Kategoriler
matbuat

Sosyal Bilimlerin Atisini Kurmak

Öteden beri anlatmaya çalıştığım meselelerden birisi de teknik dünyanın inkişafıyla birlikte modern dünyada eskiye dair olan her şeyin büyüsünün bozulduğudur. Hatta, yüksek lisans tezimde de bir başlık açıp bunun ismini “büyü bozumu” koymuştum.

Gulbenkian Komisyonu’nun sosyal bilimler raporu da “Sosyal bilimlerin geleceğini nasıl kurmalıyız?” sorusu üzerinde düşünme imkânları sağlıyor. Max Weber, modern düşünceyi tanımlarken “dünyanın büyüsünün yok edilmesi” tarifini yapıyor. Walter Benjamin’in de gelenek ve modern arasında bir mukayese yaparken modern teknik dünyanın ‘geleneğin aurasını’ ortadan kaldırdığı tespiti de benzer bir yaklaşımı barındırıyor.

Burada benim için yeni olan, La nouvelle alliance (Yeni İttifak), yani, “dünyanın büyüsünü geri verme” önerisidir. Bu, insanlarla doğa arasındaki yapay sınırların kırılması, ikisinin de zaman okunun çerçevelediği aynı evrenin parçası olduklarını görmeleri için yapılan bir çağrıdır. Bu düşünce, daha önce hiç gerçekleşmemiş bir şekilde ‘insanı özgürleştirme’ amacını taşımaktaydı.

Burada ilginç olan şudur: Modern teknik dünya önce geleneksel dünyanın büyüsünü bozmuştur ve ‘dünyanın büyüsünü geri verme’ çabası gelenekteki büyüden çok daha farklı yeni modern düzendeki bir uzlaşıdır. Ancak dünyaya büyüsünü geri vermeyi akla yatkın bir uygulama ilkesine dönüştürmek kolay olmayacaktır.

Sosyal bilimlerin geleceğine yönelik bahsedilebilecek konulardan birisi de ütopyalardır. Gelecek bir ideal düzen, doğa bilimlerinin aksine, sosyal bilimler için her zaman ilgi çekici olmuştur. Yirminci yüzyılda, sosyal bilimler için artık bir gelecek tahayyülünden söz etmek mümkün değildir. Ancak gelecek hayâlleri insanların mevcut zamandaki bugünkü davranışlarını etkilemektedir.

Artık entelektüelin rolü değişmiştir. Tarafsız bilim adamı/üniversite hocası tartışılır bir hâle gelmiştir. Bütün bunlara üniversite kayıtsız kalamaz. Ütopya kavramları olası terakki fikirleriyle bağlantılıdır ve insan yaratıcılığıyla şekillenir.

Sosyal bilimlerin atisine yönelik olarak kritik önemdeki hususlardan birisi de herkesin üzerinde uzlaşacağı ve benimseyeceği bir düşünce sisteminin varlığıdır. Elbette bu ‘akılcı’ olmalıdır. Birçoğumuzun sevdiği karmaşıklık, geçicilik ve istikrarsızlık da akılcılığın sınırları dâhilindedir. Yani, sosyal bilimler çerçevesinde benimseyebileceğimiz akılcı yaklaşım irrasyoneliteyi de kucaklamakta ve kendi içerisinde yeniden üretebilmektedir. Mümkün olan gelecekler arasında bir seçim yapmak tamamıyla siyasaldır.

Sosyal bilimler her zaman fazlasıyla devlet-merkezci oldu. Sosyal bilimler teorik bir basitleştirmeyle ya da indirgemeci bir yaklaşımla devlet-merkezci bir bağlama oturmuştur. 1945 sonrası dönemin önemli kavramlarından biri olan ‘kalkınma’ ile kastedilen her şeyden önce devletlerin kalkınmasıydı. Ancak burada şunu da söylemek gerekir: Devletlerin kalkınmasıyla, daha arkadan gelen toplumların modernleşmesi eş güdümlü olarak gerçekleşmiştir.

Sosyal bilimlerin geleceği için kritik kavramlardan biri de ‘nesnellik’tir. Aslına bakılırsa, tarafsız bir bilim adamı olamaz. Çünkü sosyal bilimci de belirli bir sosyal ortama aittir ve dolayısıyla bazı ön kabullere ve ön yargılara sahiptir. Geçmişte, sosyal bilimcilerin çalışmalarında sistematik hataların bulunduğu ve birçoğunun nesnellik maskesini kendi öznel görüşlerini gizlemek için kullandığını kabul etmek gerekir. Sosyal bilimlerin atisini kurarken evrensel bir yaklaşımın ve nesnelliğin öneminin büyük olduğunu söylemeliyiz.

Nihayetinde, sosyal bilimleri yeniden nasıl yapılandıracağız? Üzerine eğilinmesi gereken en önemli soru budur. Sosyal bilimler geleceğimizi daha adil, daha ahlâklı, daha dürüst, daha cihanşümul hâle nasıl getirecek?

Yeni bir sosyal bilim için iş bölümünün tembelleştirici ve basitleştirici yönünün ötesine geçilmelidir. Disiplinlerin işlevi zihinleri disiplin altına alma ve bilimsel enerjiyi kanalize etme işlevi görüyor. Bu, tamamıyla kötü bir durum olmasa da daha niteliksiz bir ürün popülasyonuna sebep oluyor. Halbuki, ideal olan örgütlenme bakımından çok-disiplinliliğin faaliyetleri birleştirmesi ve nitelikli hâle getirmesidir.

Sosyal bilimci ve üniversite idârecisi karşı karşıyadır: “Sosyal bilimciler, entelektüel ikilemlerin yarattığı baskı sonucu eğitim ve araştırma yapılarının sayısını ve çeşidini artırmaya çalışırlarken, idareciler tasarruf ve dolayısıyla konsolidasyon çareleri arıyorlar.” Eğer mesleği icra eden sosyal bilimciler, sosyal bilimlerin geleceğinin daha nitelikli olması ve hayattaki dertlerimize çözüm üreten bir hâle gelmesine bir çare bulmazsa; üniversitelerde ve benzeri bilgi kurumlarındaki idâreciler bu rolü üstlenecektir.

Olması gereken, mevcut disiplin sınırlarına bakmaksızın entelektüel faaliyeti artırmaktır. Gerçek sosyal bilimci ait olduğu disiplinin ötesine geçerek entelektüel bir faaliyette bulunan ve akademik bir çalışma gerçekleştirendir. Hiçbir disiplin kendisine ait mütehassıslık sahibinin tekelinde değildir. Sosyal bilimlerde ‘bilgelik tekelleri’ kurmak ya da diploma sahiplerine özel alanlar açmak pek akıl kârı değildir.

Dünyanın çeşitli yerlerinde yüzlerce üniversite, kendi coğrafyalarının avantajlarını ve dezavantajlarını sırtlanmış bir vaziyette, sosyal bilimlerin tarihsel geçmişinde olduğu gibi geleceği için de entelektüel bir miras bırakabilecek hâlen en önemli bilgi üretim kurumlarıdır.

Kategoriler
matbuat

Amerikan Hegemonyası

1945 yılı sosyal bilimlerin gidişatı açısından birçok cihetten önemli bir kırılmaydı. İkinci Dünya Harbi yaşanmaktaydı ve dünyada sosyal bilimlerin araştırma sahasının çok ötesinde siyasal egemenlik intelijansiyanın ve akademinin ilgi alanlarında belirleyici bir durumdaydı.

Üniversiteler özelinde 1945 yılından sonra gerçekleşen en önemli akademik yenilik, entelektüel çalışmayı gruplamak amacıyla kullanılan yeni bir kurumsal kategori olarak bölge araştırmalarının başlamasıdır. Bölge araştırmaların kaynağı olan ‘bölge’yi şu şekilde tanımlamak mümkün: “Bölge, kendi içinde kültür, tarih ve çoğu zaman dil yönünden belirli bir bütünlük arz ettiği düşünülen geniş bir coğrafi alandır.” Üniversitelerdeki çalışmalarda bölge araştırmaları yaklaşımı dünyanın her kıtasına yayılmıştır.

Bölge araştırmaları yapısı gereği ‘çok disiplinli’ bir araştırma yaklaşımını benimsemiştir. Ancak en önemlisi bölge araştırmalarının yaygınlaşmasında siyasal bir motivasyonun olmasıdır. ABD, dünya çapındaki kazandığı yeni siyasal rol bağlamında farklı bölgeler hakkında malumata ihtiyaç duyuyordu. ABD’nin İkinci Dünya Harbi sonrasında gelişen politik gelişmelerle siyasal bakımdan etkin olmaya başlamasından itibaren farklı bölgelerin gerçekleri ve gerçeklikleri hakkında edindiği bu malumat ABD için kritikti. Farklı lokal bölgeler için uzmana ihtiyacı vardı ve üniversiteler kümülatif bilgi değil, lokalize olmuş yerel bilgiler üretmeliydi. Aynı zamanda, bu yerelleşme ve lokalizasyonun kapitalist ekonominin de yaygınlaşma yaklaşımlarından biri olduğunu söyleyebiliriz. Kapitalizm fikri, kendisi evrensel olsa da her fırsatta kendini bölgelere göre yerelleştirerek/lokalize ederek kendine varlık alanı bulmuştur.

1945 sonrası dönemde, özellikle de 1960’lı yıllara gelindiğinde tarih ve sosyal bilimler arasında yakın bir iş birliği ve hatta kaynaşma olması dikkate değerdir. Gerçekten de sosyal bilim çalışmaları arasında modern dönemde tarih disiplini üzerine yapılmış çalışmalar öne çıkmıştır. Burada şunu da belirtelim: Tarihçiler, bu modern dönemde, daha çok geçmişin siyasetini incelemeyi tercih etmişlerdir. Ekonomik ve sosyal tarih arka planda kalmıştır. Halbuki, ekonomik ve sosyal tarih incelenmek için daha fazla ilgiyi hak ediyordu. Rahmetli Halil İnalcık’ın tarih çalışmalarında geçmişin siyasetini incelemekten ziyade ekonomik ve sosyal tarih yaptığının da şerhini buraya düşelim.

Bu kitapta, sosyal bilimler çalışmaları üzerindeki değerlendirmelere yönelik olarak modernleşme teorilerinin/anlatılarının dikkatimi çektiğini belirteyim. 1945 sonrasında modernleşme literatürü, sosyal bilimlerin geçmiş tartışmalarının ötesine geçerek kendisine yeni bir yer edinmiştir. Teori, bütün ulusların/halkların/bölgelerin aynı modernleşme yolundan geçtiğini ancak tarihin belirli bir anında ulusların/halkların/bölgelerin kendilerini bu yolun farklı aşamalarında bulduklarını söylüyordu. Yani, modernleşme tecrübesi yaşayan dünya milletleri/enstiteleri hem aynıydılar hem de birbirinden farklılaşmıştılar. Gerçekten de modernleşme tecrübeleri dünya uluslarında tektipleştirici bir hissiyatbırakmıştır. Şüphesiz, bu yaklaşımın Batı ve Avrupa eksenli bir medeniyet tarihi okuma ve anlamlandırma olduğu açıktır. Alternatif tarih yaklaşımı olarak modernleşme tecrübelerinin daha çok-sesli algılanabileceği bir yatay eksenli tarih anlayışı da Batı ve Avrupa eksenli okumaya karşı gelişmiştir.

İkinci Dünya harbi sonrasında Amerika hegemonyasının bir neticesi de elbette ekonomiktir. Savaşı izleyen yıllarda Keynesyen düşüncenin egemenliği altında ‘makro-iktisada’ yönelik ilgi artmış ve siyaset bilimiyle iktisadı birbirinden ayıran çizgi belirsizleşmiştir. Siyasal ve iktisadi açıdan beynelmilel politikalar henüz neoliberalleşmemiştir ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında Soğuk Savaş yaşanacak olmasına rağmen Amerikan hegemonyası zihniyet olarak başlamıştır.

Modern dönemde sosyal bilimler çalışmaları arasında en dikkat çekici unsurlardan birisi geçmişe kıyasla sosyal bilimcilerin entelektüel çalışmalarının çok-disiplinli olmaya başlamasıdır. Çok-disiplinliği, sosyal bilim çalışmalarının karşılaştığı problemlere ve disiplinlerin formasyonlarına entelektüel bir itiraz olarak görmek gerekir. Yani, sosyal bilimci, çalışması daha esnek şartlarda gerçekleştirebilmek için çok-disiplinliğe başvurmuştur. Klasik üniversite anlayışının ve eski Avrupa dogmatik üniversite yapısının çok ötesinde artık modern bir üniversite vardır ve sosyal bilim çalışmalarını bambaşka bir esneklik ve çok seslilik ile yazmak istemektedir. Modern dönem, her ne kadar devletlerin siyasal ve iktisadi menfaatlerine göre şekillenmiş olsa da üniversitelerde yeni bir sosyal bilimlerin imkânını da beraberinde getirmiştir.

Sosyal bilimlerin yeni dünyasında yeni olan bir husus da şuydu: Edebiyat araştırmacıları ‘teori’ kavramından söz etmeye başladılar. Halbuki, eskiden edebiyat ‘teori’ kabul etmez kendisine özgü bambaşka bir mütehassıslık alanıydı. Her ne kadar ‘demokratik’ olursa olsunlar, – modern yapmacık kurgulardan önce, edebiyat başlı başına bir ‘anlatı’ sanatıydı.

Şu tespitle yazıyı nihayete erdirelim: 0n dokuzuncu yüzyılda, yani 1800’lü yıllarda sosyal bilimler açısından gösterilen çabalar Avrupa-merkezciydi ve bu hiç de şaşırtıcı değildi. Gulbenkian Komisyonu’nun raporunda belirtildiği üzere, o dönemin Avrupası kendini kültürel açıdan üstün görüyordu ve birçok açıdan öte dünyaya kıyasla gerçekten üstündü de. Avrupa hem siyasal hem de iktisadi açıdan dünyayı fethetmişti. Teknolojik başarılar bu fethin önemli bir unsuruydu ve ileri teknolojiyi daha ileri bir bilime, daha üstün bir dünya görüşüne bağlamak mantıklı görünüyordu.

İşte, tam da burada kısa bir şerh düşmeli: 1945 yılından sonra ya da İkinci Dünya Harbi’nden sonra Avrupa-merkezci düşünce ve yaklaşımlar hâlen devam etmesine karşın siyasal, iktisadi ve kültürel iktidar Amerikan hegemonyasına geçmiştir.Artık, sahnede yalnızca 1990’lara, Berlin Duvarı’nın yıkılmasına kadar sürece SSCB ve ABD çatışması kalmıştır. Yani, tam teşekküllü bir Amerikan hegemonyasının bir önceki safhasına geçilmiştir. Avrupa üniversiteleri sosyal bilimler açısından ne denli tarihsel köklere sahip olsalar da zaman içerisinde Amerikan üniversitelerinin gerisinde kalacağı bir süreç başlamıştır artık.

