
Üniversite yıllarından beri sürdürdüğüm bir tezim var: Hâlen Tanzimat ruhuyla yaşıyoruz. 1800’lü yılların başlangıcından Sultan II. Abdülhamit dönemine kadar cereyan edenler olaylarla ikinci milenyum çağında Ak Parti iktidarı sürecince gerçekleşenler arasında sadece hadiseler üzerinden bir bağıntı kuramayız; Tanzimat ve Ak Parti döneminde siyasetten meselelere yaklaşım, icraatçı zihinler ve toplumsal yozlaşma cihetlerinden zihinsel bir benzeşim olduğunu ifade etmemiz gerekir.
Aslına bakılırsa, Tanzimat’ın sirayet ettiği dönem sadece Ak Parti’nin iktidar yılları değildir. Bizatihi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu takip eden tek parti döneminde gerçekleşen ‘reform’ çabalarında da Tanzimat’ın tesiri hissedilebilir. Hayatta kalmak için eski ‘altın zamanlara’ dönme çabası ve Batılılaşma üzerinden Avrupa’ya öykünme söz konusudur. Cumhuriyet kuruluş zamanlarında da ‘muasır medeniyetler’ seviyesini elde edebilmek için yine Batı medeniyeti marazı giderecek anahtardır.
On dokuzuncu yüzyılda, II. Abdülhamit’e kadar Batılılaşma serüveni âdeta bir program çerçevesinde cereyan etmiştir. Bilhassa da Londra ve Paris, Osmanlı entelektüelleri ve devlet adamları için örnek alınması gereken birer merkezdir. Sultan II. Abdülhamit’in ve Sultan V. Murat’ın da amcası Abdülaziz’le beraber Paris’e ve Londra’ya şehzadelik yıllarında gittiğini unutmamak gerek. II. Abdülhamit tahta geçinceye dek Tanzimat bir manifesto ruhuyla birbirini ardı sıra takip eden anayasal, siyasal ve teknik reformlarla gerçekleşmiştir.Bu tavır bize Ak Parti’nin kuruluşundaki ve takip eden ilk iktidar yıllarındaki proaktif ve reformist siyasetini hatırlatır. Benzer şekilde, II. Abdülhamit’in iktidar yılları da Cumhur İttifakı teklifiyle Türkiye’nin Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçişiyle hissedilen kısmen içe kapanık dönemi çağrıştırır.
Tanzimat’ın temel felsefesinin Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkılmaktan kurtarmak ve tagayyür ve fesadı defetmek olduğunu söyleyebiliriz. Osmanlı aydınının ve üst düzey devlet adamlarının karşısında örnek alınabilecek Batı’dan başka bir model yoktu. Endüstri Devrimi’nin teknik vasıtasıyla gerçekleştirdiği makine gücü karşısında Osmanlıların el işi tezgâhlar dışında sahip olduğu bir üretim aracı yoktu. Yine, 1789 Burjuva Devrimi öncesindeki entelektüel hazırlık dönemi gibi Osmanlı aydının kendisine ait geliştirdiği gelenekten gelen bir fikriyat yahut entelektüel mülahaza da yoktu. Fransız İhtilali’yle kapitalist bir devlet kurma amacıyla halk kralları yerinden ederken; Osmanlı İmparatorluğu’nda halkın ekseriyeti Osmanlı padişahına muhabbet besliyordu ve Osmanlı aydını arasındaki padişaha yönelik eleştiriler Osmanlı padişahının siyasetine yönelik eleştirilerdi, Osmanlı padişahlık müessesine karşı değildi. Bu vesileyle, şöyle bir tespitte de bulunabiliriz: Endüstri Devrimi’nin ve Fransız İhtilali’nin büsbütün kapitalist saiklerle cereyan ettiği vakıasından hareketle Türkiye topraklarında, bir yandan kapitalist bir eğilim olmasına ve kapitalist teşebbüsler reformlar suretiyle ortaya çıkmasına rağmen bu topraklarda 20. yüzyıldan önce kapitalist bir paradigma ortaya çıkmamıştır. Batı medeniyetindeki kapitalist eğilimler birtakım yenilikler olarak arkadan arkaya uygulanmaya çalışılmıştır.
