Yazar: gazigiray
“bir yandan umudun bir yandan korkun varsa çift kanatlısın demektir. tek kanatla uçulmaz zaten.”
mevlana celâleddin rumi
vakti zamanın şiarıydı, hâlâ da geçerli.
imtihan bâki. bazan konuşmak, susmak, inanmak hep imtihandır. farkında olmasak bile.
hayır kalbim
yorulmadım hayır hayır
yıkıl daha
cahit zarifoğlu, aşka dair.

all in all, i have supposed to stop and watch a film; but it was just consisted of illusion, a magical illusion. never forget: layer in another layer, meaning in another meaning!
Cumhuriyetler Çağında İmparatorluk Olmak

19. yüzyıl bir imparatorluk çağı oldu ve 20. yüzyılla birlikte imparatorluklar tarih sahnesinden silinerek yerlerini küçük cumhuriyet rejimlerine bıraktı. Öyleyse, yüzyılın başı için imparatorluklar çağı kapanarak cumhuriyetler çağı başladı diyebilir miyiz? Nedense, imparatorluk ve cumhuriyet birbiriyle aynı kulvarda bulunan kavramlarmış gibi bir algı var. Halbuki, imparatorluklar çağında cumhuriyet olmak ya da cumhuriyetler çağında imparatorluk olmak pekâlâ mümkün ve birarada olabilecek imkânı sağlıyor.
Sanılanın aksine, söz konusu olan birarada olabilecek yapıların zenginliği olduğunda ‘zamanın ruhu’ sınırlandırılamaz ve ‘zamanlararasılık’ devreye girer. Bu zamanlararasılığı sağlayan en bariz örnek Birleşik Krallık, aynı anda hem bir imparatorluk olmayı hem de cumhuriyet olmayı başarıyor. 20. yüzyılın başında eski dünyanın ülkeleri bu büyük özelliklerini kaybettiler. İmparatorluk olmak ve cumhuriyet olmak arasında tercihi belli bir seçim yaptılar. Büyük imparatorluklar bölünerek küçük cumhuriyetlere dönüştü ve eski güçlerini muhafaza edemediler.
İmparatorluk bir yapıdır ve bir ülkenin vizyonunu belirlediği buradadır. Cumhuriyet ise bir yapının kendisi olmaktan çok bir unsurudur. Yani, cumhuriyet bir yönetim biçimidir ve gücünü halkın iradesinden alır.
21. yüzyılda imparatorluk bâkiyesi bir ülke olarak Türkiye’nin muhtaç olduğu imparatorluk vizyonu ve cumhuriyet özgürlüğünü birarada yaşatabilmeyi sağlamasıdır. ‘Biraradalık’ önemli çünkü; büyük düşünerek ayrıntılarda saklığı özgürlüğü var etmek ya da özgürlüğü her alanda temin ederek büyük hamleler yapabilmek kolayca yan yana gelebilecek cinsten işler değil. Fakat bugün, Türkiye buna muhtaçtır. Böylesi bir ileri görüşlülükle Türkiye yüzünü yalnızca Batı’ya dönmemeli, Batı’yla daha da ötesinde Akdeniz coğrafyasının imkânlarını kullanarak bir varlık içinde olmalıdır. Hâlihazırda, Türkiye varoluşsal olarak Doğu’yla bir varlık içinde olabiliyor fakat benzer bir durumu Batı dünyasıyla da sağlayabilmesi için hususi bir gayret göstermesi gerekiyor.
21. yüzyılın uluslararası siyaset zemininde Türkiye, Doğu’nun da Batı’nın da merkez ülkesi olma imkânına sahip. Fakat şu da bir gerçek ki 2000’lerin dünyası için İslam dünyası ya da Türk dünyası gibi paradigmalar eskimiş durumda. Daha doğru bir ifadeyle mevcut gerçekleri ilk anlamlarıyla karşılayabilecek durumda değiller. Bu yüzden, İslam coğrafyası ya da Türk coğrafyası gibi tanımlar Türkiye’nin Doğu’ya bakışı çerçevesinde üst perdeden güncellenmeli. Bunun için imparatorluk vizyonuyla uluslararası reel politiği anlamlandırarak Doğu ve Batı için trend belirleyecek projeler geliştirmeli ve bu yönde hareket etmelidir. Bu sayede, Türkiye 20. yüzyılda kaybettiği zamanı ve perspektifi yeniden bünyesine katabilir.