Kategoriler
matbuat

Sosyal Bilimleri Açın

Liseye ilk başladığım yıllarda elime geçen bir kitap Gulbenkian Komisyonutarafından “Sosyal Bilimlerin Yeniden Yapılanması Üzerine Rapor” başlığında çeşitli çalışmaların çıktısı olan bildirilerden oluşuyor. Söz konusu olan bütün yönleriyle sosyal bilimler. Merkezi Lizbon’da bulunan Calaouste Gulbenkian Vakfıbünyesinde hazırlanan bu sosyal bilimler raporunun amacı sosyal bilimleri tarihsel olarak ele alarak sosyal bilimlerin içinde bulunduğu sıkışmışlıktan kurtararak geleceğini kurmanın yollarını arıyor.

İçlerinde Immanuel Wallerstein’ın da olduğu altısı sosyal bilimci, ikisi doğa bilimci ve ikisi de insan bilimleri alanındaki bir akademik grup 1990’lı yıllarda Calouste Gulbenkian Vakfı bünyesinde bir araya gelerek Sosyal Bilimleri Açın isminde kitap olarak basılacak entelektüel tartışmalarda bulunuyorlar. Bu sosyal bilimler tartışmaları gerçekleştiği dönem itibariyle Soğuk Savaş’ın hemen bitiminde cereyan ediyor. Yani, Sovyetik hegemonyanın kaybetmiş göründüğü, neoliberal dönemin artık kesin olarak başladığı ve beynelmilel siyaset dengeleri açısından Amerikan hegemonyasının kesin olarak başladığının kabul edildiği bir dönemde… 1990’lı yıllar dolayısıyla modern çağın neoliberal bir hüviyet kazanarak tam manasıyla modern olduğu zamanlardır. Tekniğin modern dünyası yerini teknolojinin modern dünyasına bırakmıştır.

Her şeyden önce, sosyal bilimlerin modern dünyaya ait bir girişim olduğunu ifade etmek gerekir. Ancak sosyal bilimler bu modernliğinin aksi istikamette varlığını çoğunlukla tarihin bir aşamasında yazıya geçirilmiş olan ‘sözlü bilgeliğe’ borçludur. Ne var ki sosyal bilim kendisinde ‘bilim olma’ vasfı bulunduğundan vahiy yoluyla inmiş ve akılla çıkarsanmış doğruların ötesinde de doğrular aramanın peşine düşmüştür.

Kitapta, üniversite kavramının gelişimi ve takriben son 400 yılda tarihsel olarak dönüşümü üzerinde de mütalaalar bulmak mümkün. ‘Bilim’ mefhumunun öncelikli olarak ‘doğa bilimlerinden’ hareketle müteşekkil olduğunu belirtelim. Yine, üniversite de Hıristiyan Avrupa’da öncesinde dinle ilişkili değerlendirilirken; 1800’lerden itibaren teoloji fakültelerinin önemini yitirdiği ve felsefe fakültelerinin içinde din araştırmalarına dönüştüğü bir vakıadır.

On dokuzuncu yüzyılın entelektüel tarihinde önemli kilometre taşlarından birisi de bilginin disiplinlere ayrılması ve meslekleşmesidir. Biraz da ‘bilim’ kavramı bu kategorizasyonu beraberinde getirmiştir. Ve sosyal bilimler de bu bilimsellikten nasibini almıştır.

Burada, Fransız Devrimi için bir parantez açmak gerekir. İlk defa, kültürel altüst oluş oluşarak siyasal ve sosyal bir ivme ve meşruiyet kazanılmıştır. Dolayısıyla, Fransa ve Büyük Britanya’nın (yani, bizim birçok yazımızda teknik dünya olarak söz ettiğimiz paradigmanın menşeinin) sosyal bilimlerin bugünkü hâlini almasındaki rolü büyüktür. 1800’lerden sonra modern sosyal bilimlerin temellerini atmaya girişenler taklit edilecek model olarak kendilerine Newton fiziğini seçmişlerdir.

Çalıştay kitabından öğrendiğimize göre, sosyoloji disiplini iktisattan devşirmedir. Yine, siyaset biliminin ortaya çıkışı sosyolojiden sonradır. Bu gecikmenin nedeni hukuk fakültelerinin bu alanda kurduğu tekelden geç vazgeçmesinde aranmalıdır. Yine, sosyal bilimlerin tarihsel kuruluşunun Avrupa dogmatizminden kapitalist ekonomi ve üniversite kurumlarına doğru bir geçiş olduğunu saptayabiliyoruz.

Entelektüel mânâ açısından oldukça dolu dolu olan bu kısa kitap üzerinde önümüzdeki yazılarda da konuşmaya devam etmek istiyorum. Bu yüzden, şimdilik, sosyal bilimler üzerine entelektüel mülahazayı yalnızca birinci bölümle sınırlandıralım.

Kategoriler
matbuat

Hölderlin, Yarın İçin Bize Ne Diyor?

Alman romantik Friedrich Hölderlin en beğendiğim şairlerden olmuştur. Şiirleri kadar felsefe mahiyetindeki yazıları da dikkat çekicidir. Alman bir romantik olarak Hölderlin’in Schiller ve Goethe’nin de çağdaşları olduğunu ve etkilendiğini söylemek mümkün.

Hölderlin, Şiir ve Tragedya Kuramı’nda şiirin felsefe, tarih ve mitoloji karşısında kuvvetinin yarınlar için ne mânâya geldiğini izah ediyor. Şiirin, öteki disiplinlere kıyasla ‘umut verici’ vasfı her zaman bâki. Bakalım, Hölderlin yarınlar için bize ne söylüyor?

Bir. Güzellik İdesi.

Şundan artık eminim ki aklın kendisinde bütün ideleri kapsadığı en yüksek eylemi, estetik bir eylemdir ve doğruluk ile iyilik birer kardeş olarak yalnızca güzellikte birleşir.

İki. Filozof, şair kadar estetik güce sahip olmalıdır. Bizim ezberci filozoflarımızın estetik bir kavrayışı yoktur. Tin felsefesi estetik bir felsefedir. * Estetik duyarlılık olmadan akıl fikir sahibi olunmaz ve tarih üstüne bile akıllıca fikir yürütülemez.

Üç. Bu bakımdan, şiirsellik daha yüksek bir itibara sahiptir. Başlangıçta ne idiyse, sonunda da o olacaktır: ‘İnsanlığın öğretmeni’. Çünkü artık felsefenin ve tarihin olmadığı yerde, diğer bilimlerin ve sanatların yanında ayakta kalan o olacaktır.

Dört. Şu sıralar sık sık duyduğumuz gibi kitlelerin ‘duyusal bir dini’ olmalıdır. Yalnızca kitlelerin değil, filozofların da gereksinimi budur. * Aklın ve kalbin tek tanrıcılığı, imgelem gücünün ve sanatın çoktanrıcılığı, gereksinimimiz işte budur!

Beş. Yeni bir mitolojiye gereksinimimiz var ama bu mitoloji idelerin hizmetinde olmalıdır, ‘aklın’ mitolojisi olmalıdır.

Altı. İdeleri estetik, yani mitolojik hâle getirmezsek, onlar halkın ilgi odağı olmaz. Ve bunun tersi olarak mitoloji akılsal hâle gelmezse, filozof bundan utanmalıdır. Bu nedenle, aydın ile aydın olmayan el sıkışmalıdır. Mitoloji, felsefi olmalıdır ki insanlar akıl sahibi olsun ve felsefe mitolojiye dönsün ki filozof duyarlık sahibi olsun.

Yedi. Göklerden yollanan yüce bir tin bu yeni dini bizler için kurmalıdır; bu insanlığın son ve en büyük işi olacaktır.

Friedrich Hölderlin’in şiiri, tarihi, felsefeyi ve mitolojiyi mukayese ederek yaptığı kuramsal saptamalar böyle. Hiç şüphesiz, Hölderlin’in Şiir ve Tragedya Kuramı’ndaki düşünceleri kendi zamanı kadar yarınlar için de bir manifesto niteliğinde. Zaten, yaşadığı 1800’lü yıllardan itibaren yeni bir dünya kurulduğu ve modern bir paradigma olarak ‘kitlesellik’ çağı başladığı aşikâr. Dolayısıyla da Hölderlin geçmişin yükünü yazmıyor; modern ögeler kullanarak geleceğe dair bir imajinasyon da bulunuyor. Tarihi, felsefeyi ve mitolojiyi sarsılmaz yapı taşları olarak kurarak geleceğin dünyasını yine şiirin var edeceğini ilham ederek.

Goethe kadar şöhret sahibi olmasa da Alman bir romantik olarak Hölderlin’in şiir ve felsefe sahalarında önemli kavramsal düşünceler ürettiğini söyleyerek bitirelim.

Kategoriler
matbuat

Bozkırkurdu ve Burjuvazi

Sosyal bilimlerde ‘burjuvalık’ olgusunun çağrışımları bana Hermann Hesse’nin romanında Bozkırkurdu’nun burjuvazi-dışı burjuvalığı hatırlatıyor.

Hesse’nin içerisinde hem bir insanı hem de bir kurdu barındıran, âdeta çift kişilikli kahramanı Bozkırkurdu, burjuvalaşmış bir burjuvazi karşıtlığının en iyi örneklerinden.

Tıpkı, Amerikalılaşmaya rağmen Amerikan karşıtlığı gibi Bozkırkurdu da kitlelerin hayat tarzı hâline gelmiş burjuva hayatını küçümsemesine rağmen öte yandan da kendisi bu burjuva hayatının bir parçası olmuştur.

Amerikalılaşmak ya da burjuvalaşmak genelde kitlesel bir modern olgunun neticesidir. Bazan da ilkesel, ahlâki ve etik birtakım değerler bütünüyle modern dünyanın rüzgârına karşı erdemli bir tutum geliştirirsiniz. Ancak yine de burjuva hayatı yaşamaktan başka bir yolunuz yoktur.

Tabiidir bu çünkü içerisinde bulunduğunuz dünya, eski dünya değildir. Teknik dünyanın içerisinde başkaca konuşma biçimleri tükenmiştir. Ötesinde, tekniğin dünyası muhatabı olan herkes için cezbedicidir.

Amerikalılaşmak ya da burjuvalaşmak aslına bakılırsa doğrudan tekniğin dünyasıanlâmına gelmemektedir. Ancak tarihsel olarak baktığımızda; Endüstri Devrimi’yleFransız İhtilali’yle ve yeni kıta Amerika’nın keşfiyle bugünün dünyasının paradigmaları açısından önemli hadiseler gerçekleşmiştir. Hemen öncesinde, Aydınlanmacı fikir bütün bu cereyanların ilhamı olmuştur.

Aydınlanmacı Avrupa karşısında Amerika burjuvazinin kendine açtığı yeni sığınak olmuştur. İşte, Amerikan burjuvazisi Britanya’dan neşet eden teknik imparatorluğunun ta kendisidir. Fakat Aydınlanmacı Fransızlar ve Almanlar dahi kendi içerisinde aristokratik bağlarından sıyrılarak kendi burjuvalarını var etmişlerdir.

Hesse’nin Bozkırkurdu için de burjuva, tekniğin dünyasında modernleşmiş insan, demektir. Burjuvazi karşıtı bir pozisyonel konum içerisindedir ancak hor gördüğü birçok hâl ve davranış kendisinde de bulunmaktadır. Bu durumu, şu şekilde açıklıyor Hesse: “Böylece varlığının bir yarısıyla savaştığı ve yadsıdığı şeyi öbür yarısıyla benimseyip onaylıyordu.”

Burjuvalık tam da orta sınıfa mensup olmaktır. Bu yüzdendir ki toplumun ekserisini ilgilendirir. Orta sınıf için bütün tercihler aşkın olandan yana değil, makul olandan taraftır. Bu yüzden, sosyal bilimlerle alâkalı olanlar için ya da okur yazar takımı için ‘burjuvalık’ bir tür alay ve ironi konusudur.

Fakat tekniğin dünyasında burjuvazi sınırlı bir grubun elinde olmasına rağmen burjuva hayatı yaşayan ‘kitleler’ vardır. Şunu da söylemek gerekir: Orta sınıfın tecessüm edişi ve burjuva hayatların yaygınlaşması maziye kıyasla insan onur ve hassasiyetini kurtarmıştır. Elbette, bu yeni durum ve hâl içerisinde yepyeni mağduriyetler de ortaya çıkmıştır. Ancak tekniğin dünyası ‘makul olanı’ vaat edip ‘makul insanın’ imkânlarını kollamıştır.

Bu vaziyet, belki bilimsel bir gözlükle daha müspettir ancak sıra dışı ve karakteristik olanın gözcüsü entelektüel için bir alay unsurudur. Günün sonunda entelektüel de burjuva hayatından tam mânâsıyla paçayı kurtaramaz. Yeni teknik dünya entelektüeli de kuşatmış ve kendi sultası altına almıştır. Hermann Hesse’nin Bozkırkurdu romanında karşılaştığı ve yaşadığı da tam olarak böylesi bir ikilemin yansımasıdır.

Kategoriler
matbuat

Zamanın Anlâmsallığı

‘Zamanın yapraklarından karlar yağıyor.’


