Kategoriler
matbuat

Osmanlı, Yeniden!

Cumhuriyet devrinde tarihçilik biraz da Osmanlı tarihçiliğidir. Modern Türkiye, 1923’te cumhuriyetin ilânıyla başlayan zamanlardan itibaren kendine yeni bir Osmanlı anlatısı kurma gayreti içerisine girmiştir. Bu tabii görünebilir; yeni Cumhuriyet’in kurucu siyasi kadrolarının ve entelektüel elitlerinin yapmaya çalıştığı iş uzaktan bakınca devr-i sabık yaratmaktır. Ancak unutulmasın ki Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki bu yeni Osmanlı tarihi anlatısı kurma çabası kendi zamanında devr-i sabık yaratma amacının ötesinde doğal bir sürekliliğin sonucudur ve kendi doğal ortamı içerisinde gerçekleşmiştir.

Yeni Cumhuriyet’in Osmanlı mirası üzerine gelmesinin doğurduğu olaylardan bir tanesi de kendisine en yakın, en canlı ve en somut Osmanlı tarihini çoğunlukla görmezden gelmesidir. Bu yüzden, üniversite kürsülerinde eski Türk tarihi, Hititler, Sümer tarihi ve dili gibi konular yeniden önem kazanmış ve revaçta olmuştur. Bu suretle, Türklerin en eski tarihini ve kökenini bulma gibi anlamsız çabalara girişilmiştir.

Osmanlı tarihi zaviyesinden bakılınca o dönemde önemli sayılabilecek çalışmalardan birisi Niyazi Berkes’in Türkiye’de Çağdaşlaşma kitabıdır. Bu önemli ve uzun yıllardır kalburüstü kabul edilen çalışma resmi tarih tezi ve ideolojisinin savunuculuğunu yapmaktan ötürü ciddi eleştirilere tabi olmuştur. Tıpkı, Osmanlı İmparatorluğu’nu gerileme paradigmasından ele alan Bernard Lewis’in The Emergence of Modern Turkey (Modern Türkiye’nin Doğuşu)kitabında tutturduğu söylem ve yaklaşım gibi. Türk ve Osmanlı tarihçiliğindeki güncel ve son yaklaşımlar Berkes’e ve Lewis’e temkinli yaklaşılması gerektiğini salık verir.

Rahmetli Halil İnalcık’ın her fırsatta söylediği, – bir tarihçi olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun Batılı anlatılar karşısında aciz kalmayacağı bir tarih yazma amacını gerçekleştirmek Osmanlı tarihçiliği açısından kayda değerdir. İnalcık, ekseriyetle kuruluş devri ve Fatih-Yavuz-Kanuni dönemleri üzerinde çalışmıştır. Osmanlı son dönemi ve modern Türkiye üzerine az sayıda kıymetli çalışması vardır. Kendisinin çokça söylediği bir diğer husus ise Halil İnalcık’ı okumadan eleştirdikleri yönündedir. Bu açıdan bakıldığında, Halil İnalcık kendisini eski anlatıların bir savunucusu olarak görmez; bilakis, İnalcık yazdıklarıyla yeni nesil tarihçilere de referans olmak istemektedir.

2000 öncesi dönemde Osmanlı İmparatorluğu üzerine nicelik olarak çok akademik çalışma yapıldığını söyleyemesek de Şerif Mardin gibi isimler Osmanlı tarihçiliğine özellikle yeni bir toplumsal perspektif kazandırarak literatüre önemli katkılar yapmıştır.

2000’li yıllardan sonra Osmanlı tarihçiliğinin seyrinin değiştiğini söylemek mümkün. Hem kemiyet bakımından hem de keyfiyet bakımından Osmanlı tarihçiliği revaçtadır. Çok sayıda çalışma yapılmaya başlanmış ve bu yeni çalışmalar ‘Batılı devletler karşısında Osmanlı İmparatorluğu’ dar söyleminden sıyrılmaya çalışmıştır. Artık, 2000 sonrası dönemde, yeni sorular sormak ve kendisine yeni bağlamlar bulmak çok daha kıymetlidir. Bu yeni yaklaşımlar, dünya tarihini Avrupa merkezci bir gözle görmediği gibi dünyayı kuzey-güney ya da doğu-batı karşıtlıkları üzerinden değil bütün medeniyetleri eşit bir şekilde gören ‘yatay eksen’ üzerinden değerlendirme eğilimindedir.

Dünya tarihine yönelik bu yaklaşımın neticelerinden birisi de Osmanlı tarihini çok daha demokratik, tarafsız ve olduğu gibi anlama ve anlamlandırma çabasıdır. Tarihçilikte yeni ekoller, Osmanlı İmparatorluğu’nun Fransız İhtilali’nden itibaren içerisinde bulunduğu ‘buhranlı’ durumda olduğu gibi kendi hikâyesi ve normalliği içerisinde anlamaya çalışmaktadırlar.