Aslına bakılırsa, bugün Cumhurbaşkanlığı Sistemi’nin Türkiye’de hayata geçmesiyle cumhuriyetler çağında imparatorluk olma imkânının kapısı aralanmış oldu. 1877 ve 1908’de kısa soluklu olarak iki kez hayata geçen ‘meşruti monarşi’ âdeta yeni sistemin sembol olarak görülebilecek bir modeli. Ancak imparatorluk ruhuna uygun düşen meşruti monarşiden yeni sistemin en büyük farkı, monarşi rejiminin değil cumhuriyet rejiminin benimsenmiş olması. Yani, imparatorluk ruhunu muhafaza ederek herkesin özgürlüğünü temin eden cumhuriyet rejiminin olması ve saltanat yerine bağımsız seçimlerle devletin başının belirlenmesi bugünün dünden ayırıcı özelliği gibi görünüyor.
her şey fani
aykırı çiçek
Dijital Çağ

Dijital çağ denildiğinde akla ilk gelenler neler? Dijital çağın kapsamını hangi zaman aralıkları arasına sığdırabiliriz? Hâlihazırda içinde miyiz, yoksa gördüklerimiz ve yaşadıklarımız hâlâ gelmekte olan bir paradigmanın ayak sesleri mi? Bütün bunlar çağın ruhuna uygun olarak muğlak bir yerde duruyor. Bana kalırsa, Soğuk Savaş döneminin bitmesiyle birlikte dijital çağın herkes kendi nispetinde bir parçası olmaya başladı. Olmaya da hâlen devam ediyor.
Nazarımda, dijital çağın çağrışımları şu şekilde: Birincisi, dijital çağın önceki bütün çağlardan farklı, bilinmeyen, alışılmayan yeni bir cismi olduğu hissiyatı; ikinci olarak metalin ve gri rengin parıldadığı bir çağ olma vasfı; son olarak da mütemadi bir erozyon hissi, özellikle de entelektüel düzlemde bir yoksunlaşmanın baş müsebbibi olma vaziyeti.
İlk durum sanıyorum ki dijital çağ özgü bir durum olmaktan çok yeni bir çağa ya da paradigmaya ait bir olgu. Yeni olan her şey alışılmadık ve bilinmeyendir. Yeni olan eğer büsbütün bir hayatı etkileme ve yön verme kudretine sahip bir paradigmaysa, bu hissiyat kaçınılmazdır. Hatta, bu hissiyat yeni olanın hakikiliğini test etmek ve anlamak için de pekâlâ bir ayraçtır.
İkinci çağrışım renk meselesi… Gerçekten de dijital çağa dair en ilginç bulduğum hissiyatlar arasında ‘gri’ renginin dijital çağ ile özdeşleşme hâli dikkatimi çekiyor. Neden gri? Dijital çağın elektronik kavramıyla bir arada, paralel bir şekilde anılır olması hiç şüphesiz metali ve rengi griyi yeni zamanın estetik kodlarında ön plana çıkarmıştır. Devrelere ve kablolara bağımlı elektroniğin dijital çağın içerisindeki hayati önemine şüphe yok. Fakat dijital çağda neden grinin ön planda olduğu sorusu üzerinde düşünülmeye muhtaç, hatta felsefe yapılması gereken bir soru. Kablonun iletken madeni ekseriyetle gri renktedir. Fakat rengi turuncuya çalan bakır ve tunç madenlerinin de dijital çağda yadsınamaz bir önemi vardır. Yine, kabloların iletken olmayan dış kısımları modern zamanda genellikle siyah ya da beyazdır. Hakeza, elektronik hemen hemen her devrenin içi yeşille donanmıştır. Dolayısıyla, dijital çağı griyle eşleştirmek için mantıklı hiçbir sebep bulunmuyor.