Bazan biri gelir, bizi bize götürür. Zamanlar arasılıktan başka bir şeydir karşılaştığımız. Zamanın anlâmsallığına dair çok derinlerden gelen yazılacak uzun uzadıya sözcükler olduğunu hissederiz. Tamamlamak isteriz zamanın anlâmını, – tam kelimesiyle zamanın anlâmsallığına dair hissettiğimiz cümleleri. Öyle cümle ve kelimeler vardır ki içimizde, arkasında devasa bir kavram imparatorluğu olduğunu hissettirir.
Merâmımızı alenen izah etmeye çalışarak zamanın sırrına yaklaşmak isteriz. Sanki yazdıkça zamanın sırlı aynasından bize hikmetler ve yepyeni anlâm dünyaları dökülecekmiş gibidir. Yazarken bir yandan da sözcüklerimiz mütereddit kalarak…
Zaman, anlâmın bizatihi kendisidir. Daha doğru ifadeyle, zaman, anlâmsallık içinde muhtemel alanlarını mütemadiyen genişletir. Namütenahi bir anlâm spektrumu içinde yine namütenahi bir zaman genleşmesidir, zaman ve anlâm arasındaki tuhaf hikâye. Zaman ilerledikçe ve aktıkça, anlâm da bize yeni imkânlar, yeni anlâmsallıklar ve yeni düşünme biçimleri açar. Bu yönüyle, zaman ve anlâm birbirinden ayrılamaz.
İnsan olmaktan ve yaşıyor olmaktan süregelen bir zamanın akışı içerisindeyizdir. Zamanın akışının da kıymetini bilmeli. Yaşıyor olmak zamanımızın akmasına çoğu zaman kâfi değildir. Bilerek ve hissederek yaşamak icap etmektedir.
Yine de büyük insanlık cemiyeti olarak ister hüsran içinde yahut sevinç duyguları içerisinde olalım; zamanın muhatabı olarak hayatımızı anlâmlandıracak anlâmlar peşinde iz süreriz. Her birimiz, yaşıyor olmaktan mütevellit zamanın birer muhatabıyızdır. Ve bu sayede hayatımıza anlâm katma fırsatı yakalamış oluruz.
Anlâmsız görünen yığının içinde de bir büyük anlâm vardır çoğu zaman. Dolayısıyla, kitlelere hitap edene popüler kültür deyip geçmemek gerekir. Devasa yığınların her bir zerresinde bir insan ya da canlı olduğunu unutmamak gerekir. Kütle hâlindeki yığının içinde illaki anlâmlar ve anlâmsallıklar vardır. Anlâm, beklenmeyen yerden doğar. Sıradan görünen hayatların içinde olup biten muhakkak anlâmlı bir parçanın absürt bir gölgesidir. Belki de anlâm umulmadık yerde olandır; kuytu köşelerden, umumun orta yerinde görünmeyenlerden neşet eder. Böylesi bir anlâm dairesi, sanatın aşkın hâlinden başka kısmen arabesk ya da pop çerçevede anlâmlar var eder. Zaman, âdeta silikleştirir kitlelere dair olan anlâmın görünürlüğünü.
Sahne ışıklarının altında olmayan ya da kameranın göstermediği yerde vardır, anlâm. Böylesi bir mânâ, ana akımın ötesinde gösterilmek istenmeyen ancak hayatın gerçeklerindendir. Siyaset kurumu gücünü kitlelerin sahip olduğu anlâmdan alır. Ancak siyasetçi her zaman kitlelere ait olan anlâmla bütünleşik bir hayat tarzında olmaz ya da yalnızca sahne ışığı altında ve kameraların gösterdiği yerde bir gösterinin bir parçası olarak yığınların içindeki anlâmsız görünen anlâmla temas kurar. Bu yönüyle, siyaset kurumu burjuvalaşmıştır. Zaten, modern siyaset kendini Burjuva Devrimi’yle birlikte varoluş imkânı bulmamış mıdır? Siyasetçiler için aksi de mümkündür, pekâlâ. Çünkü siyaset kurumu hiçbir zaman aşkın olan sanattan beslenmez. Anlâmını ve varoluş sebebini siyasetçinin kitlelerin anlâmında bulma imkânı her zaman mümkündür. Biz, hangi anlâma inanacağız? Hangi anlâmda kendimize dair izler bulacağız?
Aynı (görünen) zamanı bambaşka yaşarız, hepimiz.
Anlâm, zamanın anlâmsallığının da ötesindedir.
Belki de… Kim bilir..

Kategoriler
matbuat

İnsan Tek Mekân

İnsan da bir mekân. Çarka dönüşmüş zaman tahayyülümüzün arasına sızan beslediğimiz ve beslendiğimiz mekânlar kadar derinlere ulaşan bir vakıa var ki o da insanın da başlı başına bir mekân olması. Evet, insan da cansız mekânlardan farklı olarak yaşayan bir mekândır. 
Mekânların süjesi olmaktan da ötede bizatihi öznesi olduğu diyardır insan. İnsanın mekân olma hâli, kendini binbir türlü çeşit kombinasyonla başka insanlarda bulabildiği bir çoklu mekânsallığın temsilidir.
Ona gitmek mesela… Onunla olmak. Zaman ve mekân fark etmeksizin onu aramak, onda olmak, tamamlanmak. Dost olur biraz, sükût muhabbeti dahi kâfidir dostuna gittiğinde. Özlemin tedavülde olduğu arkadaştır o. Kadın olur bazan, o mekânda gizini çözemediğin keşifler yaparsın. Yalnızca iki kişiye mahsus bir hâldir bir kadının ve erkeğin birbirini kendinde bulması. Bizim için özel olan bir insan sığınılacak bir mekâna dönüşebilir ve kendi hâliyle bize özel bir mekân olarak yalnızca kendilik hâliyle iki insan birbiri için karşılıklı olarak bir mekâna dönüşebilir. İşte, tam da bu yüzden, insan da bir mekân. Orada hiçbir zırhın, çeliğin, kılıcın ve kalkanın veremeyeceği emniyeti sevdiğin insanın yanında iken hissedersin. Mekân o kadın olduğunda bütün benliğinle oradasındır.
Annedir doğuştan ilk mekân. Bir kadın kendi evlatları kadar mekândır. İç içe açılan matruşkalar gibidir kadınların dehlizlerindeki mekânlar. O gizdir belki çözülemeye erkeklerin misafir oldukları mekânda keşfetse de bitiremediği. Anne, çocukları için sığınılacak zaman dışı bir mekândır. Zaman dışıdır çünkü anne çocuğu için hayatta iken de ölmüşken de sığınılacak bir mekândır. İnsanın kendini başka bir insanda bulmasının en müstesna örneklerinden birisidir çocuğun annesini bir mekân olarak bellemesi. Bu yönüyle, anne ve oğul ilişkisi mekânın zamanın üzerinde galebe çaldığı nadir durumlardandır. Annenin bir mekân olma hâli öteki insanlarda bulduğumuz mekân duygusunun ötesindedir, daha başkadır. Rahimde tahsis edilmiştir çocuğa ilk ve ebedi mekânı kaybolmasın diye. Kendisine hep bir kılavuz olsun diye… İnsan, kaç yaşına gelirse gelsin ana rahmindeki ilk mekânının kılavuzluğuyla yaşar ve kendini gerçekleştirir.
İnsan da bir mekân. Cansız ve mimari mekânlardan bambaşka canlı bir mekândır insan. İnsanın kendisini başka bir insanda bulması gerçek bir mekân. En sahici mekân iki insanın birbirinde bulduğu o özel duygudaşlık. Yeri doldurulamayan tek mekân, insan.

Kategoriler
matbuat

Neticede Oyun, Ama Kazanan Kim Olacak?

Kumarbaz’ı ve Siddhartha’yı hatırlayarak…

Zaman hiç durmaksızın akıyor. Duruyormuş gibi görünmesi de akışı değiştirmiyor. Zaman bir izafiyet. Türlü türlü illüzyonları sinesinde saklayan bir izafiyetle mündemiç zamanın varlığı. Hâl böyle olunca akış sabit bir değer olarak yerini koruyor. Lâkin söz konusu zaman ve mekân geçişliliği olunca, Napoli Kadıköy treni her zaman bâki.

Vakit tükeniyor. – mu – ?

Tükendikçe/aktıkça yahut zaman, hayat kartları daha açık oynuyor. Niyetini açık etmekten imtina etmeksizin hamle yapıyor. Elbet, elimdekiler nispetinde ben de atıyorum kartları. Oyun bu. Uzun bir oyun. Yahut zamanın izafiyet olduğunu hatırda tutunca kısa bir oyun olma imkânını taşıyan bir hayat nitekim.

Bir kumarbaz edasıyla masanın başında oturuyorum. Attığım kartların her biri konuşuyor böylelikle: ‘Ben, kumarbazın kartıyım. Her an, beklenmedik herhangi bir an varlığımla tek başıma masayı dağıtabilirim.’ Bir kartın masayı dağıttığı, hikâyenin tam on ikiden vurulduğu anlar, önemli yahut önemsiz her bir hamleye bir mânâ yüklüyor: Kumarbazın her kartı potansiyel bir joker.

Algıların en az kartlar kadar birbiriyle çarpıştığı o masada kumarbaz bir sır biliyor. O sır bedel: Kumarbaz olmanın trajik bedeli. Kumarbaz belki de elinde olmayan kartların gücünü algılarda var ederek oynuyor. Gücünü kartlardan değil, hikâyelerle besle(n)diği hınzır karakterinden alıyor. O gücün kudretini elinde tuttuğu her bir an bildiği diğer şey ise o gücün bir bedelinin olduğu.

Masa dağıldığında ödenecek bir hesap olacağını bilerek oynamak, durmaksızın kumarbazlığına yeni hikâyeler eklemek zorunda o adam.

Kumarbaz kaderinin mahkûmu. Kumarbaz olmayı o seçmedi. Uzak denizlere açılmayı seçip seçmediği de şaibeliydi. Kendini hep o denizin dalgaları arasında bulmuş gibiydi. Sorulduğunda bir müddet düşünür, eskiye giderek hatırlamaya çalışır gibi bir ifade yüzünde belirir ve sonra bu cevabı verirdi. Kaderi tayin edilmiş gibiydi amma bir tercih hakkı olsa yine savaşmayı seçerdi galiba. Bir defasında biraz yorgun, nefes almaya çalışırcasına bir köşeye sinip dinlenirken düşünceli düşünceli bu şekilde mırıldanmıştı. Çıkış yolları arar iken oyunu kurtarmak için hikâye yazacak adam arıyor gibiydi.

Kumarbaz, çaktırmasa da pek, oyunun her esnasında başka bir gözle de etrafa bakınırdı. İş birliği yapacak başka kumarbazlar arardı kendine. İş birlik edecek, yeni oyun başlayıncaya dek kumarbazlarla hesap gütmeksizin mevcut oyunun kurtaracaktı. Onun kumarbazlığı, evet, biraz da kötülerin dünyasında iyilerin kahramanı olmak gibiydi.

İyilik dünyası bu ise, diyordu, “Ben bizden değilim.”

Çoğu zaman bu yüzden, yakaladı mı bir hikâye onu yaka paça kurtarılmış bölgesine götürmeye kalkışıyordu. Kumarbazı anlamayan, yaptıklarını nasıl anlayacaktı?

Oyun durmuş gibi. Lâkin muhakkak devam ediyor olmalı. Kumarbazı belki de pek çokları yine anlamaktan uzak. Öteden bakınca nasıl görünüyor yaptığı hamleler kim bilir? Masum yürekli adam da bunu bilmeksizin tedirginlik içinde kartlarını oynuyor. Oyunun birkaç hamle sonrasını görse anlatmağa başlayacak derdini.

Kategoriler
matbuat

Akdeniz’den Tanzimat’a

Sultan II. Mehmed Han, Akdeniz’in kuramcısı ve aksiyoneri. Dünyaya bakışı ve algılayışı, zevk sahibi olması ve şahsına münhasır karakteriyle, iki binli yıllardan bakınca görünen Akdeniz’in kurucusu. Fatih’i muzaffer bir komutan olmakla sınırlı bırakmadan anlamaya gayret gösterirsek onun açtığı çağın anlamını ve kodlarını daha berrak görebiliriz.

Sultan II. Mehmed, bu coğrafyanın kaderine Akdeniz’i nakşetti. Onun yarattığı Akdeniz’de Roma’nın ve uzantılarının karşısında dik duran Müslüman bir lidere dair pek çok ipucu vardı. O Müslümanlık muhataplarını karşısına almanın nasıllığını, muhataplarını yaşatmanın sırlarını ve eksilmeden oynamanın kimilerince anlaşılması güç sırrını kalbinde barındırıyordu.

Fatih bir dehadır. Osmanlı sarayına bütün ruh ve gizemini veren; ve kuramcılığıyla bunu asırlarca Tanzimat’a dek devam ettirmeye kâdir bir dâhi. Tabi, burada bir şerh düşmek gerek: Kuramcılık diyorsak, elbette bir masa başı mesaisiyle sınırlı değil. Nasıl ki şiir, kâğıt ve kalem işiyle sınırlı bir basit yapı değilse ve hayatın içinde can buluyorsa; kuramcı dediğimizde de karakterle mündemiç ve bu karakterini de eylem ve kararlarına da yansıtan bir adamdan söz ediyoruz. Zaten, safi masa başı mesaisiyle kuram var etmeye çalışan adamın şairliği de şaibeli olmaz mı?

Sultan II. Mehmed deyince şiir gibi bir hayattan, Müslüman bir liderden, kuramı karakteri olmuş bir fikir adamlığından ve şair gibi dünyayı anlamlandırmaya çalışan bir komutandan, bir hikâye avcısından söz ediyoruz.

Fatih, Roma’yı muhatap alarak aslında Türkleri Avrupa’nın karşısındaki, – belki de yegâne, en güçlü muhatabı kılmayı başardı. İstanbul, Avrupalının zihin dünyasında güçlü ve ürkütücü bir imaj hâline büründü. İtalya’dan bakınca kendiyle rakip olduğunda tüyler ürperten bir Osmanlı Devleti’ni, II. Mehmed askerî dehası ve Osmanlı ekonomisini fevkalade bir konuma getiren stratejik hamleleriyle var etmemişti. Şüphesiz, böylesi mümkün dâhilinde de olmazdı.

Ecnebi prensliklerin ve Roma’nın nazarında, Sultan II. Mehmed’in devleti ilmi, sanatı ve zevk anlayışıyla göz korkutan bir muhataptı. Fatih’le birlikte Osmanlılar, kendi muhafazakâr Katolik dünyalarında olmayan müsamaha meşrebiyle Hıristiyanları çok kültürlülükle tanıştırdılar. Papaların dünyevi menfaatlerle dolu dünyası ya muhafazakârlıktan ya da zevk sahibi olmaksızın zevk düşkünü olup çıkan sahte bir liberallik içinde hapsolmuştu. Kendi küçük dünyalarında kendilerinden dahi mutmain olamayan papalar gitgide Hıristiyan halkın algılarında sembolik bir hâle geliyordu. Kuvvetli bir gelenekten beslenen ve Rönesans’ıyla oldukça yeni, keşfedilmeye açık ve heyecan verici olan Avrupa; Sultan II. Mehmed’in idâresi karşısında ayakta durmakta zorlanıyordu. Fatih, ecnebinin kendi yararlanamadığı gelenekten de beslenmeyi beceriyor, kendi devletinin dokusuna Avrupa kodlarını ince ince dokuyordu. Sultan II. Mehmed’in ellerinde Akdeniz; muhatabıyla mukabele ederek döğüşmeyi bilen bir dünyaydı. Böylelikle, eksilmeden oynayarak kaybolmuyor, bilakis güçleniyor ve zenginleşiyordu.

Karakterle mündemiç bir şairlik ve kuramcılık kadar kıymetli az şey vardır. Askerî deha ve ekonomiyi tahkim eden stratejik hamleleri Fatih gerçekleştirmiştir ancak bu prosedürel devlet işlerinin ötesine geçmiştir. Aslında, meseleyi biraz da şuradan görmek gerekir: Şairin komutasına verilen askerler elbette hınzır bir oğlan gibi hareket eder, kumarbaz edasıyla oyunu kazanmak için olmazları oldurur, her türlü çılgınlığı yaparak İstanbul’a muzaffer bir komutan olarak girmekte muvaffak olur. Yahut ayakları yere basan bir kuramcı zihnine sahip bir liderin elindeki devlet; diplomasisini çözülmesi/yenmesi pek de kolay olmayan çetrefil bir denklem üzerine oturtur. Onun yaptığını/yapmadığını, gittiği/durduğu yeri böyle okumak lâzım geliyor. Sultan II. Mehmed’in dehasını biraz da böyle görmek gerekir.