Tanzimat devrinde Osmanlı Batılılaşırken İslâm’dan uzaklaşmadığı gibi Tanzimat Fermanı da metin olarak oldukça İslâmi referansları olan bir metindir. Osmanlı aydınının Avrupa karşısındaki tavrı da yalnızca Batıya öykünme ve züppeleşme olarak görünemez.2000’li yıllardan sonra Osmanlı tarihçiliğine rağbet olmasının politik bir izahı olup olmadığı tartışılabilir. Bunun bir sebebi, üniversal ekolleri ve dünya tarihini takip eden yeni tarihçilerin ve insanların varlığıdır. Öteki sebepleri arasında Tanzimat ve Osmanlı geç dönem siyaseti ile Türkiye’deki bugünkü siyasetin koşullarının oluşturduğu durum görülebilir.

Kategoriler
matbuat

Gazze’ye Doğru

Madlen gemisinin Gazze’ye doğru yola çıkmasından ve İsrail güçleri tarafından Gazze’ye ulaşmasına izin verilmeksizin durdurulmasının ardından aktivistler, bu sefer daha kalabalık bir şekilde ve birden çok gemiyle yola çıktı. Bu Filistin’e özgürlük filosunun adı Sumud.

Sumud Filosu olarak bildiğimiz bu yolculuk bu yazının yazıldığı sırada Gazze’ye çok yaklaştı ve İsrail’in daha önce Madlen gemisine saldırdığı deniz sularına ulaştı.

İsrail, Sumud Filosu’ndaki aktivistlerin Avrupa’ya deport edilerek gönderileceğini ifade etti. Bu yazının yazıldığı sırada İsrail bütün özgürlük gemilerini durdurarak gemideki aktivistleri yakaladı.

Sumud’un Madlen gemisine kıyasla daha kalabalık olması ve yabancı ülkelerden siyasetçiler de dâhil olmak üzere birçok aktivistin yer alması önemli. Belki İsrail için daha korkutucu…

Gazze’de bir soykırım yaşanıyor. Bütün Gazze şehri yerle bir olmuş durumda. Neredeyse sağlam kalan bir tek bina dahi yok. Bu vahşet karşısında ölmeyip yaşayan İnsanlar yiyecek yemek bulamıyorlar. Birçok çocuk sakat kaldı. Birçoğu yetersiz beslenmeden dolayı bir deri bir kemik kalacak kadar zayıflamış durumda.

Sumud Filosu’ndaki aktivistler de biliyor… Bu gemilerin Gazze’ye ulaşabilmesinin sembolik bir anlâmı ve değeri var. İnsani yardım götürüyorlar mı bu teknede tam olarak bilmiyorum ancak bu filodaki gemiler eğer Gazze kıyılarına ulaşabilirse Gazze meselesini başka bir denklemden konuşabileceğiz kanaatindeyim.

Ancak Sumud Filosu da tıpkı Madlen gemisinin durdurulduğu gibi Gazze’ye ulaşamadan İsrail güçleri tarafından durduruldu. Yıllar önce Mavi Marmara gemisinin kaderi de benzer şekilde olmuştu.

Yine de Gazze’ye doğru yola çıkan bu gemilerin yapmaya çalıştığı ve Gazze ablukasını kırmaya çalışması çok önemli ve kıymetli. İnsanlığın vicdanının bir araya gelerek milyonlarca insanın Gazze’de yaşanan soykırıma karşı yekvücut olabilmesi ve sesini duyurmaya çalışması yalnızca bir eylemsellik değil, bunun da ötesinde İsrail’e ve destekçilerine karşı bir meydan okuma.

Bu bir savaş değil, soykırımdır.

Ve bu yazının yazılış amacı Gazze’ye doğru yola çıkan Sumud Filosu hakkında bilgi vermek değil, karınca kararınca Gazze ve özgür Filistin için tavrımızı ortaya koyabilmektir. Zaten bilmek isteyen dimağlar, görmek isteyen gözler, duymak isteyen kulaklar İsrail’in vahşetini ve Gazze’de yaptıkları katliamı görüyor, duyuyor ve anlıyor.

Sumud Filosu’ndaki aktivistlerin İsrail güçleri tarafından durdurulmasının ardından arkadan gelen Özgürlük Konvoyu Gazze’ye doğru yol almaya devam ediyor. Gazze’ye doğru Özgürlük Filosu’nun ilerlemesinin ardından ne olacağını hep beraber göreceğiz. Temennimiz Özgürlük Konvoyu’nun Gazze’ye ulaşabilmesi.