Buna rağmen, dijital çağ denildiğinde hemencecik akla gelebilecek robotlara ve uzaya dair bütün renklerde grinin kat’i hâkimiyetini görüyoruz. Bu sorgulamanın derinlikleri, bence toplumsal ve iktisadi bir küresel dünya düzeni gibi son derece felsefi ve politik dünyaların 19. Yüzyıl sonunda şekillenen yeni yapılarına dek uzanabilir.
Son olarak dikkatimi çeken kültür ve dijital çağın çatışma meselesi. Bu da ilginç. Bir defasında birisi dijital çağ ile ilgili bir toplantıda bir tespitten söz açmıştı: ‘Edebiyattan anlayan dijital çağa ayak uyduramıyor, dijital çağdan anlayan kimseler ise edebiyattan uzak.’ Evet, bu ciddi bir mesele ve kanaatimce de böyle bir durum söz konusu. Sadece ben edebiyatla sınırlı bir şekilde değil, bu durumu bir kültür meselesi olarak görmeyi yeğliyorum. Bu çatışma, sosyal bilimlerin meselesidir. Aynı zamanda, kültürel bir meseledir. Doğrudan teknoloji işiyle iştigal eden ve bu işten para da kazanan; hayatını teknolojik yeniliklere göre dizayn eden; yeni güncellemeleri ve versiyon yeniliklerini takip eden; yeni çıkan teknolojik ürünleri ilk önce test etme yarışında olan azımsanmayacak nicelikte bir zümre var. Somut olarak bu zümrenin kültürel ve sosyal bilimlerin meselelerinden hayli uzak olduğu genellemesinde bulunabiliriz. Öte tarafta, nedense, dijital çağa uyum sağlamak ya da en azından prim vermek, özellikle de entelektüel çevrelerde ve okuyan yazan kimseler arasında çoğu zaman yoksunlaşmanın yahut basitleşmenin bir nişanesi olarak görülme eğilimi var. Her hâliyle, bugün herkes ‘kendi nasibince’ dijital çağın bir parçası. Nasibi olmayanlar bile bir şekilde etkilerden azade değil. Dijital çağa dair felsefi alanda sosyal bilimlerin tartışması, kavramsallaştırmalarda bulunması gereken önemli bâkir bir alan duruyor.
Amentü’nün Kıymeti

Amentü de neyin nesi? Kıymeti nereden geliyor? O kıymet öyle kolayından gelebiliyor mu? Uğruna hayatını harcayacağımız değerlerimiz var mı? Bu yazı olanları ilgilendiriyor. Olması tek başına yetiyor mu? İnsan, iman ettiklerini inşa için ne kadar emek harcarsa, amentüsünün bedeli de o nispette ağırlaşıyor.
Hakkını burada teslim ederek başlamak isterim. Bazı okumalar kimi zaman insana yeni bir şey öğretmez fakat gerek biçimi ve diliyle gerekse de anlattıklarıyla öyle olması gerektiği gibidir ki okuduğunuzda bilip de ‘farkındalık’ düzeyine çıkar(a)madığınız içindekileri yeniden düşünme ve idrâk etme imkânı bulursunuz. Profesör İhsan Fazlıoğlu’nun Amentü’nün Bedelini Ödemek: Ne Yapmalı? Bedel, Bakış ve Süreklilik makalesinin – aslında tam bir makale de değil, bir nevi söylev deşifresi, bende okuduğumda bıraktığı hissiyat bu türden.
Merak ederim, amentüsü olmayan insan her gün yataktan kalkmak için bir sebep, harekete geçmek için bir heyecan – en azından az da olsa bir motivasyon nasıl yaratır? Amentüsü olan, düşünerek bir inanç düzlemi kendisine var eder. Birçoğumuz düşünmüyoruz. Zaten ‘düşünce’ kelimesini alelade bir şekilde kullanıyor, ‘düşünmek’ fiilinin bizatihi bir iş olan kendisinden haberdar dahi değiliz. Bunu tepeden hüküm bırakmak için de söylemiyorum. Tabii olan bu belki de böylesi, eşyanın ve beşerin tabiatı bu şekilde. Düşünceye dair kaygı duyanlar için ise düşünmek, ontolojik olarak bir nevi dertlenmekle eşdeğer olarak kendisini var ediyor. Problem burada bitmiş değil. Çünkü düşünmenin – yani uğruna dertlenilecek bir meselenin/davanın olması ‘derin düşünce’ için yeter şart değil.
