Kategoriler
matbuat

Müteşebbis Belediye

Evvelki yazıda yarım kalan belediyelerle alakalı meseleye biraz daha devam edebiliriz. Yerel seçim sath-ı mahali girmişken genelde taşra belediyelerinin, özelde ise Samsun’un hakiki manada ihtiyaç duyduğu temel şeyin esaslı bir hikâye olduğu tespitinde bulunmuştuk. Meselenin mücerret ve felsefi tarafı bir tarafa, teknik olarak ise fark yaratan ve değer oluşturan belediyelerin sırrının ise şirketleşmeden geçtiğini belirtmiştik.

Soru şudur: Bir taşra belediyesi nasıl temeyyüz edebilir? Şehir, İstanbul gibi müstesna bir değilse taşralıktan nasıl sıyrılabilir ve farklılaşabilir? İstanbul haricinde Ankara dâhil Türkiye’de her yer taşradır diyebiliriz. Evet böyledir ancak bu iddianın bambaşka boyutları var. Şu an meseleyi o tarafından ele almadığımızı belirtelim.

Belediyelerin, şehirlerin kendi hikâyesini var etmede öncü olması gerektiğini zaten söyledik. Bu yazının meselesi daha çok teknik olarak belediyenin nasıl kuvvetlere ihtiyaç duyabileceğine yönelik. Ekonomi, her türlü modern yönetimde başarıyı getiren ön şart. Herhangi bir modern idare başarılı olmak arzusundaysa, güçlü bir ekonomiyi temin etmek mecburiyetinde. Zaten, en zor ve marifet gerektiren mesele güçlü ekonomiyi sağlamaktadır. Şu günlerde, Türkiye ve ABD arasındaki krizden kaynaklı döviz kurunda maksatlı olduğu aşikâr olan dalgalanmadan bağımsız olarak söylüyorum.

Öyleyse, soru şudur: Memur belediye mi, yoksa müteşebbis belediye mi gerekir? Bu soruya cevaben yapılacak olan tercih, bir şehrin istikbalinin başarı ve başarısızlık arasındaki konumunu da belirleyecektir. Müteşebbis bir belediyeyi var etmek ve yaşatmak için de Roma’yı yeniden fethetmeye lüzum yok. Müteşebbis bir belediyeyi tesis etmenin yolu belediyenin şirketleşmesinden geçiyor. Belediyelerin kanuni dayanaklarla birtakım şirketler kurmasından bağımsız olarak bir şirketleşme ruhuyla çalışan bir belediye modelinden bahsediyorum. O vakit belediye şirketler kurar ve piyasaya çıkarak para kazanmanın peşine düşer. Para kazanmak isteyen bir genç kişi, memur mu olur; yoksa, kendi işini kurmanın yollarını mı arar? İş yapmak, üretmek, yenilikleri getirmek ve bu farklılıklarıyla para kazanmak isteyen her kişinin ya da kurumun yolu müteşebbislikten geçer.  Böylelikle; kendi kaynaklarını yaratan, merkezden gelecek paraya muhtaç olmayan, güçlü bir ekonomiye sahip bir belediye var olabilir.

Belediyeler şirketler kurarak hem para kazanarak kendi öz kaynaklarını var etmiş hem de şirketler vasıtasıyla halka sağladığı hizmetleri en üst düzeyde yerine getirme imkân ve iradesine sahip olmuş olur. Dolayısıyla, belediyeyi altında başarılı şirketlerin çalıştığı ve markaların olduğu büyük bir holding olarak varsayarak idare etmek de müteşebbis bir belediyeyi mümkün kılabilir. Bu model bir bakıma, henüz çiçeği burnunda Cumhurbaşkanlığı sisteminin de ruhuna uygun düşüyor. Yeni sistemin adının ‘başkanlık’ kelimesi etrafında şekillenmesi; belediyecilikte (ya da Antik Yunan’a özgü şehir devletlerinde) idarenin belediye başkanı etrafında yapılanması arasındaki dikkat çekici benzerlikler ve paralellik önemsiz görülmemesi gereken bir ayrıntı.

Kategoriler
matbuat

Samsun’un İhtiyacı

Samsun’un gerçek manada neye ihtiyacı var? Yerel seçim maratonuna yavaş yavaş girilmeye başlarken önümüzdeki günlerde üzerinde düşünülmesi gereken en önemli soruların başında bu geliyor. Samsun’un ihtiyacı denilince sayılabilecek pek çok konu sıralanabilir. Eyyamcı çareler bulunabilir. Fakat bunlar hakikaten
Samsun’da medeni bir şehrin dirilişine ön ayak olabilir mi?
Samsun başta olmak üzere Türkiye’de yerel yönetimlerin cevabına en çok ihtiyaç duyduğu soru budur.

Samsun’un her şeyden önce esaslı bir hikâyeye ihtiyacı var. Samsun, kendi hikâyesine dönmeye ve yarım kalan hikâyesini taçlandırmalı. Böylelikle, Samsun hikâyesi Karadeniz’e bir nişan koyabilir. Bugün, Samsun’un da diğer yerel şehirlerin de en büyük ve esaslı meselesi özgün ve kimlik sahibi şehirlere dönüşememeleri. Ne yazık ki burada yazmak zorundayım ancak şehirlerimizi şahsiyet sahibi kentler olarak ihya, inşa ve imar edemiyoruz. Şehirlerimizi düzgün, kalkınan ve estetik kentler hâline getirebilmemiz için kendimizden başlamamız; akl-ı selim ve zevk-i selim insanlar olmamız gerekiyor. Çünkü kendimizi düzeltmeden yapılacak hiçbir iş doğru sonuca götürmeyecek.

Bir kent nasıl hikâye var eder? Hikâye en çok neye ihtiyaç duyar? Bir kent bir yandan kalkınırken, öte yandan medeni kalmayı becerebilir mi? Bir kent hem kalbi ve gözü doyururken hem de sâkinlerinin karnını doyurmayı sağlayabilecek bir zemini yan yana var edebilir mi? Bunlar basit gibi görünen esaslı ve adamakıllı sorular…

Samsun Büyükşehir Belediyesi eski başkanlarından Kemal Vehbi Gül’ün 2009 yerel seçim süreci zamanında dile getirdiği Samsun Holding projesi kanaatimce son yıllarda kalkınma anlamında gerilerde kalan Samsun’un bu yarasına merhem olabilir. Samsun Holding projesi aslında İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin şirketleşerek devasa bütçelerle kaliteli hizmetler üreten şirketlerle birçok hizmeti sağlamasına oldukça benzer bir proje. Hâlihazırda, Samulaş A.Ş. gibi Samsun’da belediye hizmetlerini yerine getiren şirketler var, diyeceksiniz. Evet, var ancak belediyenin şirketleşmesi hizmetlerin çeşitlenerek topyekûn yepyeni bir idari mantaliteyle birlikte gerçekleştiğinde bir anlam ifade ediyor. Yoksa, birçok belediye kanuni dayanaklarla şirketler zaten kurabiliyor. Dolayısıyla, yeni bir Samsun hikâyesi içerisinde Samsun’da kalkınma seferberliğini diriltecek, kenti kültürel bir merkez hâline getirecek ve bugünlerde en çok ihtiyaç duyulan özgün bir estetik gözle ihya edecek haysiyetli ve şahsiyetli bir yapılanma içerisinde bu şirketleşme hamlesinin olumlu sonuçlarını görmek mümkün olacaktır.

Samsun hikâyesine dair daha yazılacak çok şey var. Onlar da nasipse başka yazıların konusu…

Kategoriler
matbuat

Kıraathanede Yanlış Anlaşılan Ne?

Kütüphane fakiri bir ülke olarak kütüphaneleri kıraathaneye dönüştürme fikrinin pek doğru bir fikir olmadığını düşünüyorum. Biliyorum, kıraathane, kütüphanenin karşısında durmuyor. Fakat kıraathane ile kütüphane yan yana da durmuyor.

Kütüphane, malûm olduğu üzere Arapça’da k-t-b kalıbından türeyen bir kelime. Kısaca, kütüphane sözcüğü kitaptan türüyor dersek herhalde yanlış olmaz. Yani, kütüphane bir tür ‘depo’ ya da ‘koleksiyon’ ya da ‘arşiv’ gibi kelimelerin iklimine daha yakın bir yerde duruyor. Kıraat ise başlı başına okumak eyleminin ta kendisi. Dolayısıyla, kıraat evinde okumak/çalışmak meselenin merkezinde iken; kütüphanede işin özünde koleksiyonerlik
ve arşivcilik var.

Elbette, sözcükler gündelik hayatın içerisinde kendilerini sürekli yeniden var ediyorlar. Belki bu durumu öz yaratım gibi bir ifadeyle tarif etmek mümkün olabilir. Kelimeler gündelik hayatın akışı içerisinde yeni anlamlara bürünüyor; tabir-i caizse, kelimeler özleriyle ilintili fakat özlerinden başka yepyeni şahsiyetlere dönüşebiliyorlar. Bu durumu rezerv olarak bir kenarda tutalım. Fakat kıraathane meselesine dair meramımıza geçelim.

Bizde kuram ve kurumsallaşma Batı’nın aksine pek olmadığı için arşivcilik ve depolama anlayışı da bir lüks. Hiç yok demek de doğru değil. En azından, geleneksel kodlarla bize aktarılan böylesi bir alışkanlığımız olmadığını rahatça söyleyebiliriz. Bir kere kuram ve kurumsallaşma konusunda Batı’ya kıyasla daha mesafeli
olduğumuz için uzun ömürlü ve yerleşik çıktılar almamız daha zor olduğundan ötürü arşiv yapmaya ve depolamaya ne zaman ne de imkân bulabiliyoruz. Hâliyle
de bu alanlarda daha zayıf oluyoruz.
Amerika’daki ya da kıta Avrupası’ndaki üniversite kütüphaneleriyle yahut diğer ulusal kütüphanelerle Türkiye’dekileri kıyasa tâbi tuttuğumuzda ülkemizdeki kütüphanelerin zayıf kalması bundan.

Vaziyet böyleyken ve mevcut kütüphaneler hâlihazırda zaten araştırmadan çok ders çalışma alanı olarak kullanılan bir işlev kazanmışken mevcut kütüphaneleri kıraathaneye dönüştürmenin pek de mantıklı bir iş olmadığı fikrindeyim. Zaten aslında mevcut kütüphaneler kıraathaneye dönüşmüş olmayacak. Yalnızca gerçek bir kütüphane standartlarında işleyecek kadar dolu hâlde olmayan kütüphanelerdeki ders çalışma imkânları artmış olacak. Oysa kıraathane Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da konuşmalarında ifade ettiği üzere
mühim bir mesele.

Kıraathane mühim bir mesele fakat onu önemli kılan ne? Birincisi, kıraathanenin müdavimi olması gerekiyor. Müdavim demek bir yerin yerlisi, orayı bilen, oranın idâme edilmesini sağlayan kişi(ler) demek. Kıraathaneden beklentimizi yalnızca öğrencilerin ders çalışmasıyla sınırlı tuttuğumuzda, coğrafyanın bize lütfettiği imkânları ıskalıyoruz. Müdavim olmak için vatandaş olmak yeter şart olmalı! Elbette ki böyle fakat demek istiyorum ki kıraathanede yalnızca okumayı kendisine alışkanlık hâline getirmiş kimseler değil, herkes olur ve sözlü kültürü yaşatır.

Tebriz’de sokakta bir adam Hafız’dan, Şems’den şiirler okuyabiliyor. Çünkü akışkan olan kültür, Doğu’ya özgü bir biçimde şifahi bir şekilde dilden dile orada aktarılabilmiş. Kıraathanenin meselesi budur. Akşam gezmesine çıktığımızda kafeye değil, kıraathaneye gitmeyi de düşünecek hâlde açamıyorsak kıraathaneleri boşa kürek çekiyoruz demektir.

