylediği bir diğer husus ise Halil İnalcık’ı okumadan eleştirdikleri yönündedir. Bu açıdan bakıldığında, Halil İnalcık kendisini eski anlatıların bir savunucusu olarak görmez; bilakis, İnalcık yazdıklarıyla yeni nesil tarihçilere de referans olmak istemektedir.

2000 öncesi dönemde Osmanlı İmparatorluğu üzerine nicelik olarak çok akademik çalışma yapıldığını söyleyemesek de Şerif Mardin gibi isimler Osmanlı tarihçiliğine özellikle yeni bir toplumsal perspektif kazandırarak literatüre önemli katkılar yapmıştır.

2000’li yıllardan sonra Osmanlı tarihçiliğinin seyrinin değiştiğini söylemek mümkün. Hem kemiyet bakımından hem de keyfiyet bakımından Osmanlı tarihçiliği revaçtadır. Çok sayıda çalışma yapılmaya başlanmış ve bu yeni çalışmalar ‘Batılı devletler karşısında Osmanlı İmparatorluğu’ dar söyleminden sıyrılmaya çalışmıştır. Artık, 2000 sonrası dönemde, yeni sorular sormak ve kendisine yeni bağlamlar bulmak çok daha kıymetlidir. Bu yeni yaklaşımlar, dünya tarihini Avrupa merkezci bir gözle görmediği gibi dünyayı kuzey-güney ya da doğu-batı karşıtlıkları üzerinden değil bütün medeniyetleri eşit bir şekilde gören ‘yatay eksen’ üzerinden değerlendirme eğilimindedir.

Dünya tarihine yönelik bu yaklaşımın neticelerinden birisi de Osmanlı tarihini çok daha demokratik, tarafsız ve olduğu gibi anlama ve anlamlandırma çabasıdır. Tarihçilikte yeni ekoller, Osmanlı İmparatorluğu’nun Fransız İhtilali’nden itibaren içerisinde bulunduğu ‘buhranlı’ durumda olduğu gibi kendi hikâyesi ve normalliği içerisinde anlamaya çalışmaktadırlar.

Tanzimat devrinde Osmanlı Batılılaşırken İslâm’dan uzaklaşmadığı gibi Tanzimat Fermanı da metin olarak oldukça İslâmi referansları olan bir metindir. Osmanlı aydınının Avrupa karşısındaki tavrı da yalnızca Batıya öykünme ve züppeleşme olarak görünemez.2000’li yıllardan sonra Osmanlı tarihçiliğine rağbet olmasının politik bir izahı olup olmadığı tartışılabilir. Bunun bir sebebi, üniversal ekolleri ve dünya tarihini takip eden yeni tarihçilerin ve insanların varlığıdır. Öteki sebepleri arasında Tanzimat ve Osmanlı geç dönem siyaseti ile Türkiye’deki bugünkü siyasetin koşullarının oluşturduğu durum görülebilir.

Kategoriler
matbuat

Tanzimat’tan Modern Türkiye’ye

Üniversite yıllarından beri sürdürdüğüm bir tezim var: Hâlen Tanzimat ruhuyla yaşıyoruz. 1800’lü yılların başlangıcından Sultan II. Abdülhamit dönemine kadar cereyan edenler olaylarla ikinci milenyum çağında Ak Parti iktidarı sürecince gerçekleşenler arasında sadece hadiseler üzerinden bir bağıntı kuramayız; Tanzimat ve Ak Parti döneminde siyasetten meselelere yaklaşım, icraatçı zihinler ve toplumsal yozlaşma cihetlerinden zihinsel bir benzeşim olduğunu ifade etmemiz gerekir.

Aslına bakılırsa, Tanzimat’ın sirayet ettiği dönem sadece Ak Parti’nin iktidar yılları değildir. Bizatihi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu takip eden tek parti döneminde gerçekleşen ‘reform’ çabalarında da Tanzimat’ın tesiri hissedilebilir. Hayatta kalmak için eski ‘altın zamanlara’ dönme çabası ve Batılılaşma üzerinden Avrupa’ya öykünme söz konusudur. Cumhuriyet kuruluş zamanlarında da ‘muasır medeniyetler’ seviyesini elde edebilmek için yine Batı medeniyeti marazı giderecek anahtardır.