Peki, ‘derin düşünce’ nasıl olur? Profesör Fazlıoğlu’nun ifadesiyle, derin düşünmek ‘nasıl’ ve ‘niçin’ sorularının birlikte sorulmasıyla mümkün. Nasıl’sız niçin, niçin’siz nasıl tek başına anlamlı değil. ‘Niçin’ sorusu değerleri belirliyor. O değerler olmadan yola çıkmaya itecek gücü bulmak – yani yataktan kalkmak için sebep bulmak zor. ‘Nasıl’ sorusu ise amentünün teklifine delillerini getiriyor. Yani, ortada bir söz, vaat var. Peki, ama ‘nasıl’ bütün bunlar olacak? Bütün bu dertleri gerçekleştirmek için ne tür bir hazırlığın var? Günümüz siyasetçilerinin halkın karşısına çıkarken en çok atladığı soru belki de ‘nasıl’ sorusu. ‘Hele bir gelelim de bakarız hâl çaresine…’ yaklaşımının herhangi bir kişiye özgü olmaktan çok, alışkanlık hâline geldiği bir zamanda ‘nasıl’ sorusu daha da anlamlı. ‘Niçin’ olmadan ise ne uğruna savaşacaksın? Hiç uğruna mı? Yoksa, kürek çektiğine değecek inandığın değerler uğruna mı?
Elbette, amentü her şeyden evvel teklif ve temsil sahibi olmalı. Diğer bir deyişle, insan, sözüyle ve davranışıyla bir olmalıdır. Ne olduğunuzu temsil edemiyorsanız, ne olmadığınızı ispatla uğraşırsınız. Yani, ahlâkçı olmak yerine ahlâklı olmalı. Teklif ve temsil olmadan amentü yaygınlaşamaz. İman imkân verir, bedel mümkün kılar. Profesör İhsan Fazlıoğlu’na göre, İslam’ın Hıristiyanlığa ve Yahudiliğe kıyasla farkı ve başarısı İslam’ın teklif edilebilir olmasıdır. Yani, İslam, tevhidi bir inançtan aklın ilkesine ve metafizik bir düşünceye dönüşebilen bir teklif hâline gelebilmiştir.
Bütün bunlar güzel. Ancak amentünün kıymetinin zâyi olmaması için bunun süreklilik arz etmesi gerekiyor. Mesele, hayatın bir anına mahsus olabilecek, oldu-bitti konumunda durabilecek cinsten değil. Tarih bir süreklilik içerisinde akıyor ve hayat durmaksızın değişerek kendini her an yeniden yaratıyor. Süreklilik, kolay görünen ancak belki de en çileli kısmı bir amentü sahibi olmanın ve bunu süreklilik içerisinde bir anlam ifade edecek şekilde var etmenin. Aslında, bütün mesele her şey için ahenkte bitiyor. Fani dünyada, her şeyde işin sırrı dengede olmakta, ifratla tefritin arasını bulmakta. Önceki yazıların birinde de hikâyesini anlattığım Italo Calvino’nun köprü hikâyesindeki ‘taşlar yoksa, kemerin de olmayacağını’ akılda tutmakta yarar var.
Müteşebbis Belediye

Evvelki yazıda yarım kalan belediyelerle alakalı meseleye biraz daha devam edebiliriz. Yerel seçim sath-ı mahali girmişken genelde taşra belediyelerinin, özelde ise Samsun’un hakiki manada ihtiyaç duyduğu temel şeyin esaslı bir hikâye olduğu tespitinde bulunmuştuk. Meselenin mücerret ve felsefi tarafı bir tarafa, teknik olarak ise fark yaratan ve değer oluşturan belediyelerin sırrının ise şirketleşmeden geçtiğini belirtmiştik.