Hepsi Tanzimat’ta bitti. Tanzimat, Akdeniz paradigmasının sonu oldu. Tanzimat ne zaman mı? Tanzimat’ın kesin başlangıç tarihi çok da mühim değil ama Tanzimat’ın ilk nüvelerini ‘işler nerede ters gidiyor?’ sorusunun ilk belirdiği zamanda aramak gerekir, kanaatindeyim. Akdeniz, Tanzimat’la yok oldu. Ve bütün hikâye modern bir karaktere bürünmeye o zaman başladı.

Tanzimat’a gelmeden evvel bir şey daha var ki Akdeniz’in belini büktü. Yavuz Sultan Selim’le beraber halifelik müessesesinin coğrafyaya intikâl edişi ve yeniden doğuşu – etkisi çok sonralarda hissedilir olacak, – bir Ortadoğu illüzyonunun belirmesine çanak tuttu. Biz, Mısır’la ilk uğraştığımız günden bu yana bu illüzyonun içerisindeyiz. Çünkü Mısır, Akdeniz paradigmasını dönüştürmüştür. Sulh beldesi Akdeniz, Mısır’ın dâhil olduğu bir Akdeniz kurgusunda isyan ve ayaklanmaların merkezi hâline gelmiştir.

Tanzimat: Yepyeni algılar, değerler, idrâkler ve anlayışlar bütünü. Tanzimat paradigması, Akdeniz’in unutulduğu ve Akdeniz’e ihtiyaç kalmayan yeni ve modern zamanların sorusu. Tanzimat, şaşkınlığımız ve bizdeki modernleşme tecrübesi. Kulağımızın o pek aşina olduğu Tanzimat çeşitliliği, renkliliği, zenginliği elbet boş yere değil. Ama bu Tanzimat varyasyonları bizdeki ilk şaşkınlıkla ortaya çıkan ‘her kafadan bir ses’ hâlinin çeşitliliği değil midir?

O günden bu yana, Akdeniz tükendiğinden ve Tanzimat ruhu günlerimizi domine ettiğinden beri, – eğer dönem gibi bir tasnife başvuracaksak, Tanzimat döneminin iki binli yıllarda hâlen devam ettiğini de söylemeliyiz. Başlı başına, Tanzimat’tan bu yana süregelen sultancılar/meşrutiyetçiler kavgası dahi bunun apaçık bir delili değil mi? Elbet, bu yazıda tartışma niyetinde olmadığım onlarca gerekçesi de var hâlâ Tanzimat treninde olduğumuzun.

İçinde olduğumuz zamanın ne kadar bilincindeyiz? Dünyayı ve olayları anlamlandırma çabası içindeyken güvenebileceğimiz, arkamızı yaslayabileceğimiz bir dayanağımız var mı, sahiden? Bu toprakların çocukları olarak böylesi bir entelektüel arka planın verdiği bir dayanağımız olmaksızın uzak denizlere ne kadar açılabiliriz? Açılsak da sağ salim çıkabilir miyiz? Akdeniz paradigmasını hâlen yaşatabilir miyiz? Akdeniz’in vüsatının idrâkına varmadan daha bu birikintilerde ne kadar oyalanacağız?

Kategoriler
matbuat

Halil İnalcık’ın Vatandaşlarına Hitabı

Muhterem Halil İnalcık’ın vefatından kısa bir süre önce Ankara Bilkent Lojmanlarındaki evinde ifade ettiği sözleri matbuat tarihinde ilk defa buradan paylaşıyorum.

Son zamanlarda beni sevindiren bir şey vatandaşlarımın Türkiye’de benden bahsederken ‘dünyaca tanınmış’ ya da ‘tarihçilerin kutbu’ filan gibi böyle beni şımartan birtakım sıfatlar kullanıyorlar. Fakat bu ‘dünyaca tanınmış’ lafını burada açıklamak istiyorum. Neden dünyaca tanınmış? Çünkü benim öğrencilik yıllarımdan beri izlediğim bir hedef var: O da Batı’nın bizim tarihimizi, Türkiye tarihini alışılmış bir Haçlı zihniyetiyle, küçümseyerek, düşman gibi ele aldıklarını herkes biliyor. Yani, son zamanlarda daha çok nötr konularda; ekonomi, sosyal yapı vesaire gibi konularda çalışanlar hakikaten güzel. Mesela, İzmir’in iktisadi gelişmesi üzerine bir kitap yazdılar. Bazıları benim öğrencimdir Şikago’dan. Güzel, müsbet yazılar da var ama genelde (Osmanlı tarihine bir düşmanlık söz konusu.) Hatta, son zamanlarda bir kitap çıktı. Osmanlı tarihi üzerine. Türkçe de bilir. Diyor ki Gibbons’un Birinci Dünya ve Balkan Harbi’nden sonra Türkiye artık çökmek kaybolmak durumundayken yazılmış bir kitap. Bu diyor Osmanlılar bir büyük imparatorluk kuracak çapta değildiler. Devlet kuracak… Bunu kendilerine iltihak eden Hıristiyanlar ve özellikle Bizanslılar bu devleti kurmuşlardır, gibi böyle bir şey. Yani, bundan iki üç sene önce çıkan bir kitapta. İsmini vermeyeyim. İsmi tanıdığım bir kimsedir. Dostumdur. Hâlâ hâlâ bunun üzerinde. Benim bütün kariyerimde uğraştığım şey dünyaya Osmanlı Devleti’ni, toplumunu, kültürünü asıl çehresini tanıtmaktı. Çok şükür bunda muvaffak oldum. Bunu vatandaşların bilmesini isterim.

Mesela, klasik devir üzerine (kitabım): The Ottoman Empire Classical Age olarak bir kitap çıkardım. Bu kitap İngiltere’de basıldı. O kitabı bütün Balkan dillerine tercüme ettiler. Balkanlar’da nereye gitsen üniversite öğrencisi beni biliyor. Üniversitelerde okunuyorum. Bütün Balkan dilleri, altı Balkan dilinde Yunanca dâhil. Son zamanlarda Araplar da ilgilendiler. Beyrut’ta bir şey, Medar-i İslami diye bir firma benim bu kitabı Arapçaya tercüme etti. Arkasından benim iki cilt başında olduğum ekonomik sosyal tarih (kitabı): An Economic and Social History of the Ottoman Empire. Bu klasik bir kitap oldu artık. The Classical Age kitabı bu kadar tercümelerden sonra Türkiye’de tercüme edildi. Yapı Kredi bastı bunu. 11. baskısı filan, çok popüler bir kitap oldu. Fakat asıl son zamanlarda Orion Kitabevi bunu yayan. Benden elektronik (olarak da) çok ilgi duydukları için. Ukrayna diline tercüme edildi, biliyorsunuz. Ekonomik tarihim Rusçaya, Lehçeye, Yunancaya tercüme edildi. Demek istiyorum ki mesela Encyclopedia of Islam, bu konuda en önemli ansiklopedidir. Oraya 40 madde yazmışım. Demek istiyorum ki yani Türk tarihini hakikaten dışarıda temsil etmekteyim, okunmaktayım ve tercüme edilmekteyim. İlmi seviyesi bu yazıların şu şekilde kabul edilmiştir. Bu yazılardan sonra şu akademiler beni üye seçmişlerdir. Yani, bir yabancıyı bir akademiye seçmek… Yani, kendini seçtirmek çok önemlidir, müthiş bir iştir. American Academy of Arts and Sciences tam üyesiyim. Yani, bu Oscar tertip eden akademidir. Sanat ve ilim akademisidir. American Historical Association beni şeref üyesi seçmişlerdir. Diğer akademiler, The British Academy üye seçti beni. Ben üyeyim orada. Sonra, Royal Historical Society ve Royal Asiatic Society. Bunlara ben üye seçilmişim. Japonya’da dünya tarihçileri üzerine bir kitap yazdılar. Bana bildirdiklerine göre orada benim ismim Ortadoğu’yu temsil eden tarihçi olarak… (Telefon çalıyor.) Ben, bu yaşa gelince daha talebeyken önüme koyduğum hedefe eriştim. Onu kabul ediyorum. Çünki bu şu akademilere; Amerikan akademisi, The British Academy, Sırp Akademisi, Arnavut Akademisi, Türk Akademisi (şimdi dağılmıştır) İlk Türk akademisi şeref üyesi olan beş akademi.

Sonra, bana birçok üniversite fahri doktora verdiler. Doctor honoris causadedikleri… Bunların arasında Hebrew University İsrail var, Bükreş var efendim. Çeşitli yabancı ve Türk üniversiteleri merasimle… Sonuncusu Azerbaycan bundan bir ay önce doktora merasimi oldu burada Bilkent’te. Merasimle fahri doktora veren bu üniversiteler kaç üniversite biliyor musun? 23 üniversite. Şimdi, bu akademileri ve bu fahri doktoraları, fahri doktora demek bir yabancının verebileceği en yüksek şeydir, değil mi?

Bunları şimdi şunun için anıyorum: Demek ki beni ‘dünyaca tanınmış’ bir ilim adamı olarak dünya kabul etmiştir. Benim sözümü dinliyorlar. Tercüme ediyorlar. Lehçe, Ukrayna, Rusçaya, Arapçaya tercüme ediyor. Arap dünyası o kadar memnun oldu ki bu kitaptan beri. Arapçaya tercümesi ekonomik sosyal tarihin.

İki sene önce galiba yahut bir sene önce, Suudi Arabistan Nobel’le yarışmak için King Faisal International Prize koymuştu. Bunu Japonlara, Amerikalılara filan veriyor. Yalnız Araplara değil. Orada İslâm tetkikleri sahasında, tıp filan da var, bana bu prize (ödülü) verdiler. Bu prize, yani büyük şeydir. Yani, Arap dünyasında tanındı.

Şimdi, benim Has Bahçe kitabım. Türk edebiyatını yeni baştan ele alan bir kitaptır. Ve İran menşeini gösteren. Farsçaya tercüme edildi, yakında çıkacak. Tahran Üniversitesi bana doktora vermeye hazırlanıyor. Şimdi bütün bunları şunun için söylüyorum: ‘Dünyaca tanınmış’ ya da bazıları ‘tarihçiler arasında tanınmış’ gibi sıfatlar kullanıyorlar. Ben şunun için şahsen çok itminan içindeyim. Yani, vazifemi görevimi yapmış bir insanın rahatlığı içindeyim. Batı’ya objektif bir şekilde kendi milletimin kendi devletimin tarihini şimdi öğretici vaziyetteyim. Beni okuyorlar. Beni tercüme ediyorlar.

Yunanlılar, klasik çağı ve sosyal ekonomik tarihi tercüme ettiler. Ve Atina Üniversitesi bana doktora verdi. Benimle beraber kime verdi biliyor musunuz? İngiltere’de en büyük arkeologlardan Sir Ronald Syme. Dünyaca tanınmış bir arkeolog. İkimize aynı zamanda doktora verdi. Bunları vatandaşlarım bilsin istiyorum. Ben gelişigüzel bir tarihçi değilim. Hakikaten dünyaca tanınmış bir tarihçiyim. Ve Türk milletimle, Türkiye’de yetişmiş bir tarihçi olarak iftihar ediyorum. Vatandaşlarım da bunu öğrensinler.

Kategoriler
matbuat

Halil İnalcık’ın Ardından

Rahmetli hocam Halil İnalcık’ı nasıl anlatsam? İnalcık Hoca’dan bahsetmek için özel bir yıldönümü değil, biliyorum. Hoca’nın vefatından bu yana da dile kolay dokuz sene geçti. Ancak Fatih Camii haziresinde medfun Halil İnalcıkhakkında biraz yazmak ve kişisel hatıralarımdan bahsetmek isterim.

Halil İnalcık yaşasa kendisinin nasıl bilinmesini isterdi? İnalcık Hoca’nın, bilhassa da geçirdiği kalp ameliyatı sonrasında duygusallaştığını biliyorum. Nasıl göründüğüne, söylediklerinin kamuoyu nezdinde ne şekilde anlaşıldığına dikkat ederdi. Menfi bir eleştiri olduğunda üzülerek sitem eder ve Osmanlı tarihinde kendisinin yaptıklarını bazı kimselerin anlayamadığını ya da kıskançlık ettiklerini söylerdi. Halil İnalcık Hoca vefatından biraz önceye kadar oldukça dinç ve sağlıklıydı. Akademik çalışmalarına devam ediyordu.

Hocaların hocası Halil İnalcık’ı 2007 yılında kendisiyle yaptığım bir mülâkat vesilesiyle tanıdım. Tabi, bu mülâkatı dedem Kemâl Vehbi Gül organize etmişti. Çünkü Halil İnalcık aynı zamanda dedem Vehbi Gül’ün de üniversite sıralarından hocasıydı ve o zamanlar ben liseye yeni başlamıştım ve çok küçüktüm. Ben, on beş yaşımdaydım; Halil İnalcık ise doksan bir yaşındaydı. Aramızdaki bu devasa yaş farkı hoca-talebe müessesinin kurulmasına mâni olmadı.Mülâkatı yaptığım günden İnalcık Hoca’nın vefatına kadar kendisini mütemadiyen Bilkent Lojmanlarındaki evinde ziyaret ettim. İstanbul’da katıldığı bazı organizasyonlarda kendisine eşlik ettim.

Halil İnalcık’ın küçük lojman evi âdeta bir belge arşivi gibiydi. Kanepelerin ve masaların üzeri yaptığı çalışmalarda kullandığı belgelerle doluydu. Bir defasında, kanepelerden birisini işaret ederek, “Bak, burası Osmanlı denizcilik tarihidir,” demişti. Evinin başka bir köşesinde Halil İnalcık Hoca’nın ‘tahtım’ dediği bir koltuğu vardı. Genellikle bu koltukta oturmayı severdi. Benim de İnalcık’ı ilk ziyaret edişimde mülâkat yaptığımda Hoca’nın oturduğu koltuk da budur.

Ziyaretlerimin bir defasında bana kendi hocasının Sadri Maksudi Arsal olduğunu söylemiştir. Benden Sadri Maksudi’nin bir kitabını bulmamı istemiştir: Hukukun Umumî Esasları. Ben de sahaflardan bu kitabı bulup Halil İnalcık Hoca’ya vermiştim. Kitabın taranmış hâlinin şimdi internette olduğunu gördüm. O zamanlar kitaba ulaşmak ancak sahaflarda bularak mümkündü.