Kategoriler
matbuat

Var Olmak

Necip Fazıl, Bahriye Mektebi’nde son sınıfı bitirememiş ve okuldan ayrılmıştır. 1924 yılında ilk kez Maarif Vekaleti tarafından başarılı lise ve üniversite öğrencileri Avrupa’ya gönderilecektir. Necip Fazıl, açılan sınavı kazanarak Paris’e gidecektir. Daha sonra aynı sınavı kazanarak Avrupa’ya gidecekler arasına Nurettin Topçu da katılır. 1928 yılında Nurettin Topçu da Paris’tedir. Necip Fazıl, Sorbonne Üniversitesi’nde Felsefe bölümüne girer ve burada Avrupa felsefesinin manevi sözcüsü Henri Bergson’la tanışır. Nurettin Topçu ise Strazburg Üniversitesi’nde Felsefe bölümünde başladığı doktorasını Sorbonne’da bitirecek ve Fransa’da lise yıllarından tanıdığı Maurice Blondel’le bizzat tanışacaktır. Nurettin Topçu’nun doktorası Konformizm ve İsyan (İsyan Ahlâkı) Sorbonne Üniversitesi’nde Türkiye’den birisinin hazırladığı ilk doktora tezi olacaktır. Nurettin Topçu’nun düşüncesinde Blondel’den esinle kavramsallaştırdığı ‘hareket felsefesi’ merkezde olacaktır fakat Nurettin Topçu’da Bergson felsefesi de Türkiyeli her Müslüman düşünürde olduğu gibi oldukça önemli bir yer tutacaktır.

Nurettin Topçu gibi bir düşünce insanının hayatı her fikir işçisi gibi ıstıraplı ve zor geçecektir. 6 senelik Paris yıllarını bitmek tükenmek bilmeyen bir sebat ve çalışkanlık içerisinde geçiren Topçu, Türkiye’ye geldiğinde yalnızca özgün fakat statik bir fikrin kurucusu değil, aynı zamanda aksiyon tarafı çok güçlü yepyeni bir Anadolu hareketinin fikir babasıydı. Ancak 1935’de Galatasaray Lisesi’nde başlayan felsefe öğretmenliği ne yazık ki emrivaki tayinlerle tam 39 sene vefatına dek devam edecekti. Bu yüzden, Nurettin Topçu ismi bende her yankılandığında aynı his kaçınılmaz olur vâki olur: Topçu gibi bir düşünce insanının derslerine girme imkânı bulan lise öğrencileri için sevinir ve onları imrenerek düşünürüm. Öte yandan, Nurettin Topçu gibi bu topraklara ait olma bilincini iliklerine kadar sıkı sıkıya hisseden bir fikir insanının, ömrü boyunca lise öğretmenliğine mahkûm eden Türkiye gerçeği, bilhassa da tek parti döneminin zihniyeti karşısında öfkelenirim.

Necip Fazıl ise Sorbonne’daki Felsefe tahsilini bırakmak zorunda kalır. Herkesçe malûm Paris’teki bohem hayatı ve kumara düşkünlüğü bursunun kesilmesine ve Necip Fazıl’a Türkiye’ye geri dönüş yolunun açılmasına sebep olur. Necip Fazıl’ın kendi kelimeleriyle O ve Ben’de anlattığı bir Paris: “Kadını, kumarı, içkisi, bohem hayatı, şüpheci felsefesi, sara nöbetleri içinde sanatı; çözmeye çalıştıkça dolaşan ve büsbütün meseleleriyle Paris… Kâbus şehrindeki hayatımı anlatmaya hicabım ve İslami edebim manidir.” Seyyid Abdulhakim Arvasi’nin dergâhında kendini buluncaya dek Necip Fazıl’ın bu karmaşası devam eder. Dile kolay, Necip Fazıl Kısakürek deyince ‘hayatı şiir olan’ bir adamdan bahsediyoruz. Kaldırımlar, Otel Odaları, Kadın Bacakları üstâdın hep Paris günlerine ait şiirleridir. 78 yaşında elinde sigarası son nefesine kadar bu şiir yazılmaya devam etmiştir. Halkında karşılık bulan bu şiir karşısında hiçbir iktidar galip gelememiştir.

Elimde yıllar sonra yeniden Nurettin Topçu’nun dergilerdeki makalelerinden derlenmiş olan Var Olmak kitabı… Hallâc-ı Mansûr’dan aldığı feyzle “Varlıklar arasındaki ayrılıklar zahirîdir; varlık birdir.” şeklinde varoluşu anlatan Topçu, “İnsanlar arasındaki başkalıklar, aynada görülen hayal gibi aldatıcıdır; insan birdir. Bir milletin fertleri, aynı vücudun organları olduklarını, aynı iradenin emrinde bulunduklarını unuttukları zaman millet yıkılır.” İfadeleriyle toplumsal varoluşu sürdürebilmenin de sırrını açıklıyor.

Birbirinden ayrı zıt kutuplarda iki farklı karakter ve bambaşka iki ‘var olma’ hâli. Topçu’nun kökü çok derinlerden gelen cümleleri yalnızca vaaz etmiyor, Türkiyeli her insana bir ahlâk formu beyân ediyor. Bu ahlâk, ahlâkçı olan değil her şeyden önce ahlâklı bir duruştan tecessüm ediyor.

Kategoriler
matbuat

Cumhurbaşkanlığı Sistemi’nin Vaatleri

Cumhurbaşkanlığı sistemi her anlamda siyaseti dinamikleştirecek. Türkiye siyasetinin daha çok denklemli, heyecanlı ve ihtimallerin fazla olduğu bir döneme Cumhurbaşkanlığı sistemiyle birlikte giriyoruz. Her ne kadar siyaseti seven bir toplum olsak da siyasetin hayatın gerçekliğini doğrudan etkilediği bir toplum için bu denli hareketlilik toplumun kaldırabileceği bir durum olacak mı?

Aslına bakılırsa, yeni sistemin en büyük vaadi istikrar ve icranın güçlü olduğu bir sistemde halkın seçtiği liderin politikalarını vesayet yapılarına takılmaksızın uygulamaya koyabilme imkânı. Şu anki mevcut durumdan bu durumun en büyük farkı yalnızca tek bir Cumhurbaşkanı seçilmeyecek olması. Cumhurbaşkanı
seçmek demek bakanlardan bürokratlara, kaymakamlardan valilere kadar binlerce kadroya gelecek kişiyi seçmek manasına da geliyor.
Bütün bu hacimli değişimin denetleyici asli unsuru ise beş senede bir yapılacak olan seçimlerde milletin ta kendisi olacak.

Yeni sistemin aslında en tartışılabilir yanlarından bir tanesi ülkedeki kutuplaşmayı artırabilme ihtimali. Hâlihazırda kutuplaşmaya ve taraf seçmeye meyyal toplumumuzda, yüzde 50+1 usulüne göre bir seçim yapmak biraz riskli. Rakamsal olarak birbirine karşı iki eşitin ufak farklılıklarla birbirinden ayrılması ufak değişimlere değil, büyük değişimlere sebep olacak. Sadece Cumhurbaşkanlığını kazanacak kişiyi değil, ülkenin bütün bir yöneten çatısını galip gelen Cumhurbaşkanı ekseninde belirleyecek. Bu durumun iyi tarafı şüphesiz icranın hızlı yapılabilecek olması. Futbol takımının
başına teknik direktör getirmektense, hâlihazırda kadrosu oturmamış takıma liderlik edecek bir hocaya karar verip ondan kendi bildiği futbolculardan takımını kurmayı istemek elbette çok daha isabetlidir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan yeni sistemin en çok bu yönünü önemsiyor diye düşünüyorum. Çünkü bir an evvel harekete geçmek, birtakım icraatları en kestirme ve anlaşılır şekilde gerçekleştirmek istiyor. Eski Türkiye’den kazanım olarak görülebilecekleri muhafaza edip ‘yük’ olarak kalanları bırakarak, gelenekle ve Doğu coğrafyasıyla gerçek manadaki râbıtaları yakalayarak bir ‘öze dönüş’ arzu ediyor. Öze dönmek normalleşme anlamına geldiği kadar ‘küllerinden doğma’ ve ‘altın çağlarda olduğu gibi yeniden şahlanma’ kodlarını da taşıyor.

Cumhurbaşkanlığı sistemine, özellikle yürütme ve yasamanın birbirinden ayrı organlar olacak olmasından ve birtakım dengelerin daha hassas olmasından dolayı pek müspet bakıyorum. Yani, halk, iki ayrı kuvvet belirleyecek. Özellikle İttifak Yasası’nın çıkmasıyla 24 Haziran’dan sonra şekillenecek TBMM’de çok daha fazla temsiliyet sağlanacak olması önemli. Belki henüz seçimler tamamlanmamışken yorumda bulunmak doğru değil ama 24 Haziran’dan sonraki tabloda en büyük tehdit altında olan Cumhuriyet Halk Partisi olacak. Gelecek aylar için merak ettiğim sorulardan bir tanesi CHP’nin ana muhalefet olarak kalıp kalamayacağı. İyi Parti burada CHP’ye karşı kendini güçlendirecek bir hareket yapabilir mi? Özellikle söylem bazında kurulacak muhalefet söylemi 24 Haziran’dan sonra bu potansiyele sahip fakat tamamıyla gösterilecek performansa bağlı olarak muhalefetin başını kimin çekeceğini belirleyecek. CHP’nin aksine İyi Parti’nin tam olarak bir merkez sağ partisi olamasa da merkez sağın birçok küçük unsurunu barındırdığını unutmamak gerek. Hükümet eden tarafında ise yeni sistemde Cumhurbaşkanı’nın yalnızca kabineyi değil büyük bir iş yapma kadrosunu oluşturacak olması bir reorganizasyon dönemi anlamına gelecek. İster istemez 1930’larda Şevket Süreyya Aydemir’in teorisini yazdığı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu gibilerin başını çektiği Kadro hareketi de akıllara geliyor. Tek parti döneminin aksine bugün seçimler olsa da yine de bir liderin etrafında şekillenecek ciddi bir kadro olacak. Bir dergi olarak Kadro’nun kuruluşunu bizzat Mustafa Kemal istemişti. Şevket Süreyya’nın Kadro Hareketi için yaptığı ideologluk sıfırdan bir üretimden çok hâlihazırda olanı teoriye dökmekti. Çevrenin muhafazakârlığıyla yeni sistemde gelecek olan yönetici kadrolar bir Kadro Hareketi’nden çok Nurettin Topçu’nun Yarınki Türkiye’sini kuracak kişiler olarak var olmalı. Tek parti döneminde yapılan hataları iyi bilen ve tenkit eden Cumhurbaşkanı Erdoğan, bana kalırsa kendi ekibini “yaşama zevkini bırakıp yaşatma aşkına gönül verecek” dünyadan vazgeçmiş kişilerden kurmayı düşünüyor.

Kategoriler
matbuat

Şehrim 2023

Şehir üstüne konuşmayı, düşünmeyi ve hayâl etmeyi seviyorum. İtiraf etmeliyim, Italo Calvino’nun Görünmez Kentler’iyle tanıştıktan sonra kent üstüne bütün meşguliyetler, aynı zamanda yüzde bir tebessüm de bırakan bir keyif hâline dönüşebiliyor. Ak Parti’nin Şehrim 2023 projesine birkaç ay öncesinde denk gelmiştim. Geçenlerde biraz daha detaylarını öğrenme imkânı buldum. Çiğdem Karaaslan’ın öncülüğünde gerçekleşen bu proje gerçekten bir ihtiyaç. Otobüslerin şehirleri dolaşarak alacağı geribildirimler, farklı fikirler önerileri ve işin masa başı
mesaisi çok güzel.
Doğrudan esnafla, meydanla, sokakla konuşmak aslında bir şehir tahayyülü meselesinin özüdür.
Ancak pratikte her zaman çok efektif olmayabildiğini de unutmamak gerekir.
Tabi, bazı eksikliklerin tespiti ve giderilmesi, hatta yeni projelerin geliştirilmesi için de Şehrim 2023 projesinin otobüsleri şehirlerin geleceğine uzun vadeli projeksiyon tutacaktır.