Soru şudur: Bir taşra belediyesi nasıl temeyyüz edebilir? Şehir, İstanbul gibi müstesna bir değilse taşralıktan nasıl sıyrılabilir ve farklılaşabilir? İstanbul haricinde Ankara dâhil Türkiye’de her yer taşradır diyebiliriz. Evet böyledir ancak bu iddianın bambaşka boyutları var. Şu an meseleyi o tarafından ele almadığımızı belirtelim.
Belediyelerin, şehirlerin kendi hikâyesini var etmede öncü olması gerektiğini zaten söyledik. Bu yazının meselesi daha çok teknik olarak belediyenin nasıl kuvvetlere ihtiyaç duyabileceğine yönelik. Ekonomi, her türlü modern yönetimde başarıyı getiren ön şart. Herhangi bir modern idare başarılı olmak arzusundaysa, güçlü bir ekonomiyi temin etmek mecburiyetinde. Zaten, en zor ve marifet gerektiren mesele güçlü ekonomiyi sağlamaktadır. Şu günlerde, Türkiye ve ABD arasındaki krizden kaynaklı döviz kurunda maksatlı olduğu aşikâr olan dalgalanmadan bağımsız olarak söylüyorum.
Öyleyse, soru şudur: Memur belediye mi, yoksa müteşebbis belediye mi gerekir? Bu soruya cevaben yapılacak olan tercih, bir şehrin istikbalinin başarı ve başarısızlık arasındaki konumunu da belirleyecektir. Müteşebbis bir belediyeyi var etmek ve yaşatmak için de Roma’yı yeniden fethetmeye lüzum yok. Müteşebbis bir belediyeyi tesis etmenin yolu belediyenin şirketleşmesinden geçiyor. Belediyelerin kanuni dayanaklarla birtakım şirketler kurmasından bağımsız olarak bir şirketleşme ruhuyla çalışan bir belediye modelinden bahsediyorum. O vakit belediye şirketler kurar ve piyasaya çıkarak para kazanmanın peşine düşer. Para kazanmak isteyen bir genç kişi, memur mu olur; yoksa, kendi işini kurmanın yollarını mı arar? İş yapmak, üretmek, yenilikleri getirmek ve bu farklılıklarıyla para kazanmak isteyen her kişinin ya da kurumun yolu müteşebbislikten geçer. Böylelikle; kendi kaynaklarını yaratan, merkezden gelecek paraya muhtaç olmayan, güçlü bir ekonomiye sahip bir belediye var olabilir.
Belediyeler şirketler kurarak hem para kazanarak kendi öz kaynaklarını var etmiş hem de şirketler vasıtasıyla halka sağladığı hizmetleri en üst düzeyde yerine getirme imkân ve iradesine sahip olmuş olur. Dolayısıyla, belediyeyi altında başarılı şirketlerin çalıştığı ve markaların olduğu büyük bir holding olarak varsayarak idare etmek de müteşebbis bir belediyeyi mümkün kılabilir. Bu model bir bakıma, henüz çiçeği burnunda Cumhurbaşkanlığı sisteminin de ruhuna uygun düşüyor. Yeni sistemin adının ‘başkanlık’ kelimesi etrafında şekillenmesi; belediyecilikte (ya da Antik Yunan’a özgü şehir devletlerinde) idarenin belediye başkanı etrafında yapılanması arasındaki dikkat çekici benzerlikler ve paralellik önemsiz görülmemesi gereken bir ayrıntı.
Samsun’un İhtiyacı

Samsun’un gerçek manada neye ihtiyacı var? Yerel seçim maratonuna yavaş yavaş girilmeye başlarken önümüzdeki günlerde üzerinde düşünülmesi gereken en önemli soruların başında bu geliyor. Samsun’un ihtiyacı denilince sayılabilecek pek çok konu sıralanabilir. Eyyamcı çareler bulunabilir. Fakat bunlar hakikaten
Samsun’da medeni bir şehrin dirilişine ön ayak olabilir mi? Samsun başta olmak üzere Türkiye’de yerel yönetimlerin cevabına en çok ihtiyaç duyduğu soru budur.