On dokuzuncu yüzyılda, II. Abdülhamit’e kadar Batılılaşma serüveni âdeta bir program çerçevesinde cereyan etmiştir. Bilhassa da Londra ve Paris, Osmanlı entelektüelleri ve devlet adamları için örnek alınması gereken birer merkezdir. Sultan II. Abdülhamit’in ve Sultan V. Murat’ın da amcası Abdülaziz’le beraber Paris’e ve Londra’ya şehzadelik yıllarında gittiğini unutmamak gerek. II. Abdülhamit tahta geçinceye dek Tanzimat bir manifesto ruhuyla birbirini ardı sıra takip eden anayasal, siyasal ve teknik reformlarla gerçekleşmiştir.Bu tavır bize Ak Parti’nin kuruluşundaki ve takip eden ilk iktidar yıllarındaki proaktif ve reformist siyasetini hatırlatır. Benzer şekilde, II. Abdülhamit’in iktidar yılları da Cumhur İttifakı teklifiyle Türkiye’nin Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçişiyle hissedilen kısmen içe kapanık dönemi çağrıştırır.

Tanzimat’ın temel felsefesinin Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkılmaktan kurtarmak ve tagayyür ve fesadı defetmek olduğunu söyleyebiliriz. Osmanlı aydınının ve üst düzey devlet adamlarının karşısında örnek alınabilecek Batı’dan başka bir model yoktu. Endüstri Devrimi’nin teknik vasıtasıyla gerçekleştirdiği makine gücü karşısında Osmanlıların el işi tezgâhlar dışında sahip olduğu bir üretim aracı yoktu. Yine, 1789 Burjuva Devrimi öncesindeki entelektüel hazırlık dönemi gibi Osmanlı aydının kendisine ait geliştirdiği gelenekten gelen bir fikriyat yahut entelektüel mülahaza da yoktu. Fransız İhtilali’yle kapitalist bir devlet kurma amacıyla halk kralları yerinden ederken; Osmanlı İmparatorluğu’nda halkın ekseriyeti Osmanlı padişahına muhabbet besliyordu ve Osmanlı aydını arasındaki padişaha yönelik eleştiriler Osmanlı padişahının siyasetine yönelik eleştirilerdi, Osmanlı padişahlık müessesine karşı değildi. Bu vesileyle, şöyle bir tespitte de bulunabiliriz: Endüstri Devrimi’nin ve Fransız İhtilali’nin büsbütün kapitalist saiklerle cereyan ettiği vakıasından hareketle Türkiye topraklarında, bir yandan kapitalist bir eğilim olmasına ve kapitalist teşebbüsler reformlar suretiyle ortaya çıkmasına rağmen bu topraklarda 20. yüzyıldan önce kapitalist bir paradigma ortaya çıkmamıştır. Batı medeniyetindeki kapitalist eğilimler birtakım yenilikler olarak arkadan arkaya uygulanmaya çalışılmıştır.

Ancak II. Abdülhamit döneminde Tanzimat politikalarına ilişkin karşımıza bir farklılaşma ortaya çıkar. 1876 Kânûn-ı Esâsî’nin askıya alınması ve meclisin II. Abdülhamit tarafından kapatılmasıyla Tanzimat’ın devam eden ruhunda bir aksaklık ortaya çıkmış görünmektedir. Tekniğe çok meraklı olan II. Abdülhamit’in iktidar yıllarında ‘kapalı bir modernleşme’ görünür. Anayasal ve siyasal haklar askıya alınmış görünmektedir ancak Tanzimat modernleşmesi kendisine yeni bir surette akacak bir yol bulmuştur. Dolayısıyla, II. Abdülhamit Tanzimat’tan gelen modernleşme taleplerini baskılayarak Tanzimat’ı halkın ve Osmanlı entelektüel çevrelerinin nezdinde talep edilir ve arzulanır bir hâle getirmiştir.

Burada şöyle bir not da düşelim: Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu keskin bir kırılma (certain break) değil, yumuşak bir geçiş (soft transition) olarak ortaya çıkmıştır. Birçok radikal devrim niteliğindeki değişimlere rağmen Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarındaki reform ve yenilik fikirlerinin neredeyse tamamının tohumu II. Abdülhamit zamanında atılmıştır. Yeni devletin kuruluşunun siyasal açıdan II. Abdülhamit döneminde aslında gerçekleştiği kanaatindeyiz.