Yaptığım röportaj zamanından kalma bir ses kayıt cihazım vardı. Halil İnalcık’ı ziyarete gittiğimde yanımda bulundurur ve kendisinden müsaade isteyerek konuşmalarımızın bir gün ‘tarih olacağını’ düşünerek kayda geçirirdim. Ve elbette bazan yanımda filmli fotoğraf makinem olurdu. Hatırladığım kadarıyla Halil İnalcık’ın fotoğraflarını Nikon F3’le çektim. Deklanşöre basar ve Halil İnalcık’ın ileride hatırlanacak bir fotoğrafını çekmek isterdim. Tarihçilerin şeyhi olan Halil İnalcık Hoca’nın başlı başına kendisinin ‘tarih’ olduğunu görerek…

Evet, Halil İnalcık’ın kendisi bir ‘tarih’ idi. İnalcık’ın hocalığının çok başka olduğunu söylemek gerek. Onun hocalığını ve insaniyetini yalnızca Halil İnalcık’ın öğrencileri bilir. Halil Hoca’nın tevazu ve öğretme çabası takdire şayandır. İnalcık gibi bir Osmanlı çınarının alçak gönüllülüğünü ve kendinden küçüklerine olan müsamahasını gördükçe; bugün Türkiye’deki üniversitelerde koltuk sahibi olan birçok akademisyendeki çiğliği, sırıtışı ve olmamışlığı daha iyi idrâk ediyorsunuz.

Bazı zamanlar da Osmanlı tarihi ve çeşitli meseleler hakkında konuşurken, Halil İnalcık Hoca söylediğini tam olarak ifade etmek istemez, ‘zülfüyâre dokunur’diyerek söyleyeceğinin kimseyi kırmamasına ve incitmemesine ihtimam gösterirdi. Halil İnalcık’ın bu davranışı, şüphe yok ki onun tam bir İstanbul beyefendisi olmasından kaynaklanıyordu.

Gelecek yazıda, muhterem Halil İnalcık’ın “Vatandaşlarıma Hitabım” dediği Hoca’nın sağlığında son birkaç ziyaretimden birinde bana anlattıklarını matbuat tarihinde ilk kez burada, bu köşeden paylaşacağım.

Kategoriler
matbuat

Şiir ve Sihir

Şiir ve sihir arasında bir münasebet kurulabilir mi?

Türkçe lisânında etimolojik olarak ‘şiir’ ve ‘sihir’ arasında bir benzerlik söz konusu. Her iki kelimenin de Arapça kökenli olduğu bir vakıa. Bu iki kelimenin yazılış bakımından Arapça hâlleri birbirine çokça benziyor: Şi’r ve sihr. Benzer harfler şiir ve sihir kelimelerinde karşımıza çıkıyor; sihir kelimesinde ilâve bir ‘h’ harfi var. Ancak bu kelimelerin kökenlerini etimolojik olarak değerlendirecek bir mütehassıslığım yok. Fakat her iki kelimenin Arapça kökeninde de benzerlik tespit edebiliyorum.

Peki, her iki kelimenin benzerliği sadece yazılış bakımından mıdır?

Çoğunlukla, bize güzel görünen ya da halka mal olmuş şiirlerde sihirli ve efsunlu bir hava buluruz. Şiiri var eden metin, yazı mühendisliğinin ve ince işçiliğin ötesine geçmiştir. Artık sadece ambiyans vardır. Şiir metnin ötesindedir ve bir muhatap olarak, – âdeta bir insan gibi karşımızdadır. Şiir bizle konuşur, biz şiirle.

Şiir ve okuyucusu arasındaki böylesi bir diyalektik içinde teneffüs edilecek sihirli bir esinti var mıdır? Bana kalırsa, şiir özü itibarıyla sihirli sözcükler yahut cümlelerle var olabilir ancak bizim şiirde bulduğumuz başka bir tür duygudaşlıktır.

Sihir, şiirin perdesidir ya da dış çeperindeki zarıdır. Ötesine geçildiğinde bulacağımız, naylon kılıfın ardına geçen, bize dair hissettiğimiz ve içerisinde kendimizi bulduğumuz şiirdir.

Hayatın içinde bulduğumuz şiirde de benzer bir durum söz konusu olabilir. Tanıdığımız yeni bir insan bize efsunlu gelir, sihirlidir. Ancak bu tavır o insanı kendisi olarak insan yapan çok az bir kısımdır. Öteye geçtiğinde, o insanın hakiki tabiatına vakıf olursun.

Dolayısıyla, yeni bir şiirle karşılaşmak yahut okumak yeni bir insanla tanışmak gibidir. Bu, edebiyatın öykü ya da roman gibi öteki türlerinden başka olarak şiire mahsus bir hâldir.

Yine, öteki edebi türlerden farklı olarak edebiyatın en sihirli alanlarında karşımızda yine şiir vardır. İyi bir şiir bizde öteki türlerin çok ötesinde bir tesir bırakabilir. Ama şiir, sihir değildir. Hokkabazlık ya da cambazlık da değildir.

Çoğunlukla hayatımıza dokunan birçok şiir büyük acılardan, insanlık dramlarından, hayatın sillesini yemiş olmaktan müteşekkildir. Tragedya olsun yahut komedya; bu böyledir.

Bu yüzden, iyi şiir kendini burjuvaziden olabildiğince uzaklaştırmıştır. Şair, aristokrat değildir ancak şiiri dibine kadar asil ve soyludur. Şiiri, sihire yaklaştıran atmosferlerden biri de budur. Türk edebiyatında da bütün iyi şairler ve şiirler aristokratik bir tavır takınmışlardır.Burada bir parantez açmalı ve yazıyı öyle bitirmeli: Türk şairinin karşısında öyle ya da böyle hasbelkader bir Türk burjuvazisi vardır ancak izleyebileceği bir Türk aristokrasisi yoktur. Bu yüzden, Türk şairinin karşısına çıkacak ilk aristokrasi İngiliz kraliyeti başta olmak üzere Avrupa örnekleridir. Türk şairi, muhakkak köklerini Osmanlı devri divan edebiyatında da arayacaktır. Ancak modern anlâmda Türk şairi köksüzleştirmeye karşı mukavemet göstererek şiirlerini meydana getirmiş ve kendine varlık alanı aramıştır.

Kategoriler
matbuat

Merhaba Henry!

Henry Miller’ın elime geçen ilk kitabı Yazmak Üzerine’nin ilk sayfasını bu şekilde imzaladım: “Merhaba Henry!” Evet, kendisini ilk defa bu kitabıyla okuma imkânına eriştim. Yazmak Üzerine, Bay Miller’ın öteki kitaplarından parçaların ve bazı mektupların terkibiyle ortaya çıkmış bir kitap. Yani, benim için kendisini tanımak için iyi bir başlangıç.

Ardından, Bay Miller’ın Marousi’nin Devi’ni okudum. Oldukça kaliteli otobiyografik bir seyahatname olduğunu söylemeliyim ancak gereksiz bir sürü ayrıntı arasında anlatımın sıkıcı olduğu kısımlar da var. Ayrıca, bazı bölümlerinin üslup bakımından Salinger’ın The Catcher in the Rye kitabını çağrıştırıyor.

Amerika’da tanıştığım Henry’ler arasında üçüncü Henry oldu, Bay Miller. Bildiğim öteki Henry’ler; diplomasi gurusu Kissinger ve Ralph Waldo Emerson’un arkadaşı olan sivil itaatsizliğiyle nam salmış Henry David Thoreau. Her iki Henry’nin birbirine yakın zamanlarda yaşadığını söyleyebiliriz ancak Henry Miller, Thoreau’ya kıyasla yaşça daha küçük. Henry David Thoreau, 1800’lü yılların insanı iken Henry Miller yirminci yüzyılda 80 sene yaşamış bir yazar. Öte yandan, diplomasi gurusu Henry Kissinger ise yirminci yüzyıl insanı ve 2000’li yılları görmüş bir kişi.

Evet, Henry Miller gibi kel bir adamı yazma ihtiyacını neden hissettim?Çünkü kendisini henüz yeni okumaya başladım ve Bay Miller’ın pek bilinmemesine rağmen iyi bir yazar olduğu kanaatine vardım. Romancılığı ve yazıları Henry Miller’ın kendi kişisel karakteriyle mündemiç. Yani, nasıl bir adamsa öyle yazıyor yazılarını Henry Miller. Metinlerinde kendisine pek yakışan bir dobralık hemencecik dikkat çekiyor.

Henry’nin kafasının kelliğine de bu yüzden değindim. Bay Miller’ın yazdıkları kel karizmasıyla âdeta yeni bir surete bürünüyor. Yani, Henry Miller nasıl bir adamsa yazdıkları da öyle. Yazılarında kendi seciyesini gizleyerek roman karakterlerini kendinden bağımsız bir şekilde kurgulayan bir yazar değil. Aksine, Henry Miller’ın ‘edebiyat’ dahi umurunda değil; o, olanı olduğu gibi yazılarında yansıtmaya çalışan bir Amerikalı yazar.

Hayatımda yer etmiş bazı kimseleri ya da tanımadığım ancak ismen bildiğim edebiyat dünyasındaki bazı insanları da karakteri ve tavrıyla hatırlatıyor bana Henry Miller. Türkiyeli birtakım edebiyat zevatını çağrıştırıyor. Sadece kelliğiyle değil; aynı zamanda yaptığı edebiyatın şekliyle ve tarzıyla da…

Bay Henry Miller’ın edebiyat yaparken ‘gerçekçilik’ noktasında bir hassasiyeti var. Yazdıklarının gerçekler olmasını istiyor yalnızca. “Gerçeğe kafayı takmış”bir yazar Henry Miller: Edebiyat, gerçeklikten başka bir şey dahi olsa ben Hayatkitabı yazacağım, diyor.

Belki de Henry Miller hakkında konuşurken değinilmesi gereken en önemli konulardan bir tanesi ‘Amerika’ meselesi. Bay Miller, Amerikalı bir yazar. Söz konusu olan ‘Amerika” mevzuu olunca mesele herhangi bir milliyet mensubiyetinin ötesinde bir sosyal bilim tartışması hâline geliyor.

Bay Henry Miller’ın Amerikalılığını kendimin Amerikalılığına benzettim. Bu köşede de defalarca ‘Amerika’ üstüne yazdım. Entelektüel muhakeme, dirayet ve omurgalılık cihetlerinden de Amerikanlık için pek müsbet bir kanaat getirdiğimi de söyleyemem. Henry Miller’ın da bir Amerikalı olmasına rağmen ‘Amerika’ konusunda benzer bir tutum içinde olduğunu söyleyebilirim. Amerikanlık köşeleri olmayan yuvarlak bir fikrin mahsulüdür. İlginç bir vakıadır bu türden Amerikalılık.

Bay Miller’ın ve kendimin Amerikalılığını modernizm karşısında bir tavır geliştirip de modernliğin teknik dünyasında bir cazibe bulmaya benzetiyorum. Aslına bakılırsa; savaşın, vahşetin ve katliamların hâlâ devam ettiği bir dünyada her birimiz biraz Amerikalıyız.

Amerika’ya olan kendi kişisel nefretini, “Aşktır belki,” diye açıklayan bir yazar Henry Miller. Zaten, kendisi Amerikan emperyalizmi karşısında pozisyon alıyor. Amerikalı bir yazar olmanın külfetini taşıyan birisi çünkü Amerikanlık biraz da tarihsel bir anlatıdan beslenecek bir gelenekten mahrum olmak demek.Belki de bu sebepten, Amerika’dan uzaklaşıp Fransa ve Yunanistan’da yıllarca kalmıştı, Henry Miller. Ve şöyle diyor: “Amerikan yaşantısının beni delirten yanı da bu, dokunduğumuz her şeyi öldürmemiz.”

Kategoriler
matbuat

Çapraşık Okumalar

Louis-Ferdinand Céline, Miguel de Unamuno, Thomas Bernhard, Osamu Dazai ve şimdi de Robert Musil… İki Avusturyalı, bir Fransız, bir İspanyol, bir de Japon. Bu beş roman yazarının farklı kitaplarını okumakla meşgulüm. Bu yazarlar arasında daha önce böyle bir bağıntının kurulup kurulmamasından bağımsız olarak Céline’nin, Unamuno’nun, Bernhard’ın, Dazai’nin ve Musil’in romanlarında ne aradığıma aldırış etmeden ne bulabildiğime bakıyorum. Bu yazarlar ve metinleri bende nasıl bir intiba bırakıyorlar?

Céline’den başlamalı. Çünkü o tam manasıyla retorik ustası. Romanlarında hem sözünü ettiği konular açısından hem de anlattıklarını zekice ironiye vurabilmesi açısından Céline çok başka. Seçtiği konuların ilgi çekiciliği ve ironi bir araya gelince tabii olarak sürükleyici metinler ortaya çıkıyor. Öteki dört yazarda bulunmayan başka bir çekiciliğin Céline’de olduğunu söylemek gerek.

Ve Thomas Bernhard: Fütursuz görünen adam… Üslubu, biçim kaygısı ve metinleri en az Céline kadar iyi. Thomas Bernhard’ın romanlarında bambaşka bir kurgu ve söylem işçiliği var. Bernhard’ın henüz Kireç Ocağı’nı okudum. BetonBitik Adam ve Sarsıntı’yı da okumalıyım, hissi bırakıyor tek metinle Bernhard. O, insan sevmez aksi bir adam. Karakterindeki bu hırçınlığı Bernhard’ın metinlerinden anlamak pek güç değil. En bayağı hâller Bernhard’ın anlattığı konular arasında ancak onun her zaman temkinli olduğunu ve metinlerinde özenle ince işçilik yaptığını söylemeliyiz. Bernhard’ın metin içerisindeki ince işçiliği, anlattığı konularda ve dil bilgisi gramer yapılarını kullanma becerisinde kendini belli ediyor. Tıpkı Céline’de olduğu gibi Bernhard metinlerinde de imla kuralları mükemmele yakın bir şekilde yapıbozuma (deconstruction) uğruyor. Böylelikle, Céline’de ve Bernhard’da her iki metin yeni bir kişilik kazanıyor.

Osamu Dazai… Çılgın bir Japon. Dazai’nin hiç bitmeyen gençliğini, sermestliğini ve ergenliğini anlamak için İnsanlığımı Yitirirken ve Meteliksiz Öğrenci’yi okumak yetti. Dazai’nin eserlerinin de sürükleyici olduğunu söylemek mümkün. Fakat Dazai biçim ve üslup açısından Céline ve Bernhard kadar zanaatkâr değil. Belki de romanlarının çevirisiyle alâkalıdır. Ancak her şeye rağmen, Osamu Dazai, anlatmak istediği hikâyeyi okuyucuya olabildiğince yalın bir sadelikte verebilen bir yazar. Zaten, Dazai’nin de anlatmak istediği hikâyenin ana temaları kendi hayatının girdapları ve bunalımları etrafında dönüyor. Dolayısıyla da Thomas Bernhard’ın aksine Osamu Dazai’nin metinleri incelikli ve titiz bir şekilde inşa edilmiş izlenimi bırakmıyor.