Samsun’un her şeyden önce esaslı bir hikâyeye ihtiyacı var. Samsun, kendi hikâyesine dönmeye ve yarım kalan hikâyesini taçlandırmalı. Böylelikle, Samsun hikâyesi Karadeniz’e bir nişan koyabilir. Bugün, Samsun’un da diğer yerel şehirlerin de en büyük ve esaslı meselesi özgün ve kimlik sahibi şehirlere dönüşememeleri. Ne yazık ki burada yazmak zorundayım ancak şehirlerimizi şahsiyet sahibi kentler olarak ihya, inşa ve imar edemiyoruz. Şehirlerimizi düzgün, kalkınan ve estetik kentler hâline getirebilmemiz için kendimizden başlamamız; akl-ı selim ve zevk-i selim insanlar olmamız gerekiyor. Çünkü kendimizi düzeltmeden yapılacak hiçbir iş doğru sonuca götürmeyecek.
Bir kent nasıl hikâye var eder? Hikâye en çok neye ihtiyaç duyar? Bir kent bir yandan kalkınırken, öte yandan medeni kalmayı becerebilir mi? Bir kent hem kalbi ve gözü doyururken hem de sâkinlerinin karnını doyurmayı sağlayabilecek bir zemini yan yana var edebilir mi? Bunlar basit gibi görünen esaslı ve adamakıllı sorular…
Samsun Büyükşehir Belediyesi eski başkanlarından Kemal Vehbi Gül’ün 2009 yerel seçim süreci zamanında dile getirdiği Samsun Holding projesi kanaatimce son yıllarda kalkınma anlamında gerilerde kalan Samsun’un bu yarasına merhem olabilir. Samsun Holding projesi aslında İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin şirketleşerek devasa bütçelerle kaliteli hizmetler üreten şirketlerle birçok hizmeti sağlamasına oldukça benzer bir proje. Hâlihazırda, Samulaş A.Ş. gibi Samsun’da belediye hizmetlerini yerine getiren şirketler var, diyeceksiniz. Evet, var ancak belediyenin şirketleşmesi hizmetlerin çeşitlenerek topyekûn yepyeni bir idari mantaliteyle birlikte gerçekleştiğinde bir anlam ifade ediyor. Yoksa, birçok belediye kanuni dayanaklarla şirketler zaten kurabiliyor. Dolayısıyla, yeni bir Samsun hikâyesi içerisinde Samsun’da kalkınma seferberliğini diriltecek, kenti kültürel bir merkez hâline getirecek ve bugünlerde en çok ihtiyaç duyulan özgün bir estetik gözle ihya edecek haysiyetli ve şahsiyetli bir yapılanma içerisinde bu şirketleşme hamlesinin olumlu sonuçlarını görmek mümkün olacaktır.
Samsun hikâyesine dair daha yazılacak çok şey var. Onlar da nasipse başka yazıların konusu…
Kıraathanede Yanlış Anlaşılan Ne?

Kütüphane fakiri bir ülke olarak kütüphaneleri kıraathaneye dönüştürme fikrinin pek doğru bir fikir olmadığını düşünüyorum. Biliyorum, kıraathane, kütüphanenin karşısında durmuyor. Fakat kıraathane ile kütüphane yan yana da durmuyor.
Kütüphane, malûm olduğu üzere Arapça’da k-t-b kalıbından türeyen bir kelime. Kısaca, kütüphane sözcüğü kitaptan türüyor dersek herhalde yanlış olmaz. Yani, kütüphane bir tür ‘depo’ ya da ‘koleksiyon’ ya da ‘arşiv’ gibi kelimelerin iklimine daha yakın bir yerde duruyor. Kıraat ise başlı başına okumak eyleminin ta kendisi. Dolayısıyla, kıraat evinde okumak/çalışmak meselenin merkezinde iken; kütüphanede işin özünde koleksiyonerlik
ve arşivcilik var.