Bense bu vesileyle Kent ve şehir aynı anlama gelen eş anlamlı
sözcükler mi?
Hiç sanmıyorum. Şehir Farsça’dan geliyor; kent ise mazisi Orta Asya’nın 9. yüzyılına dek uzanan ve bugün çoktan kaybolmuş Soğdca. Her iki dil de son kertede İran menşeili. Fakat ‘şehir’ lafzı nedense bu coğrafyada kültürel olarak daha çok sahiplenilmiş ve kullanılmış. Bugün, ‘şehir’ kelimesinin ‘kent’e kıyasla daha yerli bir çağrışım yapması bu sebepten olsa gerek.

Yaşadığımız şehirler, güzelliğiyle ve çirkinliğiyle aslında orada olana ve olmayana dair bir gösterge olma özelliği gösteriyor. Binalar, köprüler, meydanlar sadece zahirlerinden ibaret değil. İşte, Görünmez Kentler’den bir Mostar Köprüsü pasajı:

Marco Polo, tek tek her taşıyla bir köprüyü anlatıyor.

“Peki köprüyü taşıyan taş hangisi?” diye sorar Kubilay Han.

“Köprüyü taşıyan şu taş ya da bu taş değil, taşların oluşturduğu kemerin kavsi,” der Marco.

Kubilay Han sessiz kalır bir süre düşünür. Sonra ekler:

“Neden taşları anlatıp duruyorsun bana? Beni ilgilendiren tek şey var, o da kemer.”

Marco cevap verir:  “Taşlar yoksa kemer de yoktur.”

Öyleyse, şu çıkarımlarda bulunabiliriz. Bir kenti ve toplumu taşıyan her şeyden önce bütün unsurlarının yarattığı ahenktir. Tıpkı, Mostar Köprüsü’nde olduğu gibi kilit taşı bütün köprü için hayati öneme sahip bir tek taştır.  Bir kent yahut bir toplum tek bir parçasıyla var olmadığı gibi kendisi için önemli bir unsur yok olduğunda da aslında her şeyini kaybetmiş olmaz. Kent yaşamaya devam eder. “Kemerin kavsi”nin var ettiği ahenk şehrin ritmidir, soluğudur, bıraktığı estetik izdir. İmparatorlar çoğu kez o düzenin, nizamın ve ‘yolunda giden işlerin’ peşindedirler. Bütün gürültünün arkasında son kertede bu istek, bu arayış vardır. Tıpkı, Marco Polo’nun anlattıkları karşısında Kubilay Han’ın “Neden taşları anlatıp duruyorsun bana? Beni ilgilendiren tek şey var, o da kemer.” haykırışı gibi… Her hükümdar meselenin özünü kavramak ister. Onu en kestirme ve direkt
yoldan çözmek ister. Marco Polo ise imparatorların bilmediği sırra vakıftır. Taş bir köprüyü var eden bütün unsurlarıdır.
Bütün taşların var ettiği ahenk bir kemerin kavsinin vaat ettiği güzelliği var edebilir.

Şehirlerimizi bir şiirin sembollerini döşer gibi kurmalıyız. Bugün, sembollerle var olan kentlerde değil, ne üzücü ki ezberlerle var olan kentlerde yaşıyoruz. Bu durumun ne tek bir müsebbibi var ne de tek bir sebebi… Kalkınma ihtiyacı ve arayışı çoğu kez bizim için anlamı var eden sembolleri lüks kılıyor. ‘İdeal şehir’ üzerine konuşurken sokakla konuşmanın en büyük riski burada. Maişet motorunun çalışması için gelebilecek fikirler bizim ideal kentimizi bulmaya dair yeterli olmayabilir. Sokak elbette önemli ve Şehrim 2023 projesinde sokağın ötesi de düşünülmüş. Ancak yine de projenin beslenebilecek, gelişebilecek çok tarafı olduğunu düşünüyorum. Şehrim 2023 gibi bir proje, bir arzu, bir arayış tek başına beni heyecanlandırmaya yetti. Geleneğin ve fantastik olanın mezcettiği, hikâyeye imkân açılan dokunuşlara da ihtiyaç hissediyorum.

Kategoriler
matbuat

Yeniliğe Doğru

Yeni olana çoğu zaman şüpheyle bakmaya eğilimliyiz. Bu bakış doğal. Yeni, her şeyden önce risk manasına geliyor. Mevcut olanın en azından test edilmişliği, ağır aksak da olsa ayakta kalacak kadar sağlam olması ve her şeyin ötesinde risklerden uzak konfor alanı var.

Bizde hatırlanan geçmişin ilk ‘yeni’si, Sultan III. Selim’in yeni nizamıydı. (Nizam-ı Cedid) Sonra, Tanzimat bir devir olarak büsbütün yeninin hayata nüfuz ettiği bir zaman oldu. Aynı zamanda, yeni olana itiraz olsa da artık yeninin vazgeçilemez hâle geldiği bir başlangıçtı da Tanzimat.

Edebiyat da sürekli bir öncekinin üstüne kendini koyarak, bazen anti-tezini üreterek yenilendi. Tanzimat’tan bu yana Türkiye’de edebiyat sürekli bir nefes arayışı, yenilik arayışı içerisinde varlık gösterdi. Yeni, bizatihi tek başına bir kavram olarak edebiyatta haklı bir iddianın ve daha iyinin savunusu oldu. Servet-i Fünûncu’ların şiirin ‘göze’ değil ‘kulağa’ hitap etmeli yorumu Edebiyat-ı Cedîde başlı başına bir ‘yeni edebiyat’ çağrısı yapıyordu. Sonralarda, dolaylı bir şekilde yenilik imkânını içinde barındıran Fecr-i Âti; Yeni Lisan Hareketi’nin şiirde ‘hece’nin merkeze geldiği ve yabancı etkilerden uzak bir Yeni Türkçe’yi, hatta İstanbul Türkçesi’ne hayat veren bir hareketler. Elbette, bir de geçmişe nazire yaparak var olan İkinci Yeni var. Edebiyat için hakikaten hiç alışılagelmediği kadar yeni unsurları bir araya getirmemiş midir? Fakat başta da dediğimiz gibi yeni olan risklidir de. İkinci Yeni, nefesi ve dünyaya bakışı pek güçlü ancak hep tamamlanmamış bir hareket hissi bırakan bir yenilik olarak kalmıştır. Bana kalırsa böylesi bir risk, göze almaya değer. İkinci Yeni özelinde böyle bir riskten bahsetmek gerekirse, sonuç itibariyle Türkiye’de şiirin serbest alanının gelişmesine yaptığı katkı kendisini de aşacak boyuttadır.

Son iki yüz yıla dair bu yenilik arayışından edebiyat kadar bahsedebileceğimiz diğer bir alan da elbette siyaset. Zaten siyasetin alanı da edebiyatın alanı da ‘yeni bir iddia’da bulunmak, ‘yeni bir hareket’e kalkışmak için son derece elverişli alanlar. Bereket o ki bizim topraklar mümbit. Her iki sahada da da bu anlamda pek çok ‘yeni iddia’sı var. Edebiyatta aranan yenilik biraz daha keyfi ve zevk çerçevesinde şekillenirken; siyasetteki yenilik içinde mecburiyetleri, heyecanları ve daha görünür riskleri içinde barındırıyor.

24 Nisan referandumunda oylanan ve bayram sonrası gerçekleşecek seçimlerle beraber de tamamıyla uygulamaya geçecek olan yeni sistem de bütün imkânları ve riskleriyle Türkiye’yi bekliyor. Ben, denge mekanizmalarının çok farklı türlerde ve şekillerde olmasından dolayı yeni sistemle siyasetin dinamikleşeceğini düşünüyorum. Öte yanda, her bilinmeyen alan gibi konfor alanının karşısında bir bilinmeyen, daha önce denenmeyen riskli bir yol. Tabi, eskinin konfor alanının olmadığı da çokça dile getirildi. Parlamenter sistemin krizleri zaten tartışma götürmeyecek açık vakıalar. Bu anlamda, eskinin konforundan söz etmek mümkün olmasa da herkes bir şekilde iyisini kötüsünü biliyordu. Şimdi, siyaset, Türkiye için
önemli bir yeniliğe gebeyken, yeni Cumhurbaşkanlığı sistemiyle ciddi imkânlar, özellikle hız ve hamle konusunda mümkün
. Zaten, her risk içinde büyük imkânlar, umulmadık ilerlemeler ve elbette risk olmanın ağırlığını barındırır.

Kategoriler
matbuat

Roman ve Sinema

Roman ve sinema aslına bakılırsa sıkıntılı, fazla bulaşılmaması gereken, az biraz da tehlikeli iki alan. Ortak noktaları kurgusal ürünler olmaları. Kurmacaya muhtaçlar. Hâl bu olunca tehlikeli bir silaha dönüşmesi pek olası. Hele muhatabı, yani okuyucu ya da seyirci, karşısında yeteri kadar savunma aracına sahip değilse daha da fena. Roman da sinema da modern şeyler. Modern zaman oyuncakları… Büyükler için tasarlanmış, mahiyeti oyuncak olmaktan çıkmayan ancak gerçekleri üzerinden birebir tasarlanmış ve biraz da pahalı maketler var ya, işte onlar gibi.

Sebepleri aynı mıdır bilmiyorum fakat romana yönelik hislerim konusunda yalnız da sayılmam. Mesela, Cemal Süreya, Paul Valéry’nin roman okumayı ‘zaman kaybı’ olarak gördüğünü ve anı okuduğunun söylentisini anlatır. Sadece ‘zaman kaybı’ meselesi değildir, mutlaka bu hissiyatı yaratan altında başka bir sebep vardır. Yine, Ahmed Arif’in “Roman yazmak hamallıktır” dediğini aktarır. Katılmamak mümkün mü? Kendi payıma değil. Şairler, öze doğru, üstünden bütün yükleri atarak en çıplak hâliyle hakikati aşikâr etme derdindeyken; romancı türlü oyun çevirir, gizi ve tanrısal hakikati gizleyerek kendi hakikatini muhatabına dayatır.

Tehlike burada başlar. Romancının oyunları karşında acemi bir oyuncunun kendi gerçekliğini romancının hakikati üzerinden kurmaya başlaması içten bile değildir. Okuyucu bunu bazen gönüllü olarak yapar. Romanda, hayatın içinde
bulamadıklarını ya da bulamayacağını düşündüklerini bulur. Kendini yapaylık ve sahtelik üzere koyverip bir simülasyonu deneyimlemeye başlar. Bazen ise farkında bile değildir ve bir gün dünyaya romancının gözlerinden (de) bakmaya başladığını ansızın fark eder.
Etmeyebilir de. Bütün bunlar romancının kim olduğuna bağlı olduğu kadar muhatabının romancı karşısında ne kadar hazırlıklı ve cephaneli olduğuna da bağlıdır.

Ve tehlike devam eder. Gazete tefrikalarıyla sanayinin var olmaya başladığı, demirin ve kömürün insanlık için önemli olmaya başladığı zamanlarda ilk kez görünen romanın bir süre sonra çizgi romanı da var etmesi sürpriz değil. Çünkü kandırılmaya
gönüllü okuyucu, aynı zamanda görmek de ister. Harfler inanmaya yetmemektedir. Görsellik, kurmacaya yeni bir duyu ile yeni bir silah kazandırır.