Çünkü II. Abdülhamit döneminde ilk defa tecessüm eden ‘çevre’ (periphery) Tanzimat zihniyetinin temel taşıyıcısıydı. İşte, bu ‘çevre’, Cumhuriyet döneminde kurtuluş mücadelesi içerisinde 1920’de kendisine yer bulmuştur ancak 1924 anayasasını yapan ikinci mecliste birdenbire bu ‘çevre’ kaybolmuştur.Sözünü ettiğimiz bu ‘çevre’ kendisini Türk siyasal hayatında belirli dönemlerde belli etmesine rağmen esas olarak 2000’li yıllardan sonra Ak Parti döneminde kemikleşmiş bir kitle olarak kendisini yeniden var etmiştir. İşte, tam da bu sebeple, II. Abdülhamit dönemi ve Ak Parti iktidar yılları arasında analoji yapmadan siyaseten bir duygudaşlık olduğunu tespit ediyoruz. Bunun da ötesinde, aslında III. Selim’le başlayan ve 1839 Tanzimat Fermanı’yla resmiyet kazanan Batılılaşmaya müteveccih reform hareketlerinin II. Abdülhamit döneminde haddizatında bitmediğini; yeni bir safhaya geçtiğini söylüyoruz. Türkiye topraklarındaki bu ‘çevre’ siyasal açıdan reformların, yeniliklerin, sermayenin ve büyük oranda anayasal ve siyasal hakların taşıyıcısı konumundadır. II. Abdülhamit’in iktidar yıllarında böylesi bir ‘çevre’ olgusunun tecessüm ettiğini ve modern Türkiye Cumhuriyeti’nde de devam ettiğini söyleyebiliriz.Tanzimat treninin ‘arızalı’ olduğunu ironik biçimde ifade etmek istiyoruz. Çünkü Tanzimat politikaları bu ülkede ekseriyetle dün olduğu gibi bugün de hep ‘günü kurtarma’ amacıyla ortaya çıktı. Bizde kurumsallaşma ve kuramsallaşma pek olmadı. Yani, devlet kurumları ve serbest piyasadaki şirketler hiçbir zaman tam mânâsıyla kurumsal bir hafızaya sahip olmadı. Benzer bir şekilde, sosyal bilimler alanındaki entelektüellerimiz ve düşünürlerimiz de kendisine mahsus bir kuramsallaşma çabası içinde olmadı ya da bu topraklarda bir geleneksellik içerisinde kuram geliştirme imkânı bulamadı. Türkiyeli olmak kendisine mahsus bir aidiyettir, diyebiliriz. Böyle söylemek hem doğrudur hem de bir avuntudur. Tanzimat, modernleşme tecrübemizin bize ait olan ve hâlen hâletiruhiyesini muhafaza ettiğimiz ilk nüvedir.

Kategoriler
matbuat

Bozkırkurdu ve Burjuvazi

Sosyal bilimlerde ‘burjuvalık’ olgusunun çağrışımları bana Hermann Hesse’nin romanında Bozkırkurdu’nun burjuvazi-dışı burjuvalığı hatırlatıyor.

Hesse’nin içerisinde hem bir insanı hem de bir kurdu barındıran, âdeta çift kişilikli kahramanı Bozkırkurdu, burjuvalaşmış bir burjuvazi karşıtlığının en iyi örneklerinden.

Tıpkı, Amerikalılaşmaya rağmen Amerikan karşıtlığı gibi Bozkırkurdu da kitlelerin hayat tarzı hâline gelmiş burjuva hayatını küçümsemesine rağmen öte yandan da kendisi bu burjuva hayatının bir parçası olmuştur.

Amerikalılaşmak ya da burjuvalaşmak genelde kitlesel bir modern olgunun neticesidir. Bazan da ilkesel, ahlâki ve etik birtakım değerler bütünüyle modern dünyanın rüzgârına karşı erdemli bir tutum geliştirirsiniz. Ancak yine de burjuva hayatı yaşamaktan başka bir yolunuz yoktur.

Tabiidir bu çünkü içerisinde bulunduğunuz dünya, eski dünya değildir. Teknik dünyanın içerisinde başkaca konuşma biçimleri tükenmiştir. Ötesinde, tekniğin dünyası muhatabı olan herkes için cezbedicidir.

Amerikalılaşmak ya da burjuvalaşmak aslına bakılırsa doğrudan tekniğin dünyasıanlâmına gelmemektedir. Ancak tarihsel olarak baktığımızda; Endüstri Devrimi’yleFransız İhtilali’yle ve yeni kıta Amerika’nın keşfiyle bugünün dünyasının paradigmaları açısından önemli hadiseler gerçekleşmiştir. Hemen öncesinde, Aydınlanmacı fikir bütün bu cereyanların ilhamı olmuştur.

Aydınlanmacı Avrupa karşısında Amerika burjuvazinin kendine açtığı yeni sığınak olmuştur. İşte, Amerikan burjuvazisi Britanya’dan neşet eden teknik imparatorluğunun ta kendisidir. Fakat Aydınlanmacı Fransızlar ve Almanlar dahi kendi içerisinde aristokratik bağlarından sıyrılarak kendi burjuvalarını var etmişlerdir.