Ancak II. Abdülhamit döneminde Tanzimat politikalarına ilişkin karşımıza bir farklılaşma ortaya çıkar. 1876 Kânûn-ı Esâsî’nin askıya alınması ve meclisin II. Abdülhamit tarafından kapatılmasıyla Tanzimat’ın devam eden ruhunda bir aksaklık ortaya çıkmış görünmektedir. Tekniğe çok meraklı olan II. Abdülhamit’in iktidar yıllarında ‘kapalı bir modernleşme’ görünür. Anayasal ve siyasal haklar askıya alınmış görünmektedir ancak Tanzimat modernleşmesi kendisine yeni bir surette akacak bir yol bulmuştur. Dolayısıyla, II. Abdülhamit Tanzimat’tan gelen modernleşme taleplerini baskılayarak Tanzimat’ı halkın ve Osmanlı entelektüel çevrelerinin nezdinde talep edilir ve arzulanır bir hâle getirmiştir.
Burada şöyle bir not da düşelim: Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu keskin bir kırılma (certain break) değil, yumuşak bir geçiş (soft transition) olarak ortaya çıkmıştır. Birçok radikal devrim niteliğindeki değişimlere rağmen Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarındaki reform ve yenilik fikirlerinin neredeyse tamamının tohumu II. Abdülhamit zamanında atılmıştır. Yeni devletin kuruluşunun siyasal açıdan II. Abdülhamit döneminde aslında gerçekleştiği kanaatindeyiz.
Çünkü II. Abdülhamit döneminde ilk defa tecessüm eden ‘çevre’ (periphery) Tanzimat zihniyetinin temel taşıyıcısıydı. İşte, bu ‘çevre’, Cumhuriyet döneminde kurtuluş mücadelesi içerisinde 1920’de kendisine yer bulmuştur ancak 1924 anayasasını yapan ikinci mecliste birdenbire bu ‘çevre’ kaybolmuştur.Sözünü ettiğimiz bu ‘çevre’ kendisini Türk siyasal hayatında belirli dönemlerde belli etmesine rağmen esas olarak 2000’li yıllardan sonra Ak Parti döneminde kemikleşmiş bir kitle olarak kendisini yeniden var etmiştir. İşte, tam da bu sebeple, II. Abdülhamit dönemi ve Ak Parti iktidar yılları arasında analoji yapmadan siyaseten bir duygudaşlık olduğunu tespit ediyoruz. Bunun da ötesinde, aslında III. Selim’le başlayan ve 1839 Tanzimat Fermanı’yla resmiyet kazanan Batılılaşmaya müteveccih reform hareketlerinin II. Abdülhamit döneminde haddizatında bitmediğini; yeni bir safhaya geçtiğini söylüyoruz. Türkiye topraklarındaki bu ‘çevre’ siyasal açıdan reformların, yeniliklerin, sermayenin ve büyük oranda anayasal ve siyasal hakların taşıyıcısı konumundadır. II. Abdülhamit’in iktidar yıllarında böylesi bir ‘çevre’ olgusunun tecessüm ettiğini ve modern Türkiye Cumhuriyeti’nde de devam ettiğini söyleyebiliriz.Tanzimat treninin ‘arızalı’ olduğunu ironik biçimde ifade etmek istiyoruz. Çünkü Tanzimat politikaları bu ülkede ekseriyetle dün olduğu gibi bugün de hep ‘günü kurtarma’ amacıyla ortaya çıktı. Bizde kurumsallaşma ve kuramsallaşma pek olmadı. Yani, devlet kurumları ve serbest piyasadaki şirketler hiçbir zaman tam mânâsıyla kurumsal bir hafızaya sahip olmadı. Benzer bir şekilde, sosyal bilimler alanındaki entelektüellerimiz ve düşünürlerimiz de kendisine mahsus bir kuramsallaşma çabası içinde olmadı ya da bu topraklarda bir geleneksellik içerisinde kuram geliştirme imkânı bulamadı. Türkiyeli olmak kendisine mahsus bir aidiyettir, diyebiliriz. Böyle söylemek hem doğrudur hem de bir avuntudur. Tanzimat, modernleşme tecrübemizin bize ait olan ve hâlen hâletiruhiyesini muhafaza ettiğimiz ilk nüvedir.