
bir gece yarısı, ansızın, o vakti unutmak mümkün mü?
iki vagon arasından kurgulanmış bir rüyâ. hiyeli hayâle katık etmiş, tam kumarbaz işi.
kim vardı, kim? hercai yüreğim.

bir gece yarısı, ansızın, o vakti unutmak mümkün mü?
iki vagon arasından kurgulanmış bir rüyâ. hiyeli hayâle katık etmiş, tam kumarbaz işi.
kim vardı, kim? hercai yüreğim.

Halil İnalcık’ın öğrencileri Hoca’nın bu sözcüklerine ve anlattıklarına aslında oldukça aşina. Sohbetlerimizin birinde İnalcık Hoca birdenbire durdu ve bu şekilde başladı konuşmasına: “Son zamanlarda beni sevindiren vatandaşlarımın Türkiye’de…”
“Dünyaca tanınmış” lafını açıklamak istiyorum, “neden dünyaca tanınmış?” diye söze başlayan Halil İnalcık Hoca, Batı’nın Türkiye tarihini alışılmış bir ‘Haçlı zihniyeti’ gibi küçümseme gayreti içinde olduğunu söylemişti. Ardından, son yıllarda çıkan bir kitaptan da bahseden İnalcık Hoca, Herbert Adam Gibbons’un “Osmanlılar büyük bir imparatorluk kuracak çapta değildiler. Kendilerine iltihak eden Hıristiyanlar, özellikle de Bizanslılar bu devleti kurmuşlardır.” söyleminin sürdürülmesinden şikâyet etmişti.
‘İlmi çalışmalar’ deyince İnalcık Hoca kısa bir dünya turuna çıkıyor. Balkanlar’daki ilgiden, son zamanlarda Arapların ilgisinden söz eden Hoca, Arapça ve Farsça’ya yapılan tercümelerden, – verildiğinde artık Bilkent’teki evinden uzaklara pek de gitmemeye başladığından gidip de alamadığı gün henüz hafızamda pek taze olan, Arap dünyasının Nobel’i olarak tanımladığı Kral Faysal Ödülü’nün İslam tetkikleri alanında kendisine verildiğini hatırlatıyor. Yine, elbette yabancı akademilerin tevdî ettiği üyeliklerden ve fahri doktoralardan…
Hoca’nın son sözleri belki de bir ömürlük gayretin en çok anlaşılmasını arzu ettiği kısmı: “Vazifemi yapmış bir insanın rahatlığı içindeyim. Batı’ya kendi milletimin, kendi devletimin tarihini şimdi öğretici vaziyetteyim.”
Konuşma kaydının tam tarihi ne yazık ki arşivimin özensizliği sebebiyle muamma. Ancak yanlış hatırlamıyorsam Hoca’nın vefâtından önceki bir sene içinde olmalı. Eylül-Ekim 2015 civarında olması kuvvetle muhtemel. Hoca’nın doğum günü vesilesiyle düzenlenen merasimden birkaç gün evvel de olabilir. Hızlandırılmış bölüm anlaşılacağı üzere özel bir telefon konuşması.
Rahmetli Halil İbrahim İnalcık Hoca’nın vefât günü devrileli bir yıldan fazla oldu. Hoca’nın kendi sesinden ‘vatandaşlarına hitabı’ onu özleyen öğrencileri için kısa bir yolculuk olur, temennisiyle.

“İnsan, kendisini, ötekini, etrafında olup biteni anlamak için, başkalarıyla iletişim kurmak için, duygu ve düşünceleri anlatmak için, kötülüklerin önüne geçip iyilikleri yaygınlaştırmak için, bir ideali yaymak için, rüyasını gerçekleştirmek için, dünyasını ortaya koyabilmek için, anlamak ve anlaşılmak için, kendini onarmak için, düşüncelerini görünür kılmak, düzene sokmak ve bir disiplin içinde düzenlemek için gibi pek çok nedenle yazı yazar. Yazı sadece kendini anlamak, yüzleşmek değil, başka yüreklere dokunmak, başka yüreklerde serüvene çıkmak, başka insanların rüyasını görmektir. Ötekinin dünyasını anlamak, aktarmak çabasıdır.”
Necip Tosun, “Yazı ve Hayat”. İtibar, Ağustos 2017.
istanbul fazla özletiyor kendini.
içinde iken daha çok bütünleştiriyor. o taşın yüzeyindeki kavis, biliyorsun ki ellerin de değdiği için yoğrulmuş. istanbul’un taşları ellerinde ipeklenmiş. vaziyet bu olunca kent ve aidiyet üzre kurduğun ilişki de başkalaşıyor.
kentin sokaklarını arşınlarken yere ne denli sağlam bastığını hissetmekle alakalıdır biraz da kentle kurulan ilişki. müdavim ve misafir olmak arasında beliren cesaret ve çekingenlik arasında kurulur kentlilik, yerlilik ve aidiyet daireleri.
öyle ki ben geçmişte tek başına hatrıma bile düşmeyen parçaları okşamayı pek özlemişim. binbir köşeye saçılmış parçaların var ettiği bütünü.
gel artık, diyor.
‘gel’ demekle kalmıyor. yüreğimden kopan bin parça ‘git artık’ diyor.