Hesse’nin Bozkırkurdu için de burjuva, tekniğin dünyasında modernleşmiş insan, demektir. Burjuvazi karşıtı bir pozisyonel konum içerisindedir ancak hor gördüğü birçok hâl ve davranış kendisinde de bulunmaktadır. Bu durumu, şu şekilde açıklıyor Hesse: “Böylece varlığının bir yarısıyla savaştığı ve yadsıdığı şeyi öbür yarısıyla benimseyip onaylıyordu.”

Burjuvalık tam da orta sınıfa mensup olmaktır. Bu yüzdendir ki toplumun ekserisini ilgilendirir. Orta sınıf için bütün tercihler aşkın olandan yana değil, makul olandan taraftır. Bu yüzden, sosyal bilimlerle alâkalı olanlar için ya da okur yazar takımı için ‘burjuvalık’ bir tür alay ve ironi konusudur.

Fakat tekniğin dünyasında burjuvazi sınırlı bir grubun elinde olmasına rağmen burjuva hayatı yaşayan ‘kitleler’ vardır. Şunu da söylemek gerekir: Orta sınıfın tecessüm edişi ve burjuva hayatların yaygınlaşması maziye kıyasla insan onur ve hassasiyetini kurtarmıştır. Elbette, bu yeni durum ve hâl içerisinde yepyeni mağduriyetler de ortaya çıkmıştır. Ancak tekniğin dünyası ‘makul olanı’ vaat edip ‘makul insanın’ imkânlarını kollamıştır.

Bu vaziyet, belki bilimsel bir gözlükle daha müspettir ancak sıra dışı ve karakteristik olanın gözcüsü entelektüel için bir alay unsurudur. Günün sonunda entelektüel de burjuva hayatından tam mânâsıyla paçayı kurtaramaz. Yeni teknik dünya entelektüeli de kuşatmış ve kendi sultası altına almıştır. Hermann Hesse’nin Bozkırkurdu romanında karşılaştığı ve yaşadığı da tam olarak böylesi bir ikilemin yansımasıdır.

Kategoriler
matbuat

Arızalı Tanzimat Treni

Tanzimat’tan bugüne kalkan bir tren var. O trenin makinisti yahut üreticisi acaba bunca zamanın kilometresini devirecek sağlamlıkta bir icât ileri sürdüğünün ya da yaptığının farkında mıydı? Tanzimat’tan kalkan treni yeni bir devletin kurulması dahi deviremedi.

Tanzimat, içimizde ve zihinlerimizde kanlı canlı yaşıyor. Yahut şöyle söylemek daha münasip olur: Bizatihi Tanzimat devrinde yaşıyoruz. İki yüz seneye yakın bir zaman dilimi geçmiş de olsa hâlen Tanzimat aklıyla düşünüyoruz. Amel ederken bu aklın gerekliliklerine uygun olarak hareket ediyoruz. Henüz dimağlarımızda başkaca düşünmenin yolunu bulmuş değiliz. Yeni bir zihniyet inşası, düşünme sistematiği olmaksızın Tanzimat’ın ayağını kaydırmak olanaksız. Zaten, Tanzimat da bütün kudretini sahip olduğu yeni düşünce geleneğine borçlu değil mi?

Koca Mustafa Reşit Paşa’yla kurulduğunu kabul ettiğimiz Tanzimat’ı Fuad ve Âli Paşaların geliştirdiğine ve nihayet Sultan İkinci Abdülhamid’in bu garplı mefhumun kökünü kazıdığını biliyoruz. Gündelik olaylara bakarak ve belirli dönemleri referans alarak yapılacak bir tarihsel tasnif kendi içinde tutarsız da değildir. Lâkin bu sığ yaklaşımın tutarlılık arz etmesi bize dünü ve bugünü anlamağa yarayacak bir imkân vermekten uzaktır.

Tanzimat’ın ilk kökenlerini Sultan III. Selim ve II. Mahmud’un saltanat döneminde aramak gerekir. On yıllar süren bir tükenmişliğe, tagayyüre ve azan fesada yönelik bunu defetmeğe yönelik ilk nüve nerede ise Tanzimat’ın kökü oradadır. Dolayısıyla, Tanzimat’ı marazı giderme ve kötü gidişata son verme olarak görebiliriz. Bunun görünen en kuvvetli belirtisi de Yeniçeri Ocağı’nın ilgâ edildiği İkinci Mahmud’un dönemine tekâbül etmektedir. Osmanlı’da marazayı gidermeye yönelik böylesi bir çaba içerisine giren saray eliti, saray şairi yahut bir paşa daha evvelde var mıydı, bunu şimdilik bilmiyoruz.

