



işlerimizi kol saatine göre mi, yoksa ezan saatine göre mi ayarlamalı?
osmanlı son döneminde ezan saatinden mekanik saate geçiş/dönüşüm, aynı zamanda bir zihniyet dönüşümüne de işaret eder.
birinden biri tercih edilmeli midir? ya da modern hayat içerisinde ezan saati işlevli hâle getirilebilir mi?
bilirim ki bir çeşme akarsa o şehirde hayat var olur. çeşme aktıkça sebepler dairesi genişler. vesileler artar. hayra hasenata imkân olur. çeşmeler sadece bizde yok. roma’nın da her yerinde çeşmeler vardır çünkü akan suların olduğu bir çeşme refahı temsil eder ve bir medeniyetin en büyük delilidir. fakat roma’nın bütün çeşmeleri neredeyse kaldırım seviyesi hizasındadır ve o suyu içmek için roma medeniyeti karşısında eğilmek gerekir. lâkin çeşmeler bizde öyle değildir. bizim çeşmelerimiz karşılık beklemeksizin, itaat beklemeksizin suya kim ihtiyaç duyarsa mütevazi bir şekilde verir. karşılığı Rabb’inden bekler. âlemde her şey dairesel bir şekilde akar ve bu mübârek anlayışın özünde de döngüsel bir akış vardır.
çağın en büyük sığlığı: tanımlamak.
tanımlamak hakiki sığlık çünkü düşünceyi kalıba sokuşturuyor.
“Fırlamayım, bıktım tanımlanmaktan” diyor ya ismet özel.
işte öyle, fırlamalık zoraki bir kalıba sokuşturulmayı kabullenmek değil.
gerçek fırlamalık düşünmektir. slogana asla prim vermemektir.
tanımlanmaya karşı durmaktır.
âh bütün samimiyetimle merak içindeyim: kalıplarla, modern etiketlerle, şucu ya da bucu olarak kendimize varlık kazanarak daha ne kadar yok olacağız?
geçenlerde twitter’da dolaşımda bir cümle:
“hakikatin bir yüzü vardır, yalanın ise binbir yüzü.”
sahiden, hakikatin tek yüzü mü vardır?
sanmıyorum.
hakikat tektir lâkin binbir yüzü vardır.
bu anlamda, hakikati yuvarlak bir küreye benzetiyorum. hakikate dair gerçeklik algımız küreye nereden baktığımıza göre değişir. farklı pozisyonlar/tecrübeler elde ettiğimiz, yeni bakış açıları kazandığımız oranda hakikate dair gördüklerimiz çeşitlenir, zenginleşir, yeni anlâmlar kazanır.
otorite olmaksızın kimsenin hoşgörüsü, demokratlığı, çoğulculuğu sahici değildir.
bu söz, zannımca en çok muhalifleri ilgilendirir. otorite olmak ille de siyasal otorite olmak demek değildir.
hayatın her alanında modern hiyerarşik yapılar içerisinde kurduğumuz pozisyonel ilişkilere göre otorite/tabii ya da alt/üst oluruz.
“hoca öğrencisine nasıl davranıyordur?” “baba evladına nasıl davranıyordur?” “patron, işçisine nasıl davranıyordur?” hayatın içindeki bu sorular sahiciliğimizi test eder. kendi yaşantısına dair sınavdan geçemeyenlerin siyasal muhalif olması komedidir.
otorite/tabii ya da alt/üst ilişkisini var etmek ya da yok etmek de değildir esas mesele. hatta, hiyerarşik bir ilişkinin varlığı çoğunlukla verimliliği, sürdürülebilirliği, öğrenmeyi mümkün kılar. kurduğumuz ilişkide aslolan üsluptur, karşımızdakine verdiğimiz değerdir, nasıl davrandığımızdır.
birkaç gündür mevlâna idris’in evvelki yazısında selahattin kara’nın sergisi vesilesiyle yazdığı meseleyi düşünüyorum.
cevap muamma: bir resim tablosuna bakan insan gözü resimden etkilenir de resim insan bakışlarından hiç mi etkilenmez?
“Duvara asılmış bir resme bakmakla ne yapmış oluruz? Bir müzedeki resme insanlar diyelim ki iki yüzyıl boyunca sürekli olarak baktı. Eğer bu sanat eserine bakarken, insanla eser arasında bir etkileşim oluyorsa, sadece insan mı etkilenir bu bakıştan? Yoksa çok bakılan, üzerinde çok konuşulan bir resim, sözgelimi bir Kaplumbağa Terbiyecisi veya Kağıt Oynayan Adamlar, ya da Mona Lisa veya Üsküdar’da Kış tablosu da bir etkileşim içine girip zaman içinde yüklenen yeni anlamlar, yorumlarla kendi oluş zamanının biraz dışına çıkar ve değişirler mi?”
Mevlâna İdris, Karar, 28.11.2019
cânım üniversitem için üzülmemek elde değil. haklı/haksız aramak ya da bir suçlu ilân etmeye çalışmak anlamsız. çünkü kimse kusursuz değil.
ne sürecin bir parçasıyım ne de hukuk tedrisatından geçtim. lâkin mimarlar odası’nın dragos kampüsü’yle ilgili sürecin en başından beri hukuki değil siyasi saiklerle davrandığı; birtakım etik meseleleri istismar ederek hukuku bir vesayet aracına dönüştürmeye çalıştığı aşikâr değil midir? türkiye’de ‘vakıf üniversitesi’ adı altında üniversiteler ticari kaygılarla para kazanırken; şehir üniversitesi’nin kâr amacı gütmeksizin sadece eğitimi dert edinmesi belli ki ‘kamu yararı’ lafzını ağzından düşürmeyerek istismar etmekten çekinmeyen mimarlar odası’nın bu konuda samimi olmadığının basit bir delilidir.
dragos, şehir üniversitesi’ne ilk günden bu yana iyi gelmedi. bazan diyorum ki eski hâliyle üsküdar gibi güzide bir beldede, diğer köklü üniversitelere benzemeye çalışmadan, kendi yoğurt yiyişiyle kalsaydı şehir üniversitesi. ne kaybederdik ki? bilmiyorum, belki altunizade’deki yüksek kira bedelleri bu taşınmayı zorunlu kıldı.
benim için tek somut gerçek, şehir üniversitesi’nin bütün kıymetiyle bugün bambaşka bir yerde ve konumda olabileceği idi. ne yazık ki bu ihtimal çok kıymetli ve üniversite mefhumunun hakkını vermeye çalışan bir kurumu kusursuz kılmıyor. belki de bir âh yankılanıyordur.
türkiye, keşke tanzimat’tan kalan alışkanlıklarından kurtulabilse. kurumsallaşma ve kuramsallaşma imkânı hayat bulsa. bu uğurda, siyaset kurumu bu meseleyi çözüme kavuştursa.
baudrillard’ın haklılığını hep hissediyordum. “gerçekten daha mı gerçek?” orası bilinmez. savaşırken sahici bir dünya ama bahis vicdan ve merhamet olunca sahicilik yerini anlamın ve değerin varoluşsallığından uzaklaştığı kartondan bir dekora bırakıyor. iyiye dair hiçbir şey göze sokulamaz nitekim.
insan, zannediyor ki gökler ve kökler birbirinden bağımsızdır. iki ayrı uç, iki ayrı kutup, siyah ve beyazdır. insan, birliği unuttuğu her an köklerin derinliğini göklerin sonsuzluğundan koparıyor.
kıyamet, o an başlıyor. insanın kendi içindeki kıyameti. ‘bir’ olanı bozmanın keyfiyetinin var ettiği kıyamet.