Elbette, sözcükler gündelik hayatın içerisinde kendilerini sürekli yeniden var ediyorlar. Belki bu durumu öz yaratım gibi bir ifadeyle tarif etmek mümkün olabilir. Kelimeler gündelik hayatın akışı içerisinde yeni anlamlara bürünüyor; tabir-i caizse, kelimeler özleriyle ilintili fakat özlerinden başka yepyeni şahsiyetlere dönüşebiliyorlar. Bu durumu rezerv olarak bir kenarda tutalım. Fakat kıraathane meselesine dair meramımıza geçelim.
Bizde kuram ve kurumsallaşma Batı’nın aksine pek olmadığı için arşivcilik ve depolama anlayışı da bir lüks. Hiç yok demek de doğru değil. En azından, geleneksel kodlarla bize aktarılan böylesi bir alışkanlığımız olmadığını rahatça söyleyebiliriz. Bir kere kuram ve kurumsallaşma konusunda Batı’ya kıyasla daha mesafeli
olduğumuz için uzun ömürlü ve yerleşik çıktılar almamız daha zor olduğundan ötürü arşiv yapmaya ve depolamaya ne zaman ne de imkân bulabiliyoruz. Hâliyle
de bu alanlarda daha zayıf oluyoruz. Amerika’daki ya da kıta Avrupası’ndaki üniversite kütüphaneleriyle yahut diğer ulusal kütüphanelerle Türkiye’dekileri kıyasa tâbi tuttuğumuzda ülkemizdeki kütüphanelerin zayıf kalması bundan.
Vaziyet böyleyken ve mevcut kütüphaneler hâlihazırda zaten araştırmadan çok ders çalışma alanı olarak kullanılan bir işlev kazanmışken mevcut kütüphaneleri kıraathaneye dönüştürmenin pek de mantıklı bir iş olmadığı fikrindeyim. Zaten aslında mevcut kütüphaneler kıraathaneye dönüşmüş olmayacak. Yalnızca gerçek bir kütüphane standartlarında işleyecek kadar dolu hâlde olmayan kütüphanelerdeki ders çalışma imkânları artmış olacak. Oysa kıraathane Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da konuşmalarında ifade ettiği üzere
mühim bir mesele.
Kıraathane mühim bir mesele fakat onu önemli kılan ne? Birincisi, kıraathanenin müdavimi olması gerekiyor. Müdavim demek bir yerin yerlisi, orayı bilen, oranın idâme edilmesini sağlayan kişi(ler) demek. Kıraathaneden beklentimizi yalnızca öğrencilerin ders çalışmasıyla sınırlı tuttuğumuzda, coğrafyanın bize lütfettiği imkânları ıskalıyoruz. Müdavim olmak için vatandaş olmak yeter şart olmalı! Elbette ki böyle fakat demek istiyorum ki kıraathanede yalnızca okumayı kendisine alışkanlık hâline getirmiş kimseler değil, herkes olur ve sözlü kültürü yaşatır.
Tebriz’de sokakta bir adam Hafız’dan, Şems’den şiirler okuyabiliyor. Çünkü akışkan olan kültür, Doğu’ya özgü bir biçimde şifahi bir şekilde dilden dile orada aktarılabilmiş. Kıraathanenin meselesi budur. Akşam gezmesine çıktığımızda kafeye değil, kıraathaneye gitmeyi de düşünecek hâlde açamıyorsak kıraathaneleri boşa kürek çekiyoruz demektir.

insan, zannediyor ki gökler ve kökler birbirinden bağımsızdır. iki ayrı uç, iki ayrı kutup, siyah ve beyazdır. insan, birliği unuttuğu her an köklerin derinliğini göklerin sonsuzluğundan koparıyor.
kıyamet, o an başlıyor. insanın kendi içindeki kıyameti. ‘bir’ olanı bozmanın keyfiyetinin var ettiği kıyamet.
keşke, ‘bir’ olma lafzı, ‘bir’ olmaya kâfi gelse.
oysa ‘bir’ olmak alemlerin birliğini anlamaktan ve buluşturmaktan geçiyor.