Aslına bakılırsa, Tanzimat’ın başlangıç zamanını tayin etmekten daha mühim olan “Nasıl olur da Tanzimat treni bunca zamana direnerek dönemler, kişiler, iktidarlar, devletler, objeler, teknolojiler, kılık kıyafetler, kitaplar, şairler ve burada hepsini zikretmenin olanaksız olduğu nice pek çok şey değişse dahi sabit kalıp güzergahında seyredebilmiştir?” sorusudur. Esas peşinden gidilmesi lazım gelen soru bu olmalıdır. Tanzimat’ın başlangıcı, Osmanlı Devleti’nin içinde olduğu ‘felaketi’ defetmek derdiyle harekete geçilen ilk nüvededir. Bunu bilmek kâfidir. İlk nüvenin ‘ne zaman’ ve ‘nerede’ olduğunu tayin etmek sürekli bir ‘değilleme’ ihtimâlini barındıran bir tarihçi işidir.

Sultan II. Abdülhamid bir Tanzimat düşmanı mıydı? Yoksa, Tanzimat’ı o günlerden bu yana taşıyan başlıca aktörlerden miydi? İkincisi daha muhtemeldir. Necip Fazıl’ın dediği gibi “Abdülhamid’i anlamak her şeyi anlamak olacaktır.”

Abdülhamid’in iktidar yıllarını anlamaksızın Tanzimat’ın, – günümüz Türkiye’sini de kapsayarak, bu coğrafyanın kodlarına ne denli kuvvetli ve hangi yollarla yerleştiğini anlayamayacağız. Şöyle diyebiliriz: II. Abdülhamid’le beraber temelleri atılan ve o günden bugüne gelişen ‘çevre’ (periphery) de Tanzimat zihniyetinin en büyük taşıyıcısıdır.

Yeni Türkiye Cumhuriyeti devleti keskin bir kırılma vaadiyle Tanzimat zihniyetini bitirmek anlamında yepyeni bir imkândı. Lâkin geride kalan bir kırılma değil, adaptasyon mânâsına gelecek olan zarûri bir geçiş oldu. Böylece, yeni Türkiye, II. Abdülhamid’den ve önünü açtığı (karşılık bulduğu) ‘çevre’ ile birlikte Tanzimat zihniyetinin önemli bir taşıyıcısı oldu. İroniktir ki Tanzimat politikalarını bir süre usulca ettirip oyunu kurullarına göre oynamayı tercih eden Sultan II. Abdülhamid; ‘istibdadıyla’ bu Batıcı ve Osmanlıcı hareketin baş hasmı olmasına rağmen Tanzimat’ı bir zihniyet olarak ileriye taşımış oldu. Bunda zaman içinde Tanzimat değerlerinin II. Abdülhamid ve taraftarı ‘çevre’deki sessiz yığınların çıkarlarıyla varoluşsal bir benzerlik göstermesinin yadsınamayacak bir payı vardır.

Bir diğer paradoks ise yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti ve elitleri için Tanzimat’ın, II. Abdülhamid ve ‘çevre’sinin aksine ontolojik olarak ters düşse dahi yeni Türkiye’nin Tanzimat zihniyetinin taşıyıcısı olmuş olmasıdır. Bunun sebebini de yeni devletin tabandan değil, tepeden inmeci jakoben bir devrim olmasında aramak gerekir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu bir taraftan jakoben bir devrim olsa da milli mücadelenin ana unsuru olan halk ‘çevre’den gelmişti ve tam da bu sebeple Tanzimat zihniyeti yok olmayarak kendini devam ettirebildi.

Dolayısıyla, II. Abdülhamid saltanatıyla muhatap bulan ve sesi daha fazla duyulur olmaya başlayan ‘çevre’, Türkiye Cumhuriyeti’yle beraber uzun yıllar sönümlenerek sessiz yığın hâline gelmiş ve modern Türkiye’nin siyasal tarihi içinde zikredebileceğimiz birçok hadiseyle beraber kabuğundan sıyrılarak kaldığı yerden Tanzimat’ı ve zihniyetini var etmiştir.

Modernlikler ve Tanzimat arasındaki bağıntı iyi kurulmalıdır. Bu irtibatın arkasından karşımıza Tanzimat zihniyeti ve bu zihniyetin esasları çıkacaktır. İçinde bulunduğumuz coğrafyada ‘modern’ sözcüğü telaffuz edildiğinde aslında Tanzimat’ın kastedildiğini bilmeliyiz. Bu ülkede, ‘modern’den anladığımız dünyanın geri kalanından ve Avrupa’dan başkadır. Modernliğin bize mahsus ifadesi olarak ‘Tanzimat’ sözcüğünü kullanmak pek de yanlış olmayacaktır.