enkaz yalnızca yeryüzünün üzerini kapatır.
(…)
ortada ne görünen bir arsa var ne de sahibi. devlet çoktan unutmuş böyle bir toprağı olduğunu. sahip çıkan, hak iddia eden, işlere el koyan tek bir iz yok. evciliğin üzerine çökmüş bir yığın. itler tünüyor, sıçıyor ortalığa. kurtlar zaten böyle havaları sever.
kurtlar böyle havaları sever‘den.
on iki eylül, iki bin on yedi. istanbul.
fotoğraf nasıl ki sanatın dönüşümünün (demokratikleşmesinin) bir vesilesi olmuşsa, pekâlâ teknik de siyasetin dönüşümüne (demokratikleşmesine) aracı olabilir-olmuştur.



beni heyecanlandıran bir şey varsa, metin içinde metin. yalnız anlam dairelerine girenin elde ettiği giz, perdenin usulca kalkması, kaplanmış o zarın yırtılması.
tebessüm ettiren ise şair faik. en çok da dört zait mesela. ++++ biraz da mustafa kutlu. böyle düz, dosdoğru, adamı sokakta gezmiş kadar yapan memleket hikâyeleri.
biraz heyecan az buçuk tebessüm isterim. bir metinden tebessüm devşirilmişse zaten içinde muhayyilene özel kesip biçilmiş her şey var demektir.

“yasa dışı ihlaller, çitleri aşmalar, Allah’ın ormanını park ilân edenlere isyanlar, geriye kalpte kalmış kırbaç izlerini bırakıyor. elbet, biz de vuruyoruz. yaralana yaralaya bir hayat sürüp gidiyor.”

zor olan gökyüzleri.
yıldızlar…
kara tahtalar üstüne dizili yıldızlar.
yıldızlar hep sözle mi doldurulmalı?
geceler…