Özgür Gazze için, özgür Filistin için…Ve İsrail tarafından işgal edilmemiş ilk kıblemiz Kudüs’ün özgürlüğü için…

Kategoriler
matbuat

Zamanın Anlamsallığı

“Zamanın yapraklarından karlar yağıyor.”

Bazan biri gelir, bizi bize götürür. Zamanlar arasılıktan başka bir şeydir karşılaştığımız. Zamanın anlâmsallığına dair çok derinlerden gelen yazılacak uzun uzadıya sözcükler olduğunu hissederiz. Tamamlamak isteriz zamanın anlamına – tam kelimesiyle anlamsallığına dair hissettiğimiz cümleleri. Öyle cümle kelimeler vardır ki içimizde, arkasında devasa bir kavram imparatorluğu olduğunu hissettirir.

Meramımızı alenen izah etmeye çalışarak zamanın sırrına yaklaşmak isteriz. Yazarken bir yandan da sözcüklerimiz mütereddit kalarak…

Zaman, anlâmın bizatihi kendisidir. Daha doğru ifadeyle, zaman anlâmsallık içinde muhtemel alanlarını mütemadiyen genişletir. Namütenahi bir anlam spektrumu içinde yine namütenahi bir zaman genleşmesidir, zaman ve anlâm arasındaki tuhaf hikâye. Zaman ilerledikçe, aktıkça, anlâm da bize yeni imkânlar, yeni anlâmsallıklar açar.

İnsan olmaktan ve yaşıyor olmaktan süregelen bir zamanın akışı içerisindeyizdir. Zamanın akışının da kıymetini bilmeli. Yaşıyor olmak zamanımızın akmasına kâfi değildir çoğu zaman. Yine de büyük insanlık cemiyeti olarak ister hüsran içinde olalım, istersek de nisyan içinde olalım; zamanın muhatabı olarak hayatımızı anlâmlandıracak anlâmsallıklar peşinde iz süreriz.

Anlâmsız görünen yığının içinde de bir büyük anlâm vardır çoğu zaman. Muhakkak anlâmlı bir parçanın absürd bir gölgesidir, sıradan görünen hayatların içinde olup biten… Belki de anlâm umulmadık yerde olandır; kuytu köşelerden, umumun orta yerinde görünmeyenlerden neşet eder.

Aynı (görünen) zamanı bambaşka yaşarız, hepimiz…

Anlâm, zamanın anlâmsallığının da ötesindedir. Belki de… Kim bilir…

Kategoriler
matbuat

Göklerin ve Yeryüzün Dili

Bazı yazarların yazdıkları sıradan bir metin olmanın ötesindedir. Onlar gökyüzünün ve yeryüzünün diliyle konuşurlar.Bu minvalde bir hayat yaşar ve yazarlar.

Gökler ve yerin ahengiyle tecessüm eder hayatları ve yazdıkları. Bu yüzden, tıpkı hayatları gibi yazdığı metinler de mütevazıdır. Bağırmaz. Yüksek sesle konuşmaz.

Şüphesiz böylesi bir hayat yaşamak ve yazın tecrübesi içerisinde olmak pastoral bir senfoni içerisinde olmanın ötesinde bir durumdur. Yani, göklerin ve yerin sesi olmak doğayı anlamak ve anlatmak demek değildir. Böyle bir yazın faaliyeti tabiatla sınırlandırılamaz.

Gökler ve yeryüzü her gün, her saat, her saniye kendi diliyle konuşur. Allah’ın yarattığı muazzam bir kâinat düzenidir bu. Her şey bir ölçüyle belirlenmiştir. Hiç şaşmaz. Subhanallah! Göklerdeki ve yeryüzündeki bu lisanın bozulması, her şeyin önceden belirlenmiş ölçüsünün bozulması felakettir. İçerisinde var olduğumuz dünyada bu tarzda tabiatın bozulduğu, insan eliyle kirletildiği ve felaketlerin yaşandığı bir çarpık tabiat hâline son yıllarda daha çok şahitlik ediyoruz.

İnsan, çoğu zaman göklerin ve yeryüzünün bu dilini anlayamaz. Anlamamanın da ötesinde kendi bencilliğiyle tabiatı kirletir. Küçük gibi görünen her bir insanın payı olur doğanın tahribatında.

Evet, yazarlar diyorduk… Bazı yazarlar yazdıklarıyla göklerdeki nizâmın ve yeryüzündeki ahengin sesi olurlar, olabilirler. Bütün bir eserleriyle olmasalar bile yazdıkları küçük bir parçayla ya da sadece tek bir şiirleriyle.