2000’li yıllarda entelektüel alışkanlıklarımız çokça Tanzimat’ı hatırlatıyor. Bu yönüyle, 2000 sonrası Türkiye siyasal ve kültürel realitesi yeni bir Tanzimat’ı hatırlatıyor. Türkiye aydını ve intelijansı tarihsel kökleriyle ve tabii olarak Tanzimat hafızasıyla davranış gösteriyor. Tanzimat aydınlanması tamamıyla yanlış değil ancak bir milletin en çok yozlaştığı dönemlere tekabül ediyor.

İlâveten şunu da söylemek mümkün: Tanzimat, bu ülkede ilk defa Türkiye milletinin tebarüz ettiği, bir kimlik olarak tecessüm ettiği ve nihayetinde de Millî Mücadele yıllarındaki fedakârlığı ve mücadelesiyle inkişaf ederek kendini yeniden var ettiği paradigmanın ve mefhumun adıdır. Düşünüş biçimlerimiz ve davranışlarımızla Tanzimat devrinden kurtularak arızalı Tanzimat treninden inmeliyiz. Bugüne mahsus, yeni ve ikinci milenyum çağına ait bir entelektüel vizyon geliştirmeliyiz.

Kategoriler
matbuat

Yeniye Olan Merak

1789 yılında Fransa’da Burjuva Devrimi cereyân ettiği sıralarda Sultan III. Selim henüz yeni tahta çıkmıştı. Daha şehzadelik yıllarından tasarladığı Yeni Düzen (Nizâm-ı Cedid) fikri bizdeki ilk ‘yeni’dir. Lale Devri’ni tam mânâsıyla bir yenilik olarak sayamayız. O günden bugüne bu topraklarda ‘yeni olanı’ arayışımız hiç bitmedi ve hâlâ da devam ediyor.

Peki, neden mütemadiyen kendimize bir ‘yeni’ bulma ihtiyacı içine girdik? Bunu ancak bugünden geriye doğru bakarak anlayabiliriz. Yaklaşık son iki yüz yıl evvelde ne yaşandığına bakmalıyız.

Her şeyden önce, Endüstri Devrimi’yle beraber yeni bir ‘teknik dünya’ oluştu. İçten yanmalı motorun icâdı, buharlı makineler ve gres yağıyla metal elementi daha önce olmayan bir şekilde kullanılmaya başladı. Makine ilk defa ortaya çıkmasa dahi demir çelikten yapılmış makineler tarihte ilk kez görüldü. El işi tezgahların yerine seri üretime imkân veren fabrikalar kurulmaya başladı. Bütün bu teknik dünya yepyeniydi. Biz de zamanın bir icabı olarak bu yeni teknik dünyayı Avrupa’ya bakarak ikame etmenin peşine düştük.

Burada, Avrupa iyiydi biz kötüydük demeyeceğim. 1800’lerde yeni bir teknik dünya kuruluyordu ve Batı dünyası karşısında Osmanlıların pek de mahsulü olmayan bir bilinmezlik söz konusuydu. Entelektüel cihetten Aydınlanma ve Rönesans yaşamış Avrupa’ya mukabil Türkiye topraklarında zihinsel bir inkişâf yaşanıp yaşanmadığını ben bilmiyorum. Yine, fennî sahada, İngilizler modern makineyi icât edip sömürgeciliğe başladığında, Osmanlı İmparatorluğu’nun kendisine mahsus bir teknik sermayesi yoktu. 

Dolayısıyla, bizdeki ‘yeni’, – icât olmaktan ziyade, treni kaçırmamak için Batı’ya öykünmedir. 1800’lerden beri bu yeni modern teknik dünya bizim için efsunludur. Avrupa’ya giden devlet adamlarının, gazeteci ve muharrirlerin tavırlarından bu anlaşılabilir. Cumhuriyet döneminde bile 2000’li yıllara dek Avrupa’da bizde olmayan, soğuk, rasyonel başka bir dünya vardı.

Yeni teknik dünya mühendislikten ibaret değildi; her mühendisliğin bir fikir ve mantalite içermesi gibi bir ideolojiydi. Hatta, bu yeni teknik ideolojinin bütün efkârın üstünde bir süper ideoloji olduğunu söyleyebiliriz. Son iki yüz yılda lokomotifler ve gemilerle bir ticaret imkânı doğmasıyla eş zamanlı olarak Avrupa ülkelerinde anayasacılık, gazeteler, aydınlanma fikirleri ve entelektüel intelijans görünür oldu. Elbet, bu yeni ‘kamuoyu’nun tek nedeni teknik değildi.