Robert Musil için ne söylemek gerekir? Bunu gerçekten bilmiyorum. Çünkü Robert Musil ismiyle kendisinden çok büyük bir beklentinin oluştuğu bir yazardı. En azından, Niteliksiz Adam gibi kült bir kitapla bende önemli miktarda beklenti oluşturmuş bir yazardı. Ancak üzülerek ifade etmeliyim ki Robert Musil, öteki Avusturyalı Thomas Bernhard kadar iyi bir yazar değil. Musil’in metinlerinde hikâyeye dâhil olmak çok güç. Daha doğru ifadeyle, Musil, okuyucu olarak bize bir hikâye anlatmıyor. Postmodern bir deneme de yapmıyor. Hâliyle, Musil metinlerinde elle tutulur bir hikâye arıyorsunuz kurguda ancak mevcut hikâye çiğ ve yavan kalıyor. Hikâyede noksanlıklar bulununca metin de sürükleyiciliğini kaybediyor. Ortada bir hikâyecik var; fakat konu iyi işlenmemiş olunca hikâye de cazibesini kaybediyor. Robert Musil, hikâye konusunu işlemekte ne kadar berbatsa; Miguel de Unamuno’nun benzer temadaki hikâyeleri işlemekte ve sürükleyici bir şekilde anlatmakta o kadar marifetliolduğunu söyleyebiliriz.

Evet, Miguel de Unamuno ile devam edebiliriz. Unamuno, tam mânâsıyla modernist bir yazar. Onun anlattığı hikâyelerde Céline’nin ya da Bernhard’ın aksine ince metin işçiliği yok. Metnin biçiminden çok anlattığı hikâyeyle öne çıkmaya çalışan bir romancı, Miguel de Unamuno. Okuduklarımdan arasında Sis’de ve Üç Örnek Öykü ve Bir Önsöz’de Unamuno anlattığı öykülerin spektrumuyla kısa bir süre için okuyucuyu kendi hikâye dairesinin içerisine alıyor. Dolayısıyla da Miguel de Unamuno keyif verici bir yazar: Céline kadar eğlendirmiyor ancak anlattığı hikâyeyle okuyucunun dikkatini çekmeyi ve merak uyandırmayı başarıyor.

Aristokrasinin gündelik hayatından kesitleri okuyucuyu sıkmadan sunuyor Unamuno. Açıkçası, ben romanlarda aristokrat karakterlerin olduğu hikâyeleri pek sevmem. Ama Miguel de Unamuno okuyucuyu sıkmayacak şekilde aristokrasi hikâyeleri anlatmasını biliyor. Bunun aksine, Robert Musil’in Üç Kadın’da “Portekizli Kadın” öyküsü Unamuno’nun aristokrasi öyküleri kadar iyi değil.

Bu beş yazarı gelişigüzel diyebileceğimiz bir olasılık içerisinde çapraşık bir okuma serüveni hâline getirmeye çalışıyorum. Céline’den, Unamuno’dan, Bernhard’dan, Dazai’den ve nihayet Musil’den okuduklarım arasında bende nasıl bir intiba kaldığını yazmam gerektiğini düşündüğümden bu yazarları böyle bir yazı içerisinde bir araya getirdim. Musil’e haksızlık yapmış olabileceğim fikri bu yazıyı yazarken bende kalan duygulardan oldu. Belki de Musil daha dikkatli okunmalı. Robert Musil, öteki Avusturyalı Thomas Bernhard kadar incelikli bir kelime işçisi değil. Yine de Musil, Genç Törless’in Buhranlarıromanıyla sürükleyicilik ve hikâye açısından ‘durumu kurtarmasını’ biliyor.

Kategoriler
matbuat

Trrrrrum, Trak Tiki Tak! Amerikanlaşmamak İstiyorum

Türkiye’de insanların gündelik hayatı gayriihtiyari olarak ne denli Amerikanlaşmış ise; o nispette toplumsal ve entelektüel hayatımızda Amerikanlaşmama ya da Amerikan karşıtlığı temayülü vardır. Bilhassa da entelektüel bir duruş/omurga ortaya koyabilmek açısından, – her ne kadar Amerikan üniversiteleri akademik olarak dünyanın en iyilerinden olsa da Amerikan vahşi kapitalizmi okuyup yazarak dirsek çürütenler için fikirsel ve ilkesel olarak vicdanen sığınılacak doğru liman değildir. Nihayetinde, fikir hayatı ve sosyal bilim yalnızca üniversite eğitimleriyle sınırlı olmayacak kadar cihanşümul ve beynelmileldir.

Teknik dünya, 17. yüzyıldan itibaren Büyük Britanya’da ilk defa ortaya çıktı. Endüstri Devrimi’yle başta Manchester gibi şehirlerde buharlı gemiler, makineler ve ‘fabrika’ üretimi meydana çıktı. İşte, bu sanayi kuvvesi Afrika’nın sömürüsünün de yolunu açtı. Ancak bu madalyonun bir yüzüydü. Avrupa, elinde bulundurduğu teknik güçle birlikte Afrika’yı sömürüyordu ancak kimseye inanabileceği güzel bir dünya hayatı vaat etmiyordu: Sömürüyordu ve para kazanıyordu.

Amerika, dünyanın öteki milletlerine bu teknik dünyanın ne kadar inanılır ve yaşanılır olduğunu ispat etti. Zaten, Amerika kıtasının kuzeyinde 18. yüzyılda kurulan devletin ayrıştırıcı vasfı ‘birleşik devletler’ olmasındaydı. Ulus devletlerin ve faşizan yönetimlerin Avrupa’da ve oradan neşet ederek yayılan Ortadoğu ülkelerinde 20. yüzyılda ortaya çıktığını göz önünde tutarsak; Amerika’nın tıpkı Osmanlıcılık siyasetinde olduğu gibi ‘milletler şemsiyesi’ olarak kurulduğunu ve bu hususiyetini muhafaza ettiğini burada önemli olarak kaydetmeliyiz.

Walter Benjamin’in “teknik olarak yeniden üretilebilirlik” makalesindenilhamla diyebiliriz ki Avrupa’da bir endüstri ve sömürü aracı olarak tecessüm eden tekniği Amerika büyülü bir dünyaya dönüştürerek gündelik hayatlarımız için tahammül edilebilir hâle getirmiştir. Bu dikotomi belki modernden post moderne geçiş olarak da okunabilir.

Teknik dünya, modern sıradan insanı kendi sultası altına almıştır. Fikirler ve ideolojiler farklılaşmasına rağmen insanların hayatı birbirine benzeşmiştir. Marx’ın terminolojisine göre söylersek; altyapı unsuru olarak teknik makineler, üstyapıyı oluşturan siyasetten eğitime kadar birçok alanı etkilemiştir. Ancak insanla makineler arasındaki bu otorite dengesini değiştirecek bir şey vardır: Savaş! Bu yüzden, modern devletler savaşın peşindedir. Ingeborg Bachmann da Frankfurt Dersleri’nde böyle söyler. Savaşla ortaya çıkan devasa güç ve harmoni insanın teknik dünyada makineler üzerindeki egemenliğini teyit eder.

Nazım Hikmet’in 1923 senesinde Moskova’da yazdığı “Makinalaşmak İstiyorum” şiirinde müstehzi bir biçimde makinelere meftunluğunu ifade etmesi gibi teknik dünya insanı kendisine çekmektedir. Birey olarak insanı modernleştirmekte ya da modernleşmiş insanı teknik dünyanın ‘aurası’ içine almaktadır. İşte, Nazım için makineleri cazibeli kılan teknik dünyanın Amerikanlaşmaya o yıllarda başlamasıdır.

Antiemperyalist ve antikapitalist duruşu olan Nazım Hikmet, makinelerle gelişen teknik dünyayı hicvederek nasıl ki ikili bir durum ortaya koymuşsa; işte, Amerikan tarzında yaşarken Amerikanlaşmamak istemek fakat Amerikanlaşmak da böyledir. Nazım’ın tenkit ettiği ve pozisyonel olarak karşıt konumlandığı makinelerin harmonisinden etkilenmemek yahut Amerika’nın var ettiği çok kültürlü ve desenli ‘harikalar diyarının’ cazibesine kapılmamak elde değildir.

Bütün muhalefete rağmen milletleri bir araya getiren Amerika’nın çekiciliğivardır. Her ne kadar yabancı düşmanlığı, ifade özgürlüğü, şiddet olayları cihetinden bir sürü münferit hadise Amerika’da cereyan ediyor olsa da geç keşfedilmiş bu topraklarda insanlar arasındaki dinsel, ırksal, kültürel çok renkliliği fark etmemek elde değildir.

Bütün Amerikanlaşmama saiklerine rağmen yine de Amerikanlaşmamızın ardında yatan sebep(ler) üzerine düşünüyorum. Bu yazıyı yazma niyetim ya da Amerikanlaşmamayı entelektüel namus gereği önemli görmeme rağmen Amerika’nın büyülü dünyasında Avrupa’da olmayan ya da Türkiye’de rastlanmayan ne olduğu hakkında da fikir yürütmeye çalışıyorum. Mesela, Amerika’da Vaşington’da geçtiğimiz haftalarda düzenlenen ‘Ulusal Dua Günü’nde ezan okunduğunu ve Donald Trump’ın eşiyle birlikte ezanı dikkatle dinlediğini görüyoruz. Bir defa, Amerika gibi bir ülkede ‘dua günü’ temalı etkinliğin olması enteresan görünüyor. Ancak tam olarak öyle değil. Böylesi bir ‘dua günü’ etkinliği tam da Amerika’ya uyacak bir The Sims vari dinsel törendir. Ancak yine de bu önemlidir. Trump’un önceki döneminden daha farklı bir tutum içerisinde olduğunun sinyallerinden biridir. Yine, Amerika’nın İslâm dininin yaşanması bakımından Türkiye’den ve öteki Müslüman ülkelerden sonra Avrupa’ya kıyasla en elverişli yer olduğunu söyleyebiliriz.

Ama yine de biz Amerikanlaşmamak isteriz çünkü bütün bu çok kültürlü ve milletli formasyon bir nevi kimliksizleştirme gibi hissedilir. Osmanlı milletinden olduğumuzu ve Tanzimat fikriyatının etnisiteleri bir araya getirdiğini çoktan unutmuşuzdur. 20. yüzyılda ulus devletlerin etkisi yeterince kuvvetlidir ve bugün dahi hissedilir. Amerikan milleti kavramı uzak kıtanın yerlilerinde kalmış olsa da Amerika da ulus devlet formasyonundan nasibini alır ve kendisine ulusal bir nitelik kazandırma çabası içerisindedir.

Kategoriler
matbuat

Tanzimat’ın Umumi Esasları

Tanzimat’tan söz açtığımızda başlı başına bir düşünce sistemiyle mukabele ettiğimizi bilmeliyiz. Zahiren görünen bütün dağınıklığına, kuramsallaşma ve kurumsallaşma yoksunluğuna rağmen Tanzimat ve kaideleri hayatın her alanını etkileyecek ve hayat üstünde belirleyici güç olacak kadar yerleşik olma potansiyeli taşıyan, – ve nitekim de olan, kökü derinlere uzanan bir olgudur.

Öyleyse, Tanzimat bir ideoloji midir? Tanzimat ideolojisinden bahsetmek mümkün müdür? Bu, pek olası görünmüyor. Başı sonu ve esasları belli bir ideolojimişçesine Tanzimat’tan söz edemeyiz. Tarihsel bağlamı içerisinde de zikredilebilecek ne bir Tanzimat kuramcısı vardır ne de dört başı mamur bir Tanzimat hareketi… 1839 Hatt-ı Hümâyun’u dahi punduna getirilerek Sultan Abdülmecid’in mührüyle imzalanmış ve tahtta çıkmasının hemen ertesinde Koca Mustafa Reşid Paşa tarafından Gülhane’de okunmuştur.

Tanzimat’ın bir ideoloji olmadığının/olamayacağının en açık ispatından biri de Tanzimat zihniyetinin bu denli uzun ömürlü, hâlâ içimizde yaşıyor olmasıdır. İdeolojiler de tıpkı eşref-i mahlûkat gibi doğar, yaşar ve ölürler. Modern birer olgu olduklarından, modern olanla mündemiç olduklarından ötürü tasniften, böylesi kategorizasyonlardan azade değildirler. Uzun ömürlü ideolojiler olabilir. Yahut kendi içinde yeni idealar var eden, onları içinde yutan dev canavarlar misali ideolojiler olabilir. Lâkin ideolojilerin de aktif olarak var olduğu bir zaman dilimi vardır. Tanzimat treni bütün arızasıyla hâlâ ağır aksak ilerlerken, modernden uzak olmak bir yana tam da modernin kendisi iken ve ölümden azade olmadığını bilerek; Tanzimat treninin süregelen zihniyetine nasıl bakacağız?

Öyleyse, Tanzimat nedir? Onu nereye koyacağız? Başlı başına bu soru bile uzun uzadıya su götürecek bir tartışmadır. Sebepleri şunlardır: Tanzimat’a nasıl baktığımız ve onu nasıl algıladığımız, belleğimizde konumlandırdığımız ideolojilerimize göre şekillenmeye müsaittir. Yine, Tanzimat’ı nasıl anladığımız ya da Tanzimat’tan ne anladığımız dünü ve bugünü belirleyecek bir istikamet tayin edecek potansiyele/kudrete sahiptir.

Celaleddin Rumî’nin dediği gibi muhakkak “dün dünde kalmıştır” ancak geride kalan ‘dün’ü belirleyecek olan ‘bugün’den başkası değildir. Bugün, Tanzimat’ı nasıl konumlandırdığımız dünü belirleyeceği gibi yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin ne idüğünü belirleyecek; bununla da kalmayıp Ak Parti döneminde de telaffuz edilen yeni Türkiye’yi anlamağa da yarayacaktır. Necip Fazıl’ın vecizesini dönüştürürsek, “Abdülhamid’i anlamak Tanzimat’ı anlamak; Tanzimat’ı anlamak yeni Türkiye’yi anlamak olacaktır.” Dolayısıyla, Tanzimat’ı anlamak bir rejim meselesidir. Sözünü ettiğimiz rejim, en dar anlâmından en geniş anlâmına kadar her bir anlamı kapsamaktadır. Rejimin dar anlâmı olarak düşünebileceğimiz Türkiye Cumhuriyeti rejiminden, çok daha geniş bir perspektifle ele alınabilecek olan İbn-i Haldun literatürüyle uzun erimli (longue düreé) bir medeniyet rejimine uzanabilecek bu çerçevenin içerisinde Tanzimat esasında yalnızca bir halkadan ibarettir. Tanzimat’ı bugün kıymetli ve ayrıcalıklı kılan yüzyıllar boyu süren medeniyet paradigmamız içerisinde hâlen içinde bulunduğumuz halka olmasıdır. Tanzimat, bugün için zincirin sırrını çözmeğe yarayacak bir hareket noktası olma işlevinden ötürü müstesna bir role sahiptir.