Bu saatten sonra tehlike değil azalmak daha da pekişecektir. Çünkü kurmacayı kâğıt üstünde görmek de yetmez. Canlı bir şekilde görmek ve duymak gerekir. Atmosfere ihtiyaç vardır. Atmosfer ne kadar iyi olursa hikâye o denli az tökezleyecek ve seyircinin seansı o kadar kusursuz olacaktır.

Romancının ya da film yönetmeninin hakikatini ne yapayım? Bütün detaylarıyla bizatihi tecrübe edilebilecek canlı hikâyeyi, yalancı bir atmosfere neden tercih edeyim? Başkalarının hakikati benim hikâyeme elbette değer katabilir fakat bu dümdüz bir şekilde ilan edilirse.

Kategoriler
matbuat

Seçimin Tek Galibi

Aslında görünen 24 Haziran seçimlerinin mutlak bir galibi olması zor görünüyor. Çünkü rakamlar birçok şeyi açıklamaz. En sonda söylenecek olanı başta söyleyelim. Gelinen noktada, 24 Haziran günü birinci turda Erdoğan’ın yeniden Cumhurbaşkanı seçilmesi önünde hiçbir engel yok. Böyle de olacaktır diye düşünüyorum. Ancak Erdoğan’ın yeniden Cumhurbaşkanı seçilmesi siyasetin dinamik ve çok senaryolu hâle geldiği yeni sistemde geleceğe dair yalnızca aşikâr olan bir ipucundan ibaret.

‘Erken seçimin olmayacağı’ söylemi Türkiye gibi günlük hissiyatı güçlü olan bir ülkede çoktan yerini ‘erken’ bile denilemeyecek kadar ani bir seçim tarihi açıklanmasıyla unutuldu. Seçim tarihi, yalnızca Cumhur İttifakı cephesinde bir bocalama ve panik yaratmadı. Ak Parti ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yaklaşımı zaten her an seçimlere hazır olacak şekilde tabanda bir dinamizm ve dirilik muhafaza etmek. Ayrıca, Ak Parti’nin bir seçim havasında bütün illerde ve İstanbul’un büyük ilçelerinde kongrelerini tamamladığını ve aslında gizli bir seçim maratonu yürüttüğünü görmek zor olmasa gerek.

Öte yanda, muhalif cephede aday belirleme süreci henüz bitti diyebiliriz. Hiçbir şekilde birinci turda bir çatı aday formülünün Türkiye sosyolojisinden hareketle muhalefet için iç açıcı olmayacağı durumundan hareketle, 24
Haziran seçimlerini heyecanlı ve öngörülemez kılacak tek bir ihtimal vardı. Abdullah Gül’ün Saadet Partisi’nin adayı olarak deklare edilmesiydi. Eğer öyle olsaydı, Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci tura kalması mümkün olabilirdi.
Yine, Halkların Demokratik Partisi’nin Selahattin Demirtaş tercihi özellikle İstanbul’da muhalefet oyları arasında rakamsal değişiklikler yaratacaktır. Ancak son kertede yine Cumhurbaşkanlığı seçiminde birinci turun yüzde 50 eşiğinde şu şartlarda belirleyici olacak HDP değil, Kürt seçmenlerin temayülünün ne yönde olacağıdır.

Muharrem İnce, Kemal Kılıçdaroğlu’nun pek naif ve son derece demokratik görünen tavrıyla Cumhuriyet Halk Partisi’nin adayı olarak ortaya çıktığı görülüyor. Kılıçdaroğlu’nun yaptığı takdire şayan mıdır? Bilmiyorum, çok başka boyutlarıyla bu konu tartışılabilir hacimde. Evet, görüntü güzel fakat demokrasi ve saygı gibi kavramlar böyle imiş gibi görünseler de esasında bu değil diye düşümüyorum. Ancak Cumhuriyet Halk Partisi’nin göstereceği adayın son kertede bir önemi olmayacaktı. Yalnızca seçimlerde alınacak CHP oylarını ileri ya da geri yönde oynatacaktı. Bence, 24 Haziran günü CHP için kritik soru meclis seçimlerinde parti olarak alınacak oy mu yoksa, Cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce’nin mi daha fazla oy alacağıdır. Soru kritiktir çünkü olası muhtemel bir sonuçta Cumhuriyet Halk Fırkası’nın başına Muharrem İnce’nin geçmesi kaçınılmaz görülüyor. Gerçi bu durumda milletvekili olması artık mümkün değil ancak hâlihazırda aynı durum Meral Akşener ve Temel Karamollaoğlu için de geçerli. Pek âlâ o şekilde genel başkan olmasında bir engel görünmüyor.

Muharrem İnce yaptıklarıyla, söyledikleriyle, enerjisiyle ve muhtemelen çokça eleştirilecek karakteri ve hayat tarzıyla çok tartışılacak ve merkez solda ateşleyici olacaktır. Kendi seçmen aralığında yarattığı coşkuyla da kemikleşmiş mevcut Halk Partisi oyunu artıracak gibi görünüyor. Aynı zamanda, Meral Akşener’in CHP’den çalabileceği oylar Muharrem İnce tercihinden sonra azalacaktır.

Evet, Cumhurbaşkanı Erdoğan için 24 Haziran seçimleri de iyi düşünülmüş, çalışılmış, hazırlanmış bir tarihi seçim olacak. Fakat İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in bahsini ayrıca açmak gerekir. Meral Akşener rüzgârı uzun zamandır esiyor ve 24 Haziran seçimlerinde bir parıltı gibi yanıp sönen bir hikâye olacağını düşünenlerden değilim. Özellikle İyi Parti aldığı oy ve mecliste elde edeceği sandalye sayısıyla Türkiye siyasetini muhalefetten yönlendirecek akıl olacak düşüncesindeyim. Özellikle de bu vaziyette seçim sonrası normal gidişatta Meral Akşener’in kurduğu söylem belirleyici olacak. İşi kolay değil fakat bugün siyasette Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kalibresine yaklaşan ve üst perde siyasetini okuyabilen tek kişi o görülüyor.

Kategoriler
matbuat

GÜLSAN Çirkinlik mi?

Kent üzerine konuşmak hayâl kurmaktan bağımsız olamaz. Kent üzerine düşünmenin ve hayâl kurmanın düğümlendiği bir çelişki estetik görünen ve kalkınan bir kenti bir arada tutabilmenin zorluğudur. Çünkü hâlen üstümüzde fazlasıyla tesiri olan 19. yüzyıl tekniği bize şunu söyler: Kalkınmak gerekir ve gerçekten de bir ihtiyaçtır. Kalkınma yolunda yoksunlaşmak pek iyi bir şey olmasa da nihayetinde teferruattır.

Bu coğrafyada, 19. yüzyıl tekniği Sultan II. Abdülhamit döneminde kurumsallaştı. Tekniğin dünyasının önceki izleri II. Abdülhamit gibi bir siyasi liderin elinde sistemleşti. Dönüşen dünyanın paradigmasına direnebilecek yerli bir hareket noktası yoktu. 17. ve 18. yüzyıl Osmanlı birikimi böylesi bir yerli paradigmaya nefes verebilecek unsurların bir araya geldiği zamanlardan değildi. Şüphesiz, tekniğin dünyasının temelinde kalkınma ve ticaret vardı. Sultan Hamit, 19. yüzyıl biterken bu yeni tekniğin dünyasının icap ettiklerini tatbik etmeyi başardı ve yeni dünyanın ruhu bu toprakların hamuruna katılmış oldu.

Büyükşehir Belediyesi eski Başkanı Yusuf Ziya Yılmaz’ın ‘makyajlı kent’ düşüncesi ilk önce iyi görünse de yolun sonunda ne hikâyelerle dolu hakiki bir kent ne de işleyen ve kalkınan bir kent var edebilir. Yusuf Ziya Yılmaz’ın riyasetinde estetik kaygı taşıyan birisi olduğunu hep gözlemledim. Estetiğe
inanıyorum fakat estetiği bir kentin içindeki hikâyelerin var ettiğini ve doğal yollarla oluştuğunu gayet iyi biliyorum
. Bir kadın düşünün ki güzelliği Allah vergisi, dünyaya gelmesiyle mündemiç olsun, bir de makyaja muhtaç olsun… Yani, demek istiyorum ki bir kentte estetiği var etmek için idarenin yapması gereken nitelikli imkânlar yaratmaktır.

Ayrıca, Samsun’un son yıllarda kalkınması noktasında dillendirilen türlü söylentiler, somut görülen gerçekler, sokakta insanların söyledikleri, belediyenin yüklü bir borç altında olduğu gibi birtakım tespitler var. Samsun’un yakın geçmişinde Kemâl Vehbi Gül’ün riyaset ettiği dönemlerde, Samsun bütün Türkiye’de kalkınmasıyla örnek gösterilen bir şehirdi. Öte yandan, sonralarda bu dönemler de özellikle kalkınma sevdasıyla estetiğin göz ardı edildiği ve Samsun’un betonlaştırıldığı yönünde ciddi ve önemli eleştiriler de çokça dile getirildi. Benim kanaatim, bu eleştiri bir taraftan doğrudur, Vehbi Gül’ün imarcı ve kalkınmacı karakterinden kaynaklanmıştır. Fakat öte yandan bu durumda, Demirel ve Özal’lı o yılların bütün Türkiye için imar, kentlileşme ve sanayileşme yılları olmasının da bu durumda payı vardır.

Konunun merkezine dönersek, Kemâl Vehbi Gül tarafından o yılların Samsun’un kıyısına kurulan ve bugün şehrin göbeğinde yer alan GÜLSAN, bugün daha çok ‘esnafın mağduriyeti’ şeklinde dile getirilen yüzlerce hikâyeyi içinde taşıyor. Modern bir şehir büyüdükçe şehri besleyen, iktisadi kalkınmayı sağlayan üretim alanlarının şehrin içerisinde kalması da kaçınılmaz. İstanbul’da bunun birçok örneği var. Otomobilden mobilyaya kadar bütün sanayi siteleri İstanbul’un ortasında. Buna mukabil, şehri ve bütün Türkiye’yi besleyen ‘ağır sanayi’ alanları ise Gebze’de. GÜLSAN, Tekkeköy’deki Organize Sanayi Bölgesi’nde olduğu gibi ağır sanayi alanı değil. Bunun manası, GÜLSAN’ın insanların sürekli gündelik ihtiyaçlarının temin edildiği bir alan olduğu ve kent merkezinden kopuk olmaması gerektiği. İstanbul’da Maslak Oto Sanayi tam da böyle bir alan. Bir yandan şehri besleyen ve kentin gündelik ihtiyaçlarına cevap veren, öte yandan İstanbul’un en önemli iş merkezlerinin ortasında olmanın sorumluluğunu taşıyan ve bu şekilde dizayn edilen…

Şehir, yaşayan bir organizma. Cumhuriyet Meydanı, Mecidiye, Çiftlik, Site Camii, GÜLSAN gibi yerler Samsun’un hikâyelerini var eden, gelenekle irtibat kuran dinamiklerin işlediği mekânlar. Üstelik, GÜLSAN bugün Toybelen mevkiine taşınsa yarın şehir daha da büyüdüğünde taşınan sanayi sitesi aynı durumda olmayacak mı? Yapılması gereken yalnızca alan açmak, basiretli bir akılla müdahale etmeksizin bir kurgu dizayn etmek ve hikâyelere imkân vermektir.

Kategoriler
matbuat

Edebiyat Ne İşe Yarar?