Yeniye olan tecessüsümüzün ticari ve teknik yönünün ötesinde siyasi bir boyutu da olduğunu söylemeliyiz. Endüstri Devrimi’yle beraber Avrupa feodalizmi terk etti. Yani, kendini Orta Çağ Avrupası olmaktan kurtararak yeni bir safhaya geçti. Aslında, daha evvelde İstanbul’un fethinde ateşli silahların kullanılmasıyla feodalizm son bulmuş ve mutlak monarşiler güç kazanmıştı. Ancak Endüstri Devrimiyle beraber feodal düzenden daha farklı olarak yeni bir uluslaşma akımı ve milliyetperverlik ortaya çıktı. Feodalizmin ilgâsının ya da bu yeni milliyetçilik trendinin Osmanlı ve Avusturya-Macaristan İmparatorlukları için bir ‘felaket’ olduğunu söyleyebiliriz. 1850’lerden itibaren Balkanlar’da ve Ortadoğu’da feodal beyler sayesinde milletler (ya da mikro etnisiteler) kendi ulusunu kurmanın sevdasına düştü ve bağımsızlık kazandı.

Çünkü yeni teknik dünyanın dokusu imparatorluklarla değil, ulus devlet milliyetçiliğiyle uyumluydu. Sanıldığının aksine, teknik, beynelmilel siyaset üzerinde özgürleştirici bir fonksiyon sağlamadı. Daha doğru ifadeyle, teknik dünya merkezîleştirici ve statükocu bir hürriyet ortamı var etti.

Yeni dünya, – Osmanlı İmparatorluğu için de geçerli olmak üzere Birinci Cihan Harbi’nin yaşandığı yirminci yüzyılda değil; 1800’lerde kuruldu. Telgraf, saatler, demiryolları, içten yanmalı motor, buharlı gemiler, savaş endüstrisi gibi teknik icâtlar hep bu zamandadır ve Sultan İkinci Abdülhamid’in bildiği meselelerdir. İlkokul, lise ve üniversiteyi kapsayan modern eğitim, sağlık ve askeriye sahalarında tatbik edilen modern reformlar 1850’li yıllardan sonra yaşanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti döneminde, – reddimiras uygulamalarını saymazsak, uzun yıllar boyunca bu mânâda bir ‘yeni’ mefhumundan söz edemeyiz.

Yirminci yüzyılın ilk yarısında şartlar değişmiş ve Osmanlı topraklarının işgâli gibi yeni bir defacto durum ortaya çıkmıştır. İstanbul’un ve yaşamakta olduğumuz şehir olan Samsun’un sokaklarında İngiliz askerler boy göstermiştir. İşte, bu ‘yokluk dönemi’nde, ‘yeni olan’ uzun yıllardır Osmanlıların gündeminde olmasına gerek bile olmayan bir bilinçtir. Osmanlı zamanındaki ‘yeni’den farklı olarak İstiklal Harbi’nin yaşandığı ve Cumhuriyet’in kurulduğu yıllarda ‘yeni olan’ bağımsızlık şuurudur.

Osmanlı İmparatorluğu da elbette müstemleke olmaya razı değildi. Bağımsızlık bilinci 1850’lerden sonra Osmanlı devlet adamları ve münevverleri arasında vardı ancak bunlar daha çok Batı medeniyeti karşısında terakki edememek ve Avrupa karşısında geride kalmak olarak tezahür ediyordu. Ayrıca, Osmanlı İmparatorluğu’nun yirminci yüzyılın başında artık milletleri Osmanlılık şemsiyesi altında tutması da mümkün değildi.Dolayısıyla, yirminci yüzyılda İstiklal Harbi olarak ortaya çıkan Mîsâk-ı Millî sınırlarında hakimiyet kurma iradesi ve bağımsızlık şuuru ‘yeni’dir. Buna mukabil, hâlen kendini dönüştürerek varlık kazanan ve mütemadiyen kendini yenileyen ‘teknik dünya’ 1800’lü yıllardan bugüne bir mirastır.

Kategoriler
matbuat

Müslüman’ın Değişen Saati

Saat ve vakit, son iki yüz yıllık siyasi ve sosyal meselelerimiz açısından oldukça sıra dışı kavramlardır. Zaman muhayyilemizin ve bize zamanı gösteren saatlerin, – Endüstri Devrimi’nden ve 1789 Burjuva Devrimi’nden sonra gayriinsani biçimde değiştiğini söylemeliyiz. Ama tıpkı Avrupalılar gibi, 1800’lü yılların Osmanlı’sında da bizler ‘zamanı tam manasıyla ölçen’ saatleri pek sevdiğimiz aşikârdır. 1800’lerden önce de mekanik saatler vardı, – 1500’lerde ilk saat bize İngilizlerden gelmişti, ancak saatler ‘kesinlik’ ve ‘doğruluk’ kazanmamıştı. 