Tanzimat’ı nasıl konumlandıracağız, onu nasıl tanımlayacağız diyorduk. Eğer ki Tanzimat bir ideoloji olamayacak genişlikte mücerret bir kitleyse ve Tanzimat’ı bir dönemin adı olma basitliğine indirgemezsek; Tanzimat’ı nasıl göreceğiz? Tanzimat’a nasıl bakarsak onu doğru düzgün, bütün anlâmlarıyla, yanılmadan görebiliriz?

Tanzimat bir mayadır. Onun genel esası elle tutulur, sabit bir veri değeri taşımayan lâkin ruhun bedene nüfuz etmesi gibi coğrafyanın toprağına ve o topraktan neşet eden kuşaklara sirayet ediyor olmasıdır. Hamura bütün lezzetini, kişiliğini, elastikiyetini veren nasıl ki mayasıysa yahut mayasız hamurun ömrü nasıl ki kısa olursa; Tanzimat’ın dünden bugüne üzerimizdeki belirleyiciliğini böylesi bir nispette değerlendirmek elzemdir. 1800’lerden itibaren Osmanlı Devleti’nin ruhunda yer edinmiş, mevcut ruhu beslemiş, dönüştürmüş ve nihayet yerini almıştır.

Eski maya, daire-i adalet idi. Adalet dairesi, coğrafyanın topraklarından maya olarak gitgide çekilmiş ve Tanzimat mayası topraklarda daha da tebarüz etmiştir. Yeni kurulan devletin vaat ettiği ruh, Tanzimat’ın mayasını bozmaya kâdir olamamış ve Sultan İkinci Abdülhamid döneminde atılan tohumlarla Türkiye Cumhuriyeti’nin ruhunu da Tanzimat mayası ekseninde dönüştürmüştür.

Tanzimat diye fikrî ve kültürel açıdan ziyadesiyle mümbit bir dönem olduğunu hep birlikte tasdik ettiğimiz bu muğlak mefhuma, başını sonunu tayin etmekte zorlandığımız bir dönem olarak bakmaktan vazgeçip; Tanzimat’a daire-i adalet prensibinin modern bir devamı olarak baktığımızda; o günlerden bu zamana uzanan bambaşka bir bağlam ve süreklilik göreceğiz.

Dolayısıyla, kıyıda köşede kalmış ve ulaşım imkânları son derece sınırlı kalmış daire-i adalet kavramını salt bir tarihçi malzemesi/terimi olmaktan çıkararak işe başlayabiliriz.

Kategoriler
matbuat

Tanzimat Çağrışımları

Tanzimat’ın ilk çağrışımı ‘yeni’dir. Dolayısıyla, Osmanlı geç dönem siyasetinde karşılaşacağımız ilk ‘yeni’ olan Nizâm-ı Cedîd ile Tanzimat’ın başladığını ifade edebiliriz. Peki, bize Tanzimat’ı hatırlatan bu ilk ‘yeni’ neydi? Sözünü ettiğimiz bu ‘yeni’ ne şekilde ve hangi konularda tecessüm etmiştir?

Hiç şüphesiz, Tanzimat’la gündelik ve siyasal hayatımıza giren bu ‘yeni’nin taşıyıcı lokomotifi teknikti. İlk reformların çoğu askeri sahada fakat birer teknik gelişme olarak Osmanlı insanının hayatına girdi. Hatta, ilk yeniliklerin çoğu doğrudan doğruya Osmanlı insanının gündelik hayatına nüfuz etmedi. İlk teknik yenilikler, çoğunlukla askeri sahada olduğundan, Osmanlı askeriyesi ve bürokrasisi içinde gerçekleşti. Ancak II. Abdülhamid dönemine geldiğimizde, başta saat kuleleri ve fotoğraf olmak üzere söz konusu teknik yenilikler Osmanlı insanının gündelik ve sosyal hayatına temas eden bir enstrüman hâline geldi.

Tanzimat’ın teknik gelişme kadar mühim yeniliklerinden birisi de anayasal ve siyasal haklar hususundaki yeniliklerdir. Teknik gelişmeyle Osmanlı insanının hayat perspektifinin tevessü etmesiyle irtibatlı olarak Osmanlı insanı özgürlükler ve yurttaşlık hakları konusunda daha fazla talepkâr olmuştur. 1876 Kânûn-ı Esâsî’sini böyle görmek gerekir. Ancak anayasal ve siyasal hakların teknik gelişmenin arkasından ve ardından geldiğini ifade etmek gerekir. Bizde, teknik gelişmenin tecessümü demokrasi gibi taleplerden daha öncedir. Büyük Britanya’da da Magna Carta’yı saymazsak bir nebze bu şekildedir ve Sanayi Devrimi’nin var ettiği ekonomik güçle beraber anayasal ve siyasal haklar gelişmiştir. Buna mukabil, Fransız modernleşme tecrübesinde teknik çok fazla belirleyici olmamıştır. Fransız Burjuva Devrimi 1789 senesinde daha ziyade sınıfsal bir çatışmadan ortaya çıkmıştır.

Dolayısıyla, şu şekilde bir tespitte bulunabiliriz: Türk siyasi kültürünün esas karakteri değişim motivasyonundan ziyade sürekliliktir. Fransız tecrübesinin aksine, Türkiye tecrübesi belirli inkıtalar üzerinde inşa edilmemiştir. Anlaşılacağı üzere, Türk siyasi kültürü devrimler kültürü değildir. Bununla beraber, teknik icâtların halkın hayatını değiştirdiği de bir gerçektir.

1800’lü yıllarda teknik tedricen artan bir şekilde dünyada olduğu gibi Osmanlılarda da etkisini artırmıştır. Ancak tekniğin gücü büyük ve ani devrimlere sebep olmamıştır,fakat Osmanlı toplumundaki politik atmosferi, sosyal ve entelektüel hayatı tedrici olarak değiştirmiştir. Sultan II. Abdülhamit dönemi tekniğin gücünün zirveye ulaştığı günlerdendi.

Tanzimat’ın çağrıştırdığı en önemli kavramlardan biri olan tekniğin ayırt edici vasfı insanların, ya da kitlelerin hayatlarını standardize etmesidir. Farklı fikirlerde görünseler dahi tekniğin dünyasında insanların hayatı birbirine benzer bir hâle gelmiştir. Bu, tekniğin standardizasyonudur ve tüm insanlara teknik kendi ideolojisini dayatır. Dolayısıyla, şöyle söyleyebiliriz: Tanzimat’ın çağrışımı olan anayasal ve siyasal özgürlükler tekniğin dünyasında birer kazanım olarak silikleşir. Tanzimat Osmanlısında bireyler özgürleşmiştir; tebaadan vatandaşa bir geçiş olmuştur. Ancak tekniğin tektipleştirici standardizasyonu içerisinde bu anayasal ve siyasal haklar olmasını gerektiği yere Osmanlı insanını getirebilmiş değildir.

Bu sebeple, Osmanlı geç dönemine ait Tanzimat lafzından söz edildiğinde her şeyden önce yeniliğin teknikle tebarüz ettiğini bilmeliyiz. Teknik icâdın ve gelişmelerin akabinde, Tanzimat, bize anayasal ve siyasal özgürlüklerle gelen, – eski tebaa sisteminden farklı ancak hâlen tam manasıyla yurttaş bilincinin oluşmadığı yeni ve sofistike bir Osmanlı toplum yapısını hatırlatmaktadır.

Bugünkü Türkiye’nin sosyal ve toplumsal formasyonunda, en az tek parti dönemi kadar Tanzimat modernleşmesinin etkili olduğunu bilmek gerekir. 1908 yılı İkinci Meşrutiyetin ilânı, 1921 Birinci Meclisin ve 1924 İkinci Meclisin kuruluşu kadar önemlidir.

Kategoriler
matbuat

Arızalı Tanzimat Treni

Tanzimat’tan bugüne kalkan bir tren var. O trenin makinisti yahut üreticisi acaba bunca zamanın kilometresini devirecek sağlamlıkta bir icât ileri sürdüğünün ya da yaptığının farkında mıydı? Tanzimat’tan kalkan treni yeni bir devletin kurulması dahi deviremedi.

Tanzimat, içimizde ve zihinlerimizde kanlı canlı yaşıyor. Yahut şöyle söylemek daha münasip olur: Bizatihi Tanzimat devrinde yaşıyoruz. İki yüz seneye yakın bir zaman dilimi geçmiş de olsa hâlen Tanzimat aklıyla düşünüyoruz. Amel ederken bu aklın gerekliliklerine uygun olarak hareket ediyoruz. Henüz dimağlarımızda başkaca düşünmenin yolunu bulmuş değiliz. Yeni bir zihniyet inşası, düşünme sistematiği olmaksızın Tanzimat’ın ayağını kaydırmak olanaksız. Zaten, Tanzimat da bütün kudretini sahip olduğu yeni düşünce geleneğine borçlu değil mi?

Koca Mustafa Reşit Paşa’yla kurulduğunu kabul ettiğimiz Tanzimat’ı Fuad ve Âli Paşaların geliştirdiğine ve nihayet Sultan İkinci Abdülhamid’in bu garplı mefhumun kökünü kazıdığını biliyoruz. Gündelik olaylara bakarak ve belirli dönemleri referans alarak yapılacak bir tarihsel tasnif kendi içinde tutarsız da değildir. Lâkin bu sığ yaklaşımın tutarlılık arz etmesi bize dünü ve bugünü anlamağa yarayacak bir imkân vermekten uzaktır.

Tanzimat’ın ilk kökenlerini Sultan III. Selim ve II. Mahmud’un saltanat döneminde aramak gerekir. On yıllar süren bir tükenmişliğe, tagayyüre ve azan fesada yönelik bunu defetmeğe yönelik ilk nüve nerede ise Tanzimat’ın kökü oradadır. Dolayısıyla, Tanzimat’ı marazı giderme ve kötü gidişata son verme olarak görebiliriz. Bunun görünen en kuvvetli belirtisi de Yeniçeri Ocağı’nın ilgâ edildiği İkinci Mahmud’un dönemine tekâbül etmektedir. Osmanlı’da marazayı gidermeye yönelik böylesi bir çaba içerisine giren saray eliti, saray şairi yahut bir paşa daha evvelde var mıydı, bunu şimdilik bilmiyoruz.

Aslına bakılırsa, Tanzimat’ın başlangıç zamanını tayin etmekten daha mühim olan “Nasıl olur da Tanzimat treni bunca zamana direnerek dönemler, kişiler, iktidarlar, devletler, objeler, teknolojiler, kılık kıyafetler, kitaplar, şairler ve burada hepsini zikretmenin olanaksız olduğu nice pek çok şey değişse dahi sabit kalıp güzergahında seyredebilmiştir?” sorusudur. Esas peşinden gidilmesi lazım gelen soru bu olmalıdır. Tanzimat’ın başlangıcı, Osmanlı Devleti’nin içinde olduğu ‘felaketi’ defetmek derdiyle harekete geçilen ilk nüvededir. Bunu bilmek kâfidir. İlk nüvenin ‘ne zaman’ ve ‘nerede’ olduğunu tayin etmek sürekli bir ‘değilleme’ ihtimâlini barındıran bir tarihçi işidir.

Sultan II. Abdülhamid bir Tanzimat düşmanı mıydı? Yoksa, Tanzimat’ı o günlerden bu yana taşıyan başlıca aktörlerden miydi? İkincisi daha muhtemeldir. Necip Fazıl’ın dediği gibi “Abdülhamid’i anlamak her şeyi anlamak olacaktır.”

Abdülhamid’in iktidar yıllarını anlamaksızın Tanzimat’ın, – günümüz Türkiye’sini de kapsayarak, bu coğrafyanın kodlarına ne denli kuvvetli ve hangi yollarla yerleştiğini anlayamayacağız. Şöyle diyebiliriz: II. Abdülhamid’le beraber temelleri atılan ve o günden bugüne gelişen ‘çevre’ (periphery) de Tanzimat zihniyetinin en büyük taşıyıcısıdır.

Yeni Türkiye Cumhuriyeti devleti keskin bir kırılma vaadiyle Tanzimat zihniyetini bitirmek anlamında yepyeni bir imkândı. Lâkin geride kalan bir kırılma değil, adaptasyon mânâsına gelecek olan zarûri bir geçiş oldu. Böylece, yeni Türkiye, II. Abdülhamid’den ve önünü açtığı (karşılık bulduğu) ‘çevre’ ile birlikte Tanzimat zihniyetinin önemli bir taşıyıcısı oldu. İroniktir ki Tanzimat politikalarını bir süre usulca ettirip oyunu kurullarına göre oynamayı tercih eden Sultan II. Abdülhamid; ‘istibdadıyla’ bu Batıcı ve Osmanlıcı hareketin baş hasmı olmasına rağmen Tanzimat’ı bir zihniyet olarak ileriye taşımış oldu. Bunda zaman içinde Tanzimat değerlerinin II. Abdülhamid ve taraftarı ‘çevre’deki sessiz yığınların çıkarlarıyla varoluşsal bir benzerlik göstermesinin yadsınamayacak bir payı vardır.

Bir diğer paradoks ise yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti ve elitleri için Tanzimat’ın, II. Abdülhamid ve ‘çevre’sinin aksine ontolojik olarak ters düşse dahi yeni Türkiye’nin Tanzimat zihniyetinin taşıyıcısı olmuş olmasıdır. Bunun sebebini de yeni devletin tabandan değil, tepeden inmeci jakoben bir devrim olmasında aramak gerekir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu bir taraftan jakoben bir devrim olsa da milli mücadelenin ana unsuru olan halk ‘çevre’den gelmişti ve tam da bu sebeple Tanzimat zihniyeti yok olmayarak kendini devam ettirebildi.

Dolayısıyla, II. Abdülhamid saltanatıyla muhatap bulan ve sesi daha fazla duyulur olmaya başlayan ‘çevre’, Türkiye Cumhuriyeti’yle beraber uzun yıllar sönümlenerek sessiz yığın hâline gelmiş ve modern Türkiye’nin siyasal tarihi içinde zikredebileceğimiz birçok hadiseyle beraber kabuğundan sıyrılarak kaldığı yerden Tanzimat’ı ve zihniyetini var etmiştir.

Modernlikler ve Tanzimat arasındaki bağıntı iyi kurulmalıdır. Bu irtibatın arkasından karşımıza Tanzimat zihniyeti ve bu zihniyetin esasları çıkacaktır. İçinde bulunduğumuz coğrafyada ‘modern’ sözcüğü telaffuz edildiğinde aslında Tanzimat’ın kastedildiğini bilmeliyiz. Bu ülkede, ‘modern’den anladığımız dünyanın geri kalanından ve Avrupa’dan başkadır. Modernliğin bize mahsus ifadesi olarak ‘Tanzimat’ sözcüğünü kullanmak pek de yanlış olmayacaktır.