Edebiyat denildiğinde üç şey düşünmek gerekir: Birincisi, akla en çok gelen yazı üzerinde kendini var eden, asırlarca birbirine eklemlenerek gelişen ve dönüşen tarihi olan bir alem. İkincisi, üniversitelerde birtakım tahlillere mahkûm edilen bir tür analiz işi. ‘Şair burada ne demek istemiş olabilir?’ gibi lüzumsuz bir suale aranan cevapların makaleleştirildiği, bir romanın teferruatlı bir şekilde analiz edilerek okuyucu sözü üzerine söz söyleme çabalarına giriştiği gibi benim asla anlam veremediğim, Ahmet Haşim’deki ‘biriciklik’ unsurunun ve keyifin yok edildiği bir akademisyenlik. Edebiyat deyince üçüncü düşünülmesi gereken ise bizatihi hayatın içerisinde kendine var olma imkânı bulan, kimilerinin pek imkân verdiği kimilerinin boğazına yapıştığı, görenleri tebessüm ettiren fakat görmeyenlere de gayri ihtiyari tesir edebilen hayatın ta kendisi.

Zaten edebiyat olarak isim verdiğimiz saha bir bakıma bir toplumun görünen ve görünmeyen yüzlerinin yazılı metne yansımasından ibarettir. İlk anlamıyla tarihsel birikimini var eden edebiyat aslında sınırlıdır. Yalnızca yazıya geçebildiği ölçüde, neşredilmeyi hak edecek kalitede üretilebildiği kadarıyla bir toplumu yansıtabilir. Öte yandan, toplumun içinde edebiyat sokakta, kahvede, takside, kitapçıda, çarşıda ve aslında kentin her yerinde sürekli tedavüldedir. Çevrimdışı olmaksızın hikâye devam eder. Mürekkepsiz hikâyeler yazılır ve kayda geçemeden birçoğu unutulur gider.

Aslında pek bir işe yaramaz. Sıradan bir şekilde hayatın akışı içerisinde pek âlâ edebiyata muhtaç olmadan da yaşanabilir. Fakat gel gör ki dirim kısalığını ve faniliğini göğsünde taşısa da herhangi bir şeye indirgenemeyecek ve tekdüze olamayacak kadar da kompleks. Vaziyet bu olunca, edebiyat gibi unsurlar da içinde kendini var ediyor. Dünyanın ilk alegorik metinlerinden olan İbn-i Sina ve İbn-i Tufeyl’de farklı biçimlerde ortaya çıkan Hayy bin Yakzan‘ın sonunda da söylendiği ‘ince zar’ metaforu gibi edebiyat da hayatın içerisinde ince bir zarla perdelenmiş. Zarı yırtmasını bilen dışarıdan görünenin ötesini görüyor, başka anlam dairelerine ulaşıyor.

Samsun’lu hece şairi merhum Cemal Safi’yi anmak gerek. Bizim toplumumuzda hece şiiri her zaman halkımızca daha çok tutulur ve belleklere kazınır. Edebiyatımız da böyledir. Divan’dan beri farklılaşan ölçüler hep olsa dahi ölçü hep esas olmuştur. Modern serbest şiir çoğunlukla ilgilisine hitap etmiştir. Öte tarafta, serbest şiirin alanında yazıp çizen fakat o tarihsel hafızayı diri tutan İsmet Özel gibiler de bir sürü insanda karşılık bulabilmiştir. Şiirde kâfiye aramak anlamı çok kez öldürür. Hece ile şiirde sesi sürekli canlı tutup anlamı öldürmemek tam bir kabiliyet işi olmuştur. Cemal Safi bu kabiliyetin en güzel örneklerini yazdı. Anlamı öldürmek bir tarafa, hece ölçüsünün rüzgârını arkasına almayı başararak anlamı daha da pekiştirdi. Şiirin asli gücü olan yüreklere dokunmayı başardı.

Kategoriler
matbuat

Paradigma Şart

Ben ‘paradigma’ demeyi tercih ediyorum. Fakat ‘eksen’ şeklinde telaffuz edildiği de vâkîdir. Kelime olarak ‘paradigma’ belki dışarıdan besleniyor ancak Soğuk Savaş dünyasının literatüründeki ‘eksen’e kıyasla daha kuşatıcı, fikirden beslenen ve ne idüğü belirlenebilir bir imkân sunuyor. Öte yandan, kelimenin ithalatından ötürü daha en baştan vazifesinin işleviyle de çelişiyor gibi görünüyor.

Aslında olay yeni değil. Türkiye’nin Batı dünyasına karşı şahsiyetli ve gerektiğinde ‘hayır’ demeyi bilen tutumunun iyiden iyiye görünür hâle geldiği dört beş yıldan beri en kritik, geleceğe dair iyisiyle kotüsüyle belirleyici olacak gizli gündemi. Fakat muhafazakâr cenahtaki zihinlerce üst perdeden telaffuz edilmeye başlanması yeni. 15 Temmuz darbe girişiminden itibaren hiç akıldan çıkarılmayan, gerektiğinde kısık sesle de olsa dile getirilmekten kaçılmayan bu mesele uluslararası siyasetin son birkaç aylık gelişmelerinden ve iç siyasette doygunluğa yavaş yavaş ulaşıyor olmasından sonra çok daha görünür ve açık bir şekilde tartışılacak. Muhafazakâr çevrelerin üstünde kafa yorduğu esas meselesi olacak. Benim için ise uzun zamandır dönüp dolaşıp geldiğim, zihin mesaisi harcadığım bir soru.

Mesele, Türkiye’nin kendi paradigmasını belirleyebilmesi. Küresel eksenler arasında sağa sola savrulmadan, Türkiye’nin kendi dinamiklerine özgü bir çizgi tutturması gerekiyor. Ayrıca, bu özgün paradigmanın dünyaya vaat edebileceği yeni bir şeyler olması da şart. Dünyaya bir şey söylemeden, farklı coğrafyalara sirayet etmeden böylesi bir paradigma hayat bulamaz.

Son dönemde, ABD’nin ve Avrupa ülkelerinin ikircikli tavırları ve buna mukabil Putin’in son derece makul tavrı Türkiye’de bir kısım kişilerin Türkiye’nin geleceğinin Rusya’yla sıkı ilişkilerden geçtiğini bolca ifade etmesine yol açtı. Artık herkes pek aşinadır, emperyalist dünyaya karşı Avrasya’nın gücünden ve tek çare olduğundan heyecanla bahsedilen ifadeler… Bu tarafta, eksen tartışmasının açılmasına gerek dahi duyulmuyor. Madalyonun öte yüzünde eksen tartışmasını yapanlar var ve ekseriyetle Türkiye’nin son dönemdeki Rus yakınlaşmasından rahatsız. Batı’yla kurulan ilişkilere kıyasla Türkiye’nin Avrasya blokuna sıkıştırılmasının tehlikeli olduğunu düşünenler de var.

Esas olan Türkiye’nin kendi paradigmasını ıstırabını çeke çeke oluşturmasıdır dedik. Başka yol var mı? İştahla Türkiye’nin bekâsını Avrasya’da ya da Avrasyacılık’ta görenler, Avrasya’nın, daha da özelde Rusya ve Çin’in emperyalizmini görmüyorlar mı? Yahut görseler de ikrârı işlerine mi gelmiyor? Evet, Türkiye’nin Batı’dan gelen alışılageldik, sır olmayan ve 15 Temmuz darbe girişimiyle birlikte de zirve yapan saldırılarına karşı Rusya, Türkiye’nin direncine takviye yaptı. İcâp ettiği zaman kurtarıcı rol üstlendi. Muhakkak ki kurtarıcılığa soyunmasının temelinde Türkiye’yi Batı’ya nispet yaparcasına kendi yanına çekmesi var. Batı mandacılığı olduğu gibi pek âlâ Rus mandacılığı da mümkün. Fakat Türkiye en başından itibaren bu durumun farkında olarak dikkatli, samimi ve herkesin kendi yerini bileceği bir ilişki tesis etmeye çalıştı ve bunu da başarmış gözüküyor.

Bugün, Türkiye’yi yönetenlerin, ekseriyetle klasik merkez sağ tanımlamasının karşılığında duran fikri ve kültürel entelijansiyanın (bu kelimeyi galiba kullanabiliriz) Avrasya eksenini bir atlama ve vakit kazanma hamlesi olarak kullanarak Türkiye’ye özgü bir eksenin gelişmesi yönünde bir çaba ve umut içinde olduğunun emarelerini görüyorum. Ben de tam da böyle olması gerektiğini düşünüyorum. Ancak bu kolay değil; ıstıraplı ve on yıllara muhtaç. Batı, eksenini kapitalizme borçlu. Rusya ise yine kapitalizmin karşısındaki en büyük reaksiyonist fikre… Dolayısıyla, mesele ‘eksen’ değil, yerli bir paradigma olmalıdır. Esas olan görüntüde değil, özünde yerli olmasıdır. Özü sağlam olduktan sonra görüntünün bize yabancı olması mesele olmamalıdır.

Not: Geçen haftaki yazıda Suudi Arabistan bahsinde geçen “Kral Selman” yanlış değil. Fakat kastedilen veliaht prens Selman. Dikkatten kaçmış, düzeltelim.

Kategoriler
matbuat

Batı’yla İlişkiler Şimdi Başlıyor

Türkiye tarihinde uzun yıllarca şahit olunmayan ilginç zamanlardan geçiyoruz. Bu zamanları tanımlamak için sıfat çok. Elbette, ilişkiler şimdi başlıyor derken içinde ironisini de taşıyan bir durumu ifade etmek istiyoruz.

Son olarak Rusya Devlet Başkanı Putin’in ve İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin gelmesiyle Cumhurbaşkanı Erdoğan, bir yandan bölgenin geleceğine yönelik ortak kararlar ve ülke içindeki projelerle alakalı hâlihazırda devam eden iş birliğini bir üst perdeye taşıdı. Öte yandan, Erdoğan-Putin-Ruhani üçlüsünün Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nden verdiği fotoğrafla Avrupa’ya ve ABD’ye kallavi bir fotoğraf daha verilmiş oldu.

Avrupa, son yıllarda ortaya koyduğu tavırlarla Türkiye’yi hizaya getirebileceği fikrindeydi. Özellikle de Almanya, Avrupa’nın aklı konumunda. Dün, Türkiye’ye karşı pozisyonu açık bir şekilde ilk belirleyen ülke olduğu gibi bugün de henüz somut bir eyleme geçmiş olmasa da Türkiye’yi anladığını dile getirme konusunda önde geliyor. Mesela, geçtiğimiz günlerde Almanya’nın Ankara Büyükelçisi Martin Erdman, Türkiye için Çin, Rusya gibi alternatiflerin olduğunu söylemenin fantaziden ibaret olduğunu ve Türkiye ile Avrupa ekonomilerinin iç içe olduğunu söyleyerek Türkiye ve Almanya’nın vazgeçilmez bir partner olduğunusöyledi.