bir kez daha geyikli gece…
Geyikli Gece
Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta
Her şey naylondandı o kadar
Ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı.
Ama geyikli geceyi bulmadan önce
Hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk.Geyikli geceyi hep bilmelisiniz
Yeşil ve yabanî uzak ormanlarda
Güneşin asfalt sonlarında batmasıyla ağırdan
Hepimizi vakitten kurtaracakBir yandan toprağı sürdük
Bir yandan kaybolduk
Glâdyatörlerden ve dişlilerden
Ve büyük şehirlerden
Gizleyerek yahut döğüşerek
Geyikli geceyi kurtardıkEvet kimsesizdik ama umudumuz vardı
Üç ev görsek bir şehir sanıyorduk
Üç güvercin görsek Meksika geliyordu aklımıza
Caddelerde gezmekten hoşlanıyorduk akşamları
Kadınların kocalarını aramasını seviyorduk
Sonra şarap içiyorduk kırmızı yahut beyaz
Bilir bilmez geyikli gece yüzünden“Geyikli gecenin arkası ağaç
Ayağının suya değdiği yerde bir gökyüzü
Çatal boynuzlarında soğuk ayışığı”
İster istemez aşkları hatırlatır
Eskiden güzel kadınlar ve aşklar olmuş
Şimdi de var biliyorum
Bir seviniyorum düşündükçe bilseniz
Dağlarda geyikli gecelerin en güzeliHiçbir şey umurumda değil diyorum
Aşktan ve umuttan başka
Bir anda üç kadeh ve üç yeni şarkı
Belleğimde tüylü tüylü geyikli gece duruyor.Biliyorum gemiler götüremez
Neonlar ve teoriler ısıtamaz yanını yöresini
Örneğin Manastır’da oturur içerdik iki kişi
Ya da yatakta sevişirdik bir kadın bir erkek
Öpüşlerimiz gitgide ısınırdı
Koltukaltlarımız gitgide tatlı gelirdi
Geyikli gecenin karanlığındaAldatıldığımız önemli değildi yoksa
Herkesin unuttuğunu biz hatırlamasak
Gümüş semaverleri ve eski şeyleri
Salt yadsımak için sevmiyorduk
Kötüydük de ondan mı diyeceksiniz
Ne iyiydik ne kötüydük
Durumumuz başta ve sonda ayrı ayrıysa
Başta ve sonda ayrı olduğumuzdandıAma ne varsa geyikli gecede idi
Bir bilseniz avuçlarınız terlerdi heyecandan
Bir bakıyorduk akşam oluyordu kaldırımlarda
Kesme avizelerde ve çıplak kadın omuzlarında
Büyük otellerin önünde garipsiyorduk
Çaresizliğimiz böylesine kolaydı işte
Hüznümüzü büyük şeylerden sanırsanız yanılırsınız
Örneğin üç bardak şarap içsek kurtulurduk
Yahut bir adam bıçaklasak
Yahut sokaklara tükürsek
Ama en iyisi çeker giderdik
Gider geyikli gecede uyurduk“Geyiğin gözleri pırıl pırıl gecede
İmdat ateşleri gibi ürkek telâşlı
Sultan hançerleri gibi ayışığında
Bir yanında üstüste üstüste kayalar
Öbür yanında ben”
Ama siz zavallısınız ben de zavallıyım
Eskimiş şeylerle avunamıyoruz
Domino taşları ve soğuk ikindiler
Çiçekli elbiseleriyle yabancı kalabalık
Gölgemiz tortop ayakucumuzda
Sevinsek de sonunu biliyoruz
Borçları kefilleri ve bonoları unutuyorum
İkramiyeler bensiz çekiliyor dünyada
Daha ilk oturumda suçsuz çıkıyorum
Oturup esmer bir kadını kendim için yıkıyorum
İyice kurulamıyorum saçlarını
Bir bardak şarabı kendim için içiyorum
“Halbuki geyikli gece ormanda
Keskin mavi ve hışırtılı
Geyikli geceye geçiyorum”Uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum.
Turgut Uyar