2000’li yıllarda entelektüel alışkanlıklarımız çokça Tanzimat’ı hatırlatıyor. Bu yönüyle, 2000 sonrası Türkiye siyasal ve kültürel realitesi yeni bir Tanzimat’ı hatırlatıyor. Türkiye aydını ve intelijansı tarihsel kökleriyle ve tabii olarak Tanzimat hafızasıyla davranış gösteriyor. Tanzimat aydınlanması tamamıyla yanlış değil ancak bir milletin en çok yozlaştığı dönemlere tekabül ediyor.

İlâveten şunu da söylemek mümkün: Tanzimat, bu ülkede ilk defa Türkiye milletinin tebarüz ettiği, bir kimlik olarak tecessüm ettiği ve nihayetinde de Millî Mücadele yıllarındaki fedakârlığı ve mücadelesiyle inkişaf ederek kendini yeniden var ettiği paradigmanın ve mefhumun adıdır. Düşünüş biçimlerimiz ve davranışlarımızla Tanzimat devrinden kurtularak arızalı Tanzimat treninden inmeliyiz. Bugüne mahsus, yeni ve ikinci milenyum çağına ait bir entelektüel vizyon geliştirmeliyiz.

Kategoriler
matbuat

Kelimeleri Eğip Bükmek

Neden ve nasıl yazıyla muhatap oluyoruz? Yazı işinin hem bir yazılma boyutu var hem de okunma ve idrâk edilme süreci. Harfler, heceler, kelimeler ve cümleler; yazıyı yazanın ve okuyucunun perspektifleriyle yepyeni anlâmlar kazanır. Böylece entelektüel bir düşünme ve tahayyül imkânı vücut bulur. Yazar ve okuyucu arasındaki bu duygu ve fikir rabıtası entelektüel bir inkişafı mümkün kılar.

Yazı yazma temrini süreklilik ister. Yazmak meşakkatli bir uğraştır. Yazı yazan bir kimse zamanla kelimeleri eğip bükmeyi ancak bu yontma işlemi sonrasında dosdoğru ve dimdik bir entelektüel havsala oluşturmayı bilecektir, kuşkusuz. Kelimeleri eğip bükmek gerçek hayatın aksine metni özgürleştirici bir tavırdır. Kelimelerin yontulması mânâyı daraltmak ve kişisel prensiplerin üstünü çizmekten ziyade; bir yapboz (puzzle) resminin parçalarını tamamlamak içindir. Başka bir ifadeyle, yazı yazan kimse bir kil ustasının çömleğe şekil vermesi gibi kelimelerle oynar, kelimeleri yontar ve sözcüklere yepyeni anlâmlar kazandırır. Nihayetinde, tek başına pek bir şey ifade etmeyen parçacıklardan bir fikir ya da intiba ortaya çıkar.

Dolayısıyla, yazı ve fikir… Birbirini takip eden ve kovalayan iki ayrı kavramdır. Kelimelerle düşünceye varlık kazandırırız. Düşünce, kelimelerle ortaya çıkar. Sözcükler bir araya gelerek üslubu belirler. Fikir, yazıyı var eden ilham ve üslup birbirleriyle sürekli irtibat hâlinde olan ancak aynı eksende birbirleriyle ilişki içerisinde olamayan üç ayrı unsurdur.

Walter Benjamin’in şu tespitine de katılmamak mümkün değildir: “Düşünce ilhamı öldürür, üslup düşünceye gem vurur, yazı üslubu ödüllendirir.” Fakat nadir durumlarda ilham, üslupla beraber varlık kazanabilir. Ya da yazı üslup vasıtasıyla normalde olduğundan bambaşka bir suretebürünebilir.

Şimdilerde, yapay zekâ vasıtasıyla yazı ve makalelerin terkip edilebildiği zamanlarda, fikir kadar önemli olan bir başka unsur ise üslup ve biçim. Maddi bilgiyi yapay zekâ sayesinde elde etmek pek kolay. Yine, düşünceye dair kitabi bilgileri de keza mümkün. Fakat düşünceyi, – kelimelerin anlâm süzgecinden geçmiş kavramsal ve teorik düşünceyle hemhâl etmek aynı şekilde mümkün değil. Üslup ve biçim konusunda yapay zekânın birtakım marifetleri olduğunu belirtebiliriz ancak bu hiçbir zaman bir yazarın üslubunu ve biçimselliğini teşkil edecek bir ‘biricikliğe’ ve ‘özgünlüğe’ kadir değil. Yapay zekâ birçok yazarın yerini tutabilir ancak iyi ve işinin ehli yazarları değil.

Arama motorlarının ve yapay zekânın bize bilgiyi ve yazıyı sağlayabildiği bir dünyada; yazı yazarına mahsus bir özgünlüğün, üslubun, biçimselliğin önemli olduğunu ifade etmek ve bu ‘biricikliğin’ kıymetli olduğunu belirtmek istiyorum. Yapay zekâ, herhangi bir dilde bir bilgisayar programı yazmak hususunda muktedirken; özgün, kendine münhasır ve kişilikli bir edebi metni elde etmek için iyi yazarlara ihtiyaç duyarız.

İçinde yaşadığımız ikinci milenyum çağında, kelimelerle dans ederek yahut güreşerek; ve okuyucuya yeni seslenme biçimleri/kurguları bularak kendimize ait bir yazın dili bulabiliriz. Bu yüzden, kelimeleri eğip bükmektenbahsediyorum. Artık dilin bize tanıdığı kurallı yahut kural dışı imkânları kullanabilmektir yine bize iyi ve kalburüstü bir metni sağlayacak olan.

Son zamanlarda okuduklarım arasında dikkatimi çeken, çeviri metinler olmasına rağmen Louis-Ferdinand Céline’nin ve Thomas Bernhard’ın yazdıkları oldu. Birisi Fransız, öteki Avusturyalı… Ne kadar da üslup ve tavırlarıyla benzemişler birbirlerine. Her iki roman yazarı da üslubuyla dilin imkânlarını kullanmak konusunda oldukça becerikli ve işinin eriler.

Yazıdan söz açılmışken… Yazıyı bir araya getirenler harfler ve kelimeler. Yazının icâdından bu yana binbir çeşit kültür havzasında çok sayıda farklı diller konuşulmuş ve alfabeler yazılmış. Hâliyle, geçmişten bugüne dünya üzerinde birbirlerinde farklı bambaşka şekillerde harfler ve alfabeler bulunuyor. İşte, bize dünyadaki bütün kültürlerin yüzyıllar boyunca kullandığı alfabeleri ve yazıların terkibi bir kaynak kitabı da burada zikredelim: Carl Faulmann, Yazı Kitabı: Tüm Yerkürenin, Tüm Zamanların Yazı Göstergeleri ve Alfabeleri. (çev. Itır Arda), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2015.

Kategoriler
matbuat

Kurtların ve Tabiatın Bağışladığı Mehmet

Başka bir kitapla devam etmek isterim: Kıymetli yazar ve şair büyüğüm Ali Ayçil’in Karşı Roman kitabı. İletişim Yayınları etiketiyle iki bin yirmi dört yılında bu kısa roman yayınlandığında hemen bir tane satın aldım. Birkaç sayfasını okudum ancak hikâyeye bir türlü dahil etmedi beni roman. Şimdilerde, yeniden okuyorum ve kendimi hikâyenin ya da Savunmanın içinde buldum.

Ali Ayçil, Mehmet Manas karakteri üzerinden çocukluk günlerinden, üniversitede tarih okuyan delikanlılık zamanlarına ve nihayet İstanbul’da bekâr hayatı yaşayan bir entelektüel karakterine bürünerek, kendi hayatını irdeliyor.

Romanda, çocukluğundan beri soğuğa ve yürümeye mecbur bırakılmış ve bu yüzden yürümekten nefret eden Mehmet Manas karakterinin, İstanbul sokaklarında, – en çok da Bağlarbaşı metro istasyonu etrafında çokça yürüdüğünü, bu yürüyüşler sırasında Savunmasını paradoksal bir biçimde var ettiğini ayrıca belirtelim.

Karşı Roman, taşra ile İstanbul’da yaşamanın başarılı bir mukayesesini yapıyor. Köy hayatıyla İstanbul’un modernleşmesi karşı karşıya geliyor. Bir tarafta Erzincan’ın Armıdan köyünden Hagop Mintzuri ve Köy Derneği Başkanı Mümtaz Taşoluk; öbür tarafta Mehmet Manas ve Berna’nın bütün bu hayatlara ve kendi hayatlarına dış gözle bir bakışı. Bu dışsal gözle bakışın modern bir gözlükle olduğuna şüphe yok. Modern gözlük diyorum çünkü Mehmet Manas’ın kendi gözleri taşrada yaşadığı yılların köylülüğünü taşıyor ancak İstanbul’da ‘modern bir gözlük’ takarak Mehmet Manas bambaşka bir İstanbul hayatı yaşıyor.

Karşı Roman’ın satır aralarında sıklıkla İstanbul’un semtlerinin, caddelerinin, sokaklarının, camilerinin ve mezarlıklarının ismiyle karşılaşıyoruz. Mehmet Manas karakterinin evinin olduğunu tahmin ettiğimiz Surp Haç Ermeni mezarlığının karşısındaki cihette, Nuh Kuyusu Caddesi üzerindeki ara sokaklardan birinde olan Güçlü Apartmanı da Ayçil’in romanında sıkça dile getirdiği muhitlerden.

Yine, Ali Ayçil başka romanlara, roman karakterlerine ve yazarlarına gönderme yapmayı ihmal etmemiş. Bu tarzda bir metinlerarasılık yöntemine başvurmanın Karşı Roman’a pek yakıştığını söyleyelim. Böylelikle, Ali Ayçil, verdiği atıf ve referanslarıyla Türk ve dünya edebiyatı literatüründeki rüşdünü de ispat ediyor.

Ali Ayçil, Karşı Roman’da kullandığı dil ve üslup bakımından bana Orhan Pamuk’u hatırlattı. Kitabı okurken küçük hacimli bir Orhan Pamuk romanı okuyor olduğum hissine kapıldım. Belki de bu hissin sebebi Ali Ayçil’in de kendini Tanpınar geleneğine ait hissetmesi. Zaten, Orhan Pamuk’un romanlarını okumuş bir Türkiyeli yazarın kendi yazınlarında bu üsluptan detaylarda esinlenmesi ve ilham alması çok muhtemeldir. Ayçil, romanında, Orhan Pamuk’un aksine bölümleri, karakterleri, mekânı ve zamanı birbirinden sarih bir biçimde ayırmamış. Bütün karakterler ve mekânlar hücuma kalkan bir ordu gibihep birlikte okuyucunun karşısına çıkıyor. Öte yandan, satırlar ilerlerken hücuma kalkan bu yekûn; kişiler, mekânlar ve hikâyeler vasıtasıyla girift bir labirente dönüşüyor.

Romanın yazılış biçimi hakkında da birkaç kelâm etmek isterim. Karşı Roman’ı üsluba ve biçime dair eleştirel bir cihetle okurken romanın ne şekilde yazıldığını merak etmekten kendimi alamadım. Eğer ki hislerim beni yanıltmıyorsa, Ali Ayçil,bu romanı ‘bir çırpıda’ yazmış ve metne daha sonradan çok fazla bir cerrahi müdahalede bulunmamış. Gerçi, kendisi romanda, “ayrıntı insanıydım” (s.100) diyor. Muhakkak ki ilk yazımdan sonra roman metni üzerinde birtakım tashihler yapılmıştır ancak metin, üslubunun akıcılığı ve birtakım çelişki gibi görünen biçimsel özellikleriyle, ham metnin orijinalitesi hissini ve güvenini veriyor.

Ali Ayçil’in âdeta bir karşıtlıklar ve ikilemler romanı yazdığını söyleyebiliriz. Karşı Roman’da birçok ikilik var: Karaşın ve Sarışın, Ölüm ve Parfüm, Kırıkkale ve Parabellum, Henkür ve Menkür, Erkek ve Kadın, Tanrı ve Uhut, Dağ ve Tepe, Mümtaz ve Pervin Taşoluk, Ecevit ve Rahşan Hanım, Süleyman Demirel ve Nazmiye Hanım.

Yine, Umut Yayın ve Kitabevi’ndeki ‘Krallar Masası’nda da ikilikler devam ediyor: Sağ ve sol, siyah ve beyaz, iyi ve kötü, vasat zekâ ve zekâ, erkek ve kadın, şair ve hikâyeci, okur ve yazar. ‘Krallar Masası’ bütün bu ikiliklerin ‘hürce’ karşılaştığı bir ortam. Ali Ayçil’in ‘Krallar Masası’ndaki olayları ve sahneleri başarılı bir tasvirle birçok edebiyat erbabına nostaljik gelecek bir surette anlattığını belirtelim.

Ali Ayçil’in baş karakteri Mehmet ManasKarşı Roman’da anlatılan hayat hikâyesinde hep bir hayatta kalma (survival) mücadelesi içerisindedir. Belki de Mehmet’in hayatta kalması ve yaşıyor olması bir talihten ibarettir. Ali Ayçil şöyle sıralıyor kurtarıcılarını: “Aklımı çift kanatlı kapının arkasındaki kütüphane, bedenimi kurtlar ve tabiat, ruhumu annem korudu diye söylendim; dört koruyucum oldu, asla daha fazlası değil.” (s.55) Evet, ilk çocukluk günlerinden itibaren Mehmet Manas’ın hayatını bağışlayan, hatta bir ‘karşı tarih’ insanı olarak onu koruyan kurtlar ve tabiat olmuştur. Bu hayatta kalma mücadelesi varoluşsal kaygılar taşımanın da ötesindedir.

Ali Ayçil’in Karşı Roman’da “Bir şehir” başlıklı bölümün ayrıca dikkatimi çektiğini ifade etmek isterim. Bu bölümde, Ayçil, buram buram memleket kokan bir Erzurum tasviri yapmış. Güzel bir şekilde de yapmış, üstelik. Yani, Karşı Roman yalnızca bir ‘karşı tarih’ anlatısı geliştirerek ‘İstanbul iyi, taşra berbat’yaklaşımına sığınmıyor. Payitaht şehri İstanbul’un modern ve medeni imkânlarının karşısına; Anadolu’nun kardeşliğini, ahlâk timsali kadınlarını, edeplerinden yüzlerini kızaran delikanlılarını, elleri kınalı genç kızlarını, kurnalarından buz gibi sular akan çeşmelerini koyuyor. İyi de yapıyor, Ali Ayçil.

Karşı Roman için taşradan İstanbul’a uzanan ‘sıradan gibi görünen bir hayatın’ anlatısı diyebiliriz. Ali Ayçil, bu romanıyla bana, sırf yaşamaktan dolayı acı çeken bir adamın acısını hatırlatıyor. Öyle bir acı ki bu, yaşıyor olmaktan ve öğrenerek büyümekten mütevellit. Mehmet Manas’ın acısı roman okuyucularının acılarıyla bir araya geliyor, büyüyor ve roman içindeki labirent tam bir keşmekeşe dönüşüyor.