Birebir aynı durumdan bahsetmek tam olarak mümkün olmasa da Avrupa’ya verilen mesajın bir benzerinin ABD’ye gittiği de aşikâr. Fakat Batı dünyası dediğimizde yekpâre homojen bir yapıdan bahsetmiyoruz. Dolayısıyla ABD ile Avrupa’yı eş değer tutmak mümkün değil. Evet, ABD’ye de gelecek ilişkilere dönük önemli bir mesaj verilmiş oldu. Fakat ABD’ye kıyasla ben Avrupa’nın Türkiye’yi kaybetme, hele hele Rusya saflarında görmeyle alakalı olarak çok daha endişeli ve hassas olduğunu düşünüyorum. ABD, kağıt üzerinde Türkiye’nin yıllardır stratejik ortağı olan bir müttefiki. Fakat ABD’nin son 4-5 yıldaki davranışlarına baktığımızda ABD’nin Ortadoğu’da, Körfez’de en sadık ve kullanışlı ortağının Suudiler olduğu da görülüyor. Bence, ABD Türkiye’yi birtakım yaptırımlarla hizaya getiremeyeceğini, kendi amaçları doğrultusunda hedefe yöneltemeyeceğini biliyor. Bu yüzden de enerjisini Türkiye’yle müzakerelerine devam etse bile Türkiye’yi kazanmaya yönelik harcamıyor. Hele hele Suudi Arabistan’da Selman gibi bir kral varken ABD’nin bölgede Suudiler üzerinden yapabileceği çok şey varken… Fakat yine de Suriye oyununda Türkiye’den başka hiçbir aktör ABD için işlevsel ve iş bitirici bir müttefik olmayacaktır. Bu yüzden, Erdoğan-Putin-Ruhani zirvesinde verilen görüntü sonrası ABD’de Türkiye’yi kazanmaya yönelik davranacaktır.

CHP Genel Başkan Yardımcısı Öztürk Yılmaz, S-400 füzelerinin teslim tarihinin ‘şov’ için öne çekildiğini öne sürmüş. Oysa, füze teslim tarihini Türkiye’nin öne çekmesinin çok mantıklı ve zekice iki sebebi olabilir: Birincisi, Türkiye bu üçlü zirvede savunma füze teslimini öne çekerek yukarıda anlatmaya çalıştığım Avrupa’ya ve ABD’ye mesajını çok daha kuvvetli bir şekilde ilan ediyor. İkincisi de potansiyel bir NATO saldırısına ya da niyetine karşı NATO’ya saldırılarına karşı tasarlanmış füze savunma sistemlerini alarak hem fiziken hem de manen elini güçlendiriyor. Her ne kadar böyle bir ihtimal çok uzak görünse de uzun vadede gelecek günler ne getirir bilinmez… Zaten dediğim gibi mesele sadece fiziken bir saldırı olması değil, bunların masada neler değiştirdiği! Doğrusu, CHP’nin aklı başında ve dış politikanın dinamiklerini iyi bilmesi gereken bir teknokrat ismi olmasını beklerdim. Ancak son dönemde bunun gibi yaptığı bazı çıkışlar var ki özü bu değilse, çok çabuk siyasetin sığ alanına ayak uydurmuş izlenimi yarattığını söylemek zorundayım.

Nihayetinde, Türkiye’nin Batı’yla ilişkileri aslında şimdi başlıyor. Fakat Türkiye yaptığı hamlelerle ve samimiyet arayışıyla Avrupa’yı da ABD’yi de köşeye sıkıştırmış görünüyor. Türkiye’nin Rusya’yla yaptığı iş birliği tiyatrodan ibaret olmasa da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın güçlü bir şekilde verdiği mesaj Batı’yla sağlıklı bir şekilde ilişkilerini yürütmek isteyen bir Türkiye’nin ABD ve Avrupa’yla ilişkilerini bambaşka bir seyre oturtacaktır.

Kategoriler
matbuat

Türkiye’nin İhtiyacı

Türkiye’nin bugün ihtiyacı olan üretmek. Ama nasıl üretmek? Son yıllarda Türkiye’de gerçekleşen üretimi geçmişle mukayese etmek olanaksız. Özellikle kendi ayakları üzerinde duran bir ülke olma yolunda ciddi bir kararlılık mevcut. Son yıllarda kazanılan ivmenin esas tetikleyicisi de zaten bu motivasyon. Bugün devlet dijitalleşmede dahi treni kaçırmak istemiyor. Küresel trendleri, iş insanlarının eğilimleri yakinen anlamaya ve bu yönde gereken adımları atmaya çalışıyor. Öte yanda, Türkiye’nin ürettiği şu an bu hâliyle dış dünyaya bağımlı olmamaya, aynı teknolojileri üretebilmeye endeksli görünüyor.

Peki, ihtiyaç olan üretim nasıl bir üretim? Tanzimat’tan bu yana tekniğin coğrafyaya nüfuz etmesiyle birlikte kendimizi hep kaçırılmış trenin yolcuları olarak hissettik. Sultan Hamid’in mayasını oluşturduğu teknik ve kalkınma temelli anlayış on yıllar boyu aktarılarak Türkiye’de merkez sağın halkın gönlünde yer bulduğu uzun bir hikâyeye nefes verdi. Bu hikâye kaçırılan treni yakalamak üzere on yıllarca devam etti. Tekniğe meftun olan idâreler gerçekleştirdiği icraatlarla Türkiye gerçeği ortalamasını değiştirmeyi başarabildi. Şüphesiz bunun son ve en başarılı örneği Ak Parti oldu. Ancak ilk soru hâlâ bâki: Bizim nasıl bir üretime ihtiyacımız var?

Bugün, başarılı olduğumuz alan bize ait olmayan paradigma içerisinde iyi bir şekilde üretim yapmaktan ibaret. Bu modelin en başarılı örneğini Çin gerçekleştiriyor. Rusya, küresel dünyanın dinamikleri karşısında ayrıksı bir pozisyonda. Son dönemlerde Rusya da esasında pek tekniğin dünyasının vaat ettiği hayata karşı pek direnemiyor. Her ne kadar kalıtsal özelliklerini taşısa da gün geçtikçe kendi meşrebince bu dünyaya uyum sağlayan bir Rusya ortaya çıkıyor. Ancak Rusya’nın ayrıksı pozisyonu yerine başka bir paradigma ikâme edebildiği bir düzlemde değil. Bunu Sovyetler döneminde yapmıştı ve dünyaya kafa tutuyordu. Fakat Sovyetler’de üretilen alternatif paradigma insanlığa mevcut paradigmadan daha fazlasını vaat edemediğinden başarılı olamadı.

Türkiye’de kavramsal özgünlüğü sağlamak mecburiyetindeyiz. Yaptığımız üretim küresel trendleri takip ederek gerçekleşmeli fakat kaliteli üretim yalnızca ürettiğimiz şeyin nitelikleriyle sınırlı olmamalı. Gerçekten üretmek, olmayanı üretmektir. Üretilen ürün ya da fikir insanların hayatlarını değiştirebildiği ölçüde hakiki bir üretimdir. Tekniğin dünyası kapitalist değerleri vaat ederek ve insan nefsine seslenerek bunu iki yüz yıl evvel başardı. Osmanlılar’ın alışkın olduğu sistem, değerler dünyası, toplumun hayat anlayışı bu değildi. Tabii olarak 19. yüzyılın başından itibaren dönüşen dünya karşısında da tüm çabalara rağmen sudan çıkmış balığa döndük. Zamanla suyun dışında nefes almayı da öğrendik fakat biliyoruz ki ait olduğumuz yer deniz derya. Hâlen bunun sıkıntısını çekiyoruz.

Evet, yerli ve milli. Fakat her iki kavram da üzerinde o kadar düşünülmeye muhtaç ki… Paradigmasız yerlileşme sağlamak mümkün değil. Geçmişte sahip olunan paradigmayı bugünün teknik dünyasıyla uzlaştırmaya çalışarak da bunu yapamayız. Kısacası, dünyaya bir paradigma ve söylem vaat etmek zorundayız. Dış politikada Türkiye’nin son dönemde geliştirdiği söylemin kişilerden ve aktörlerden bağımsız kavramsal temelleri olmalı. O temeller âdeta pişerek söylemi var etmeli. Üstelik, Türkiye’nin ihtiyacı yalnızca kendi meşruiyetini belirleyen değil, başta Batı olmak üzere farklı coğrafyaları da hareket geçirebilecek bir paradigmayı üretebilmek.

YAŞARKEN KIYMETİ BİLİNMEYENLER

Malûm, Meclis son haftalarda iki cenaze için devlet törenine ev sahipliği yaptı. Yeni Şafak‘tan Kemal Öztürk, “Öldükten Sonra Kıymetini Bilsek Ne Fayda” diye yazmış. Hakikaten de öyle. Hırslarımız ve özgüven eksikliğimiz, geçmişi, özellikle de kendimize yakın geçmişi çiğneyerek kendi yaptıklarımızın daha çok parlayacağı gibi bir boş inanca sebep oluyor. Hâlbuki şahsiyetli, kendini bilen ve akıllı insan böyle yapmaz, buna ihtiyaç da duymaz.

Kategoriler
matbuat

Aliya’nın Hatırlattıkları

Merhum Aliya’yla geçen hafta kaldığımız yerden devam etmekte yarar var. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “İslam’ın güncellenmesi” mesajının Türkiye’nin gündeminde yer alan birçok mesele gibi şirazesinden kayarak tartışılmaya başlaması Aliya’yı yeniden hatırlamayı benim için gerekli kılmıştı. Son 200 yıldır ve bugün hâlâ devam eden Batı’nın (belki de tekniğin ve tüccarlığın dünyası demek daha doğru) İslam coğrafyalarındaki zulmü ve duyarsızlığı malûm. Bütün bunlar Bosna’nın başına geldiğinde Aliya’nın öncülüğünde oradaki insanların bir farkı vardı.

Bu fark, Osmanlı bâkiyesi bir halk olmaktan, Avrupa kıtası içinde kalmaktan ve en önemlisi de Aliya İzzetbegoviç gibi hem bilge hem komutan hem devlet adamı olan cesur bir adamdan kaynaklanıyordu. Bosna halkının yaşadığı coğrafya orada diğer İslam memleketlerinden ayrışan başka bir hayata, topluma ve insana bakışı mümkün kıldı.

Aliya’nın İslam’ı anlayışında özellikle “İslam sadece din değildir” yaklaşımı oldukça kritik bir yerde duruyor. Cumhuriyet yılları boyunca da uzun süre tahakküm eden bir din dayatması Müslümanlığı camiilere, belirli zaman ve ritüellere hapsetti. Hatta o yıllarda Kemal Vehbi Gül’ün Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan beyanatında “Şeriat İslamiyettir. Namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek şeriatın icabıdır. Bunları bilmeyen ahmak takımı bir şeriattır tutturmuş gidiyor. Yahudinin
tazyikiyle, Amerikan emperyalist ülkelerinin tazyikiyle… Çünkü Türkiye dinine sadık olursa, tehlike olur onlar için, Ortadoğu’yu sömüremezler.”
diyordu. Bilge kral Aliya da İslam’ı modernistler ve muhafazakârlar gibi belirli birtakım alanlara, zamanlara ve mekânlara hapsedilmesine karşı çıkarak İslam’ın bir din olmakla beraber aynı zamanda bir felsefe, ahlâk, düzen, tarz, atmosfer olan, yani hayatın tamamını kuşatan bir şey olduğunu söylüyordu.

Bu yüzden, en çok dini bir meslek hâline getiren ilahiyatçılara itiraz ediyordu. İlahiyatçıların kendilerini Kur’an-ı Kerim ile insanlar arasında bir
aracı
gibi konumlandırdığını ve bilime de tasavvufa karşı da kapalı olan ilahiyat camiasının İslam’a aykırı çok sayıda irrasyonel ve boş inançların dine girmesine itirazı olmadığını söylüyor. Aslında tam da bu din algısından ötürü İslam yozlaştı. Aliya, bu topraklarda güçsüzlüğün sebeplerini izah ederken Kur’an’a teslimiyetin bitmediğini fakat kitabın kanun otoritesini kaybedip, eşyaların ‘kutsal’ı hâline geldiğini hatırlatıyor. Bu vaziyetten dolayı zamanla Kur’an’ın hep daha az anlaşılan ve manası üzerinde düşünülen fakat daha çok güzel sesle okunan bir metin hâline geldiğini söylüyor. Bütün bunlara hak vermemek mümkün mü?