Eskinin aksine, yeni ve modern saat ‘dakik’ idi ve zamanı tam manasıyla ‘kesin’ bir şekilde ölçebiliyordu.Osmanlı’da saatlerin yaygın olarak kullanılmasından önce Osmanlı insanı zamanı ‘takribi’ olarak algılıyor, işlerini ‘ezan’a göre tertip ediyordu. Tanzimat’la beraber modern bürokrasinin Bâbıâlî devlet dairelerinde gelişmesiyle ‘mesai’ kavramı ortaya çıktı. Yine, Reşid Paşa ve Abdülmecid devrinde İstanbul’a Şehir Hatları Vapuru’nun gelmesiyle ‘vapur saatleri’ gibi bir durum ortaya çıkmış, iskeleden kalkacak olan vapurlara ‘tam saatinde yetişmek’ gerekmiş ve saatlerin önemi artmıştır. Bu konuda, Avner Wishnitzer’ın Reading Clocks, Alla Turca (Alaturka Saatleri Ayarlama – Geç Osmanlı’da Zaman ve Toplum) kitabı dikkate değerdir. Wishnitzer’ın İsrailli bir akademisyen olduğunu belirteyim. Filistin’in soykırıma maruz kaldığı ve vahşetin şiddetlenerek arttığı bugünlerde bütün İsraillilerin barbar ve siyonist bir ideolojinin parçası olmadığını temenni ettiğimizi ifade edelim.

Bütün bunları ne demeğe anlatıyorum? Türkiye topraklarında son iki yüzyıldır daha önceden olmayan başka bir boyuta intikâl ettiğimizi söylemeğe çalışıyorum. Modern hayatla beraber ‘zaman algısı’ insan haysiyetine ve onuruna yakışır olmaktan çıktı. Tam da burada, Ahmet Haşim’in “Müslüman Saati” yazısını hatırlatmakta yarar var. Burada yazıdan uzun alıntı yapmayacağım, ilgililer Haşim’in kısa metnini okuyabilirler. Ama birkaç not aktarmakta yarar var:

Eskiden kendimize göre yaşayışımız, düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre, dinden, ırktan ve ananeden hayat alan bir zevkimiz vardı. Bunun da ötesinde, yirmi dört saatlik zaman algısı tamamen moderndi ve eski saatlerde tanınmazdı. Yeni saat ve takvimin aksine hicri zamanda yaşantının durağan olmayan ve sürekli değişen vakitlerle mündemiç olması insan tabiatına daha uygundu. Sabah fecir ile başlıyordu ama artık hemen hemen herkes, bu yeni saatler dünyasında “yeni ve acayip bir uykunun ateşlerinden, eller kilitli, ağız çarpılmış, bacaklar bozuk çarşaflara dolanmış, kıvranırken” uyuyordu. Ahmet Haşim, “Müslüman Saati” yazısında şöyle diyor: “Artık fecri yalnız kümeslerimizdeki dargın ve mağrur horozlara bıraktık.” Böylece, Müslüman’ın saati de değişti. Tanzimat’la başlayan yeni ve modern dünyanın ‘sözde’ parçası olduk.

Saatleri tam olarak saniyesi saniyesine ayarlamak… Yani, dakiklik. Aslında Tanzimat devrinde yeni teknik ve modern dünyada saatler ile zaman tahayyülünün yeni bir boyut kazanması o dönemle sınırlı kalmadı. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras alınanların arasında saat ve zaman algımız da vardı.

Cumhuriyet döneminde uzun yıllar boyunca evimizin ortasındaki sarkaçlı saati ve kol saatlerimizi saniyesi saniyesine doğru olacak şekilde ayarladık. Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi romanında 70’li yıllarda Füsun da evlerindeki sarkaçlı saati televizyondaki TRT saatine göre ayarlıyordu.

Mekanik saatler varken saatleri mütemadiyen ayarlama ihtiyacı da söz konusuydu. 80’li yıllarda Quartz pilli saatlerin yaygınlaşmasıyla mertlik bozuldu. Saati tamı tamına ayarlamak yalnızca otomatik yahut kurmalı saat kullananlara kaldı. Bu fark dahi zamanı algılayışımızın ne denli farklılık gösterebileceğine ve yıllar geçtikçe dönüşebileceğine güzel bir örnektir.Saatlerden söz açılmışken risale hacmindeki artık sahaflara düşmüş bir kitabın notunu buraya düşelim: Saatin Hikâyesi, Hasan Ali Ediz (Doğan Kardeş).