Sahteciliğin çekiciliği. – Mutfak personeline duyulan bir amor intellectualis [düşünsel aşk] vardır, kendilerini kuramsal çalışmalara ya da sanatlara adamış kişileri hep bekleyen bir tehlike, bir tür günaha çağrı: Kendilerine yönelik tinsel taleplerini gevşetme, standartlarını düşürme ve hem konularında hem de ifade biçimlerinde, salim zihinle reddetmiş oldukları her türden kötü alışkanlığa yeniden dönme çağrısı. Aydın için kültür alanında bile artık hiçbir sabit, garantili kategori kalmamıştır, günün hayhuyu da binlerce talebiyle zihinsel yoğunlaşmaya müdahale etmektedir, bu yüzden bugün biraz olsun kaydadeğer bir şeyler ortaya koyabilmek için harcanması gereken çaba nerdeyse hiç kimsenin altından kalkamayacağı kadar ağırlaşmıştır. Uyumluluğun bütün üreticilerce hissedilen basıncı da aydının kendi standartlarını düşürmesine yol açan bir başka etmendir. En genel anlamıyla zihinsel öz-disiplinin merkezidir bugün çözülme sürecine giren. Kişinin düşünsel yeterliliğini oluşturan tabular, bütün o yaşanmış deney birikintileri ve açıkça dile getirilmemiş sezişler, her zaman birtakım iç dürtülere karşı mücadele halindedirler; mahkûm etmeyi öğrendiğimiz ama ancak sormayan ve sorgulamayan bir otorite tarafından kontrol altında tutulabilecek kadar güçlü dürtülerdir bunlar. İçgüdüsel yaşam için geçerli olan, zihinsel yaşam için de geçerlidir: Belirli bir renk ya da ses bileşimini bayağı ve yavan bularak kullanmaktan kaçınan ressam ya da besteci de, bazı basmakalıp ya da bilgiççe ifade biçimlerinden acı duyan yazar da, aslında kendi içindeki bir bölgenin bunlara doğru aktığını bildiği için bu kadar şiddetli bir tepki gösteriyordur. Bugünkü kültürel çamuru yadsıyabilmek için, parmak uçlarımızda uyandırdığı o rahatsız edici kaşıntıyı duyabilecek kadar ona bulaşmış, ama aynı zamanda onu reddedebilecek gücü de yine bu bulaşma içinde kazanmış olması gerekir. Bu güç kendini bireysel direnç olarak ortaya koysa da sadece bireysel bir olgu değildir: Güçlü bir düşünsel vicdanın içinde, ahlaki bir süperego kadar, toplumsallık ânının da payı vardır. İyi toplum ve iyi yurttaşa ilişkin bir anlayıştan doğar böyle bir vicdan. Bu anlayış sönmeye, silinmeye yüz tutarsa – kim hâlâ körce inanabiliyor ki ona! – zihnin alçalma dürtüsü de frensiz kalır ve barbar kültürün getirip bireyin içine yığdığı bütün tortu yüze çıkar: Yarım eğitim, gevşeklik, teklifsizlik, kabalık. Genellikle “insanlık” olarak, başkalarınca anlaşılma isteği ya da dünyevi sorumluluk olarak gerekçelendirilir bu. Ama zihinsel öz-disiplinden vazgeçiş fazla kolay bir fedakârlıktır: Bu fedakârlığa “katlanan” kişinin kendine duyduğu güveni ciddiye almamız mümkün olmaz. En çarpıcı örnek de maddi durumları değişmiş aydınlardır: Sadece yazıyla para kazanmanın doğru olacağına kendilerini sözümona zorla inandırdıkları anda, geçmişte tantanalı sözlerle reddettikleri ucuz şeylerden zerre kadar farklı olmayan bayağılıklar üretmeye koyulurlar. Tıpkı eski-zengin mültecilerin kendi ülkelerinde yapmak isteyip de göze alamadıkları o bencil cimriliğe yabancı topraklarda başlamaları gibi, ruhsal yönden yoksunlaşanlar da kendi cennetleri olan o cehenneme sevinçle dalarlar.
Theodor Adorno, Minima Moralia, (İstanbul: Metis Yayınları, 2012), 31-32.