Ne yazık ki 1970’li yıllarda Aliya, “Türkiye kendi hafızasını ve geçmişini kaybetti.” diyerek “Bu durum kime gerekliydi?” diye soruyor. Başkasının değil, kendi hayatını yaşamak için Japonya’nın ilerlemeyle geleneği birleştirirken, Türkiye’de modernistlerin tam tersi bir istikamette yürüdüğünü söyleyen Aliya, Japonlar dünya milletlerinin zirvesine çıkarken Türkiye’nin üçüncü sınıf bir ülke olmaya mahkûm kalmasını böyle açıklıyordu. Bugün, belki eksik çok şey hâlâ var fakat Aliya’nın isabetli bir şekilde tespitlerini yaptığı 1970’lere kıyasla bu yönde halkıyla, kendi değerleriyle ve diniyle barışık bir Türkiye olduğunu söyleyebilmek güzel ve şükür vesilesi.

Kategoriler
matbuat

Çare Aliya’da

Malûm, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın meseleye dâhil olmasıyla birlikte dönem dönem gündeme gelen cinsellik-kadın-İslâm çerçevesinde dönen tartışmalar çok daha görünür bir biçimde tartışılır oldu. Tartışmaları başlatan kişilere ve söylediklerini konuşmaya çok da lüzum yok. Fakat meselenin toplumsal ve İslâmi boyutu olduğu gibi bu tarz tartışmalardan siyasi medet umanların da olabileceği unutulmamalı.

Aslında siyasetin herhangi bir şekilde pek de alanıyla ilgili olmayacak kadar ‘ciddi’ olan meseleye siyasi boyut katan ‘İslam’ın güncellenmesinin gerektiği’ çıkışıyla Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan olmadı. Bazı çevrelerin özellikle de medyanın da üstü örtülü tahrikiyle böylesi tartışmaları Türkiye’nin gündemine oturtarak 28 Şubat’ı çağırmak üzere bir havayı beslemek istediği de söyleniyor. Hatta Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın meseleye dâhil olmasının önemli sebeplerinden birinin de bu dalganın önünü kesme amacını taşıdığı yönünde iddialar da var. Fakat Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu çıkışı ihtiyaç duyulan yeni düşünme imkânlarını var edebilir.

Cumhurbaşkanı Erdoğan önce İslam’ın güncellenmesinin gerekliliğine işaret etti, tartışmalar üzerine “dinde reform haddimize mi?” dedi. Birbirine pek yakın eksende duruyormuş görünen her iki kavram arasında aslında neticeleri itibariyle bambaşka varoluşlara varan ciddi farklılıklar mevcut. ‘Güncelleme-Yenileme’ başka bir şey, ‘reform’ başka. Osmanlı son dönem tarihi tartışmalarında birbirinin yerine fütursuzca kullanılmaktan sakınılmayan ‘ıslahat’ ve ‘reform’ kavramları da aslında farklı yerlere gönderme yapıyorlar. Tanzimat’ta ıslahat ve reform şeklinde tezahür eden birtakım uygulamaların mahiyetleri ve sonuçları da tıpkı İslam’ın güncellenmesi-reform edilmesi arasındaki farklılaşma gibi ayrı yerlere varıyor.

İslam’ın reform kaldırmayacağı açık. Martin Luther vari bir hareket reformdur; yapı bozar ve yeni yapılar inşa eder. Kimyasal bir reaksiyon gibidir. Öte yandan, maddenin fiziksel olarak yalnızca suretinin değişerek, yapısının ve özünün olduğu gibi kaldığı tarzda bir değişim yalnızca İslam için değil, kozmosa dair her şey için geçerli olacaktır.

Aliya için İslam’da yenilenme bir varoluş meselesiydi. İslami bir yenilenmeye doğru bir hareket olmazsa, aksinin pasiflik ve gerileme olacağını biliyordu. Müslüman dünyanın yenilenmesinin de İslamsız ve İslam’a karşı olamayacağını açıkça söylüyordu.

Aliya İzzetbegoviç İslami yenilenmeye muhafazakârların ve modernistlerin itiraz ettiğini söylüyor: “İslamî yenilenme fikrine, her zaman iki tip insan tarafından karşı çıkılmaktadır: “Muhafazakârlar eski reçeteleri, modernistler ise başkasına ait (yabancı) reçeteleri istemektedirler. Birinciler, İslam’ı geçmişe çekmekte, ikinciler ise ona yabancı bir gelecek hazırlamaktadırlar.”

Türkiye’de bugün Aliya’nın yaşadığı yıllarda olduğu gibi muhafazakâr ve modernist olarak tanımlanabilecek keskin ayrımların olmadığı şerhini düşmekte yarar var. Ancak yine de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İslam’ın güncellenmesi çıkışına itirazların nereden geldiğine bakıldığında Aliya’nın söyledikleri daha da anlamlı değil mi? Niyet, Aliya’nın İslam’ı anlayışı ve algılayışı üzerine yazmaktı fakat o kısmı başka zamana kaldı… 

Kategoriler
matbuat

Osmanlı Aklının Batı’dan Anladığı

Ahmet Hamdi Tanpınar, meşhur edebiyat tarihi kitabında, Tanzimat’ı “bir medeniyet dairesinden öbürüne geçmek, asırlardan beri inanılmış ve uğrunda mücadele edilmiş değerler dünyasından ayrılmaya” indirger. Ancak buna katılmak mümkün görünmüyor. Zira Tanzimat salt bir Batılılaşma episodu olarak görülüp geçilemez.

Tanzimat treninin lokomotifi olan Osmanlı devlet eliti ve aydını her zaman için – 1860’lara gelindiğinde dahi Tanzimat’la gelecek yeniliklerin Osmanlı klasik geleneğinden bir kopuş olmadığını ve aynı şekilde İslâm’dan uzaklaşmak olmadığını defaatle dile getirmiştir. Hatta Tanzimat’ın öngördüğü birtakım yeniliklerle birlikte Devlet-i Âliyye-i Muhammediyye’nin eski günlerindeki gibi kudretli hâle gelebileceğine, İslâm’ın akıbeti ve dünyanın dört bir yanında yardım bekleyen Müslümanlar için bunun gerekli olduğuna dair kanaatler ağır basıyordu.

Zaten Tanzimat’ın ilk ve asli motivasyonu ‘devleti kurtarma’ arayışıydı. Bu yüzden, Tanpınar üslubunca bu arayışı ‘medeniyet dairesini değiştirme’ olarak görmek hem yanlıştır hem de vakıa böyle değildir.

Roderic Davison, muhafazakâr görüşlerce, Osmanlı son dönemindeki birtakım demokratikleşme ve parlamenter sisteme geçiş denemelerinin sonralarda günü kurtarmak için verilen birtakım ‘sahte tavizler’ olarak görüldüğünü söylüyor. Öyle ki Osmanlı’da bozulan adalet mekanizmasının düzeltmek, idareyi yeniden etkin kılmak ve ekonomik refahı sağlayabilmek için Batılı usulde reçetelerin pragmatist bir şekilde bu çerçevede uygulandığını söylüyor. El hak, haklı. Bu tespit meselenin aslını Tanpınar’a kıyasla çok daha isabetli bir şekilde yansıtıyor. Fakat Roderic Davison aynı zamanda Ahmet Vefik Paşa gibi ‘aydınlanmış kimselerin’ dahi bu düşüncede olduğunu bir miktar da şaşkınlık ve eleştiri taşıyarak ifade ediyor.

Halbuki Tanpınar’ın ima ettiği Osmanlı Türkiye’sinin Batı eksenine doğru bir geçiş yaşadığını söylemesi de Davison’ın hayret içerisinde getirdiği pragmatizm eleştirisi son derece anlamsız. Toplum gibi yaşayan organizmalar ve devlet gibi bekânın esas olduğu mekanizmalar için esas olan yaşamak, yaşatmak ve var olmaktır. Osmanlı on dokuzuncu yüzyılını da bu bağlamda düşünmek doğru olur.

Osmanlı Devleti, Tanzimat devrinde uygulamaya koyduğu birtakım reformlara ve Batı’dan aldığı yeni çağın paradigmasına uygun devlet işleyiş usullerine başvurması için zaten mevcut durumdan bir rahatsızlık gerekir. Davison’un hayret ettiği aslında sağlığından hiç mustarip olmayan bir adamın ilaç içmesi gibidir. Elbette ‘devleti kurtarmak’ arayışı çerçevesinde Osmanlı devlet eliti Batı’ya başvuracaktı. Sonraki zamanlarda ‘devleti kurtarmak’ merkezinde Yusuf Akçura’nın Üç Tarz-ı Siyâset olarak hülâsa ettiği bambaşka kurtuluş reçeteleri de arandı. 1850’lerden sonra yer yer Osmanlı siyaseti içerisinde gerilimler de yaratan farklı düşüncelerin, münferit örnekleri görmezsek hemen hemen hepsi Osmanlı’yı yeniden ayağa kaldırmak, ‘altın çağına kavuşturmak’ kaygısıyla kendi kamuoyunu genişletmeye çalışıyordu.Belki bugün Türkiye’de ‘yerli’ ve ‘milli’kavramları telaffuz edildiğinde farklı fikir ve yaklaşımların oturması gereken eksen de böyle bir zemin. Nitekim merhum Cemil Meriç’in Kabil kompleksi diyerek açıkladığı gibi “Kaçanlar ne Türk, ne aydın. Vatanlarını yaşanmaz bulanlar, vatanlarını ‘yaşanmaz’laştıranlardır.

Kategoriler
matbuat

Zeytin Dalı Amacına Ulaşabilir mi?

Türkiye, Zeytin Dalı Harekâtı’na başlarken Rusya’yla üstü kapalı bir ittifak içerisinde hareket etti. Zeytin Dalı Harekâtı’nın ilk başladığında amacı Türkiye’nin 911 kilometrelik Suriye sınırında güvenliğini sağlamak için PKK/PYD etkisini yok etmek, Suriye’nin kuzeyinden Doğu Akdeniz’e ulaşması planlanan olası bir terör koridorunu önlemek ve Suriye’nin toprak bütünlüğüne katkı sağlamak olarak görülüyordu. Fakat Türkiye’nin Suriye topraklarında yapacağı girişimler ABD’nin bölge çıkarlarına ters düşüyordu.

Emekli tuğgeneral, İstanbul Aydın Üniversitesi öğretim üyesi Naim Babüroğlu, Afrin sonrası Doğu Fırat’ta her geçen gün güçlendirilen PYD hâkimiyeti zayıflatılmadıkça Zeytin Dalı Harekâtı’nın gerçek amacına ulaşmayacağını söylüyor. Bölgeyi iyi bilen birçok kimsenin de genel kanaati bu yönde.

Türkiye’nin Fırat’ın doğusuna müdahale edebilmesi ve buradan sonuç alabilmesi ise kolay görünmüyor. Ya Rusya’nın açık desteğiyle Rusya’ya güvenerek ve ABD’yi sert bir şekilde karşısına alarak Fırat’ın doğusuna yeni bir harekât planlayacak ve Doğu Fırat’ta oluşturulmak istenen PYD/YPG koridoru kırılacak… Böylece bölgede ABD’nin ve İsrail’in nihai amacı olan bölgeyi paramparça etme planı son bulmuş olacak. Ya da Türkiye’nin ABD’yle yaptığı müzakereler uzlaşıyla son bulacak ve uzun yıllardır bölgede yavaş yavaş küçük hamlelerle ilerleyen ABD ve İsrail stratejisi devam edecek fakat ABD de son kertede uzun soluklu bir Ortadoğu projesinde istediğini alamamış olacak.

ABD, Türkiye’yi ikna etmek istiyor. Fakat ikna etmesi için ‘kadim’ emellerinden vazgeçmesi gerek. Bu saatten sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan ülkenin başında oldukça Türkiye’nin ABD’nin bu taleplerini kabul etmesi mümkün değil. Çünkü ortada yapısal bir çıkar çatışması var. Türkiye’nin uzun vadede menfaati ve geleceği ABD’nin uygulamak istediği İsrail stratejisiyle ters düşüyor. Uzun yılların NATO ve ABD müttefiki Türkiye’nin Rusya’ya yakınlaşması zaten muhatabının bu samimiyetsizliği yüzünden. Fakat Rusya Türkiye’ye ne kadar güven verebilecek? Türkiye, Rusya ve İran’ın ülkelerin toprak bütünlüğünden yana yaklaşımları bölgede ittifak yapmak için önemli bir ortak payda ancak Rusya’nın PYD ve YPG’ye karşı tavrı ABD’den bile felaket derecede iyimser! 

Üst düzey bir Amerikalı yetkili tarafından oldukça çarpıcı bir iddia dile getirildi: ABD, Münbiç’ten YPG’lilerin çekilmesini sağlayacak ve bundan böyle PYD ile siyasi ve YPG ile de askeri boyutta ABD’nin müttefiki olmayacak. Henüz iddia düzeyinde de olsa buraya doğru bir gidiş var. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise Afrika turunun üçüncü ziyareti Senagal’de yaptığı açıklamada, Tillerson’ın “Münbiç’in yarısında güvenlik sizde, yarısında bizde olsun” dediğini söyleyerek Türkiye’nin bu noktada tavrının Münbiç’in oranın gerçek sakinlerinin elinde olması yönünde olduğunu belirtti. Zeytin Dalı Harekâtı’nın da zaten Türkiye’nin sınır güvenliğinin sağlanması haricindeki en önemli amaçlarından birisi bu.Her ne kadar Türkiye’nin ‘yeni yaklaşımlarıyla’ ABD’nin bölge projesi birbiriyle tamamen ters düşse de Rusya Türkiye’ye açık bir güven ve samimiyet veremedikçe Türkiye de ABD de nihai amaçlarının kısa vadede sert kırılmalarla çatışması yerine, bir uzlaşmayla askıda kalmasını tercih edecektir.

Kategoriler
matbuat

Ah, Bu Şehirler…

Elimde eskilerden bir kitap: İslâm Geleneğinden Günümüze Şehirler ve Yerel Yönetimler… İki cilt hâlinde 1996 yılında yayınlanan bu kitap şehirlere ve ruhlarına dair farklı açılardan bakış sunuyor. Kitapta, Turgut Cansever’den Sezai Karakoç’a, Halil İnalcık’tan İlber Ortaylı’ya, Özer Ergenç’ten Mustafa Armağan’a, Anayasa Komisyonu Başkanı Mustafa Şentop’tan bugün CHP’li İlhan Tekeli’ye, merhum vali Recep Yazıcıoğlu’ndan Samsun Belediyesi Eski Başkanı Kemal Vehbi Gül’e kadar bir devrin şehir ve medeniyet üzerine kafa yormuş zihinlerinin makaleleri yer alıyor. Kitabın en iyi tarafı gerek yazarlardan gerekse de yazılan konulardan bir çırpıda anlaşılacağı üzere hem fikrî hem de ameli bir sentez oluşturması. Okuyucu, kitapta ‘ideal şehir’e dair birtakım tasvirler, insanın şehirle kurduğu münasebet, asr-ı saadet döneminden bugüne İslâm şehirlerine dair ‘ilmi’ bilgiler görebileceği gibi doğrudan şehrin idaresiyle ve belediyecilikle ilgili ‘ameli’ icraatların nasıl yürümesi gerektiğine dair nitelikli ve zaman dışı bir yaklaşımları içinde barındırıyor.

Belediyecilik ise ayrı bir zanaat. Zanaat diyorum çünkü hem teknik bilgi hem de Allah vergisi bir el yatkınlığı gibi kabiliyet gerektiriyor. Ne yalnız ilmi bilgiyle olabiliyor ne de medeniyet ufkundan yoksun bir halklılık yetiyor. Ait olduğun toprağın bilincine hâkim olmak şart, yetmiyor bir de pratik kabiliyet gerekiyor. Anlayacağınız hem mektepli hem alaylı olmak şart!

İslâm’da nasıl ki ümmiliğin özel bir yeri varsa, Medine sadeliğiyle bütün İslâm şehirlerine rol model olmuştur. Camiiler, evler, pazarlar sade ve tek katlı bir anlayış içinde kendine yer bulmuştur. Ta ki Osmanlı devrinde Selâtin camiilere, ardından Tanzimat’la gelen Dolmabahçe ve Çırağan Saraylarına kadar… Oysaki bizim bugün şehirleri imar etme ve kalkındırma anlayışımız bambaşka! Yani, kalkınmaktan vazgeçip romantik şehirler mi inşa edelim? Italo Calvino’nun Görünmez Kentler’indeki gibi fantastik, tesadüflerin, zaferlerin ve trajedilerin olduğu şehirlerde yaşamayı mı idealimiz hâline getirelim?

Eh, bütün bunlar bir bakıma normal. Bunlar yapısal dönüşümler; insanların gündelik hayatı sağ giderken, şehirlerin sola doğru gitmesini bekleyemezsiniz. Bugün, başta İstanbul olmak üzere Türkiye’de hemen hemen bütün şehirler betona mahkûm olmuş vaziyette. Fakat mesele betondan ibaret değil. Betonla iyi yapılar da inşa edebilirsiniz. Esas sıkıntı kanaatimce hem şehrin bütününe hem de tekil olarak her bir yapıya ilişkin ‘kimliksizlik’ meselesi. Kimliksizlik, tek bir şeyle ilgili olamayacak kadar çok faktörden etkilenerek ortaya çıkan bir sonuç olmaktan ibaret. Kimliksizliğin izleri yeni yapılarda ortaya çıkabildiği gibi restorasyon yapılan eski binalarda da ister istemez ortaya çıkıyor. Aslında demek istiyorum ki şehirlerimiz bizi yansıtıyor. Şehirler bizden farklı değil.

Mesela, Samsun’da bugün alışveriş merkezi alanı olan eski Tekel fabrikalarının ve Fransız Konsolosluğu’nun restorasyonu bu anlamda tam bir faciaydı. O projeyle birlikte şehirde atıl kalmış bir alan şehre kazandırılmış oldu, bu çok güzel. Fakat Tekel fabrikalarından ve Fransız Konsolosluğu’ndan kalma metruk binalarda olan ruh restorasyon adı altında yapılan kıyımla yok olmuş oldu. Öyle bir restorasyon yapmak zorundasınız ki eski fabrikaları görmemiş 10 yaşında bir çocuk o alışveriş merkezine girdiğinde annesinin babasının metruk binalarda aşina olduğu ruhu hissedebilecek… Bir kentin hafızası ve dolayısıyla kimliği ancak böyle muhafaza edilebilir. Belki birçok sebebi vardır bunun fakat en temel sebebi başarısız yenileme faaliyetlerinin doğal malzemelerle yapılmaması. Taş binanın bir restorasyonu yapılıyor, geriye taş kalmıyor. Yalnızca beton üzerine çekilmiş parlak bir alçı muhatabınız oluyor. Beyoğlu’nda uzun yıllardır metruk duran Narmanlı Han’ın restorasyonu da bitmiş. Vaziyet, Samsun Meydanı’ndan farklı değil. Bu anlamda en başarılı örneklerden birisi Türkiye’den bir restorasyon firmasının savaş sonrası yeniden inşa ettiği Mostar Köprüsü. Şehirleri hem kalkındırmak hem zarifleştirmek ve güzelleştirmek hem de hafızasını kaybetmesine engel olmak mümkün. Mesele, biraz da harcı karan ustada!

Kategoriler
matbuat

Türklerin Batı Aşkı

Başbakan Binali Yıldırım Cuma günü Almanya’daydı. Uçakta yalnızca Türkiye’nin Almanya’yla olan ilişkisine dair değil, aynı zamanda içeride ve dışarıda yakın gelecekte Türkiye’nin ne istikamette ilerlemesini arzu ettiğine dair önemli mesajlarla niyet beyan etti. Şansölye Merkel’le yaptığı görüşme belki kusursuz geçmedi fakat ilişkilerin yeni bir raya oturması için yeni bir istikametin ilk adımı atılmış gibi görünüyor. ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’la Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın görüşmesinin bir hayli uzun sürmüş olması da Türkiye’nin samimiyet ve güven şartıyla Batılı müttefikleriyle yakın çalışmak istediğini gösteriyor.

Keza, bu yazının yazıldığı sıralarda, Türkiye’nin ABD’ye Münbiç’te beraber çalışalım teklifi ve ABD’nin de artık birlikte hareket edileceğini söylemesi açıkça bunu gösteriyor. Başbakan Yıldırım’ın Almanya ziyareti daha bitmemişken tutuklu bulunan Deniz Yücel’in tahliye edilmesi de Türkiye’nin attığı bir adım olmalı. Türkiye’nin ABD ve Almanya temsilinde Avrupa’yla olan ilişkisi belli ki tarihi bir şekilde dönüşmeye başlıyor. Her iki gelişme de seçimlerle dolu 2019 her geçen gün daha da yaklaşırken Türkiye’nin yol alacağı istikamet ve bürüneceği atmosfere dair birtakım ipuçları içeriyor. Şüphesiz, Türkiye’nin Batı dünyasıyla yeniden yakınlaşmasını istemeyenler olacaktır. Birdenbire ilişkilerin kusursuz olması da elbette beklenemez. Fakat yeni bir sürece girildiği aşikâr. 

Şair Cahit Zarifoğlu’nun Kim diyorsa ki batılılarla başımız bir taşta / Cellatlarla aynı kaptan yiyoruzAynı kirli hava satırları bu ülkedeki Batı’ya bel bağlayanların vaziyetini güzel özetler. Fakat bütün bunları anlatırken ne benim derdim kurtuluşu Batı’da olduğunu söylemek olmadığı gibi Türkiye’nin Batı’yla yeniden barışma ve ilişkileri normalleştirme girişimleri de muhtaçlıkla alakalı değil. “Batılılarla başımız bir taşta” olmasa dahi Türkiye’nin uluslararası siyaset dengelerinde nerede konumlandığı iç siyasetin de toplumsal hayatın da ruhuna tesir ediyor.

Bütün bunlar, Türkiye’nin bugüne dek savunduğu pozisyonların karşısına geçmesi anlamına gelmiyor. Türkiye, özellikle 15 Temmuz, FETÖ ve diğer terör meseleleri gibi ‘yerli’ ve ‘milli’ konularda hassasiyetini ve duruşunu koruyor. Öte yandan, belli ki hükümet de toplumda son dönemde bıkkınlık havası olduğunun, insanların kendini yorgun hissettiğinin farkında. Bu vaziyeti değiştirmenin yolunun da biraz sembolik gibi görünse de Batı dünyasıyla küs olmamaktan geçtiği düşünülüyor, belki de. “Türklerin Batı Aşkı” başlığı bu yüzden ironiler taşıyor. Nihayetinde, çok uzun yıllardır farklı suretlere bürünmüş bir Batı münasebetinden bahsediyoruz.

Yalnız bu ‘yeni ilişkilerde’ geçen haftaki yazıda bahsi geçen çok önemli bir fark var: Türkiye’nin Batı dünyasıyla eşitler ilişkisine girmesi, kendini gerçek bir muhatap olarak Batı’ya takdim etmesi.Boşuna ABD’ye ve Avrupa’ya gerek Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan gerek diğer yetkili ağızlardan ‘samimiyet’ çağrısı yapılmıyor. Bakalım, ABD’nin ayak diremekte ısrar ettiği samimiyet testinden Avrupa geçebilecek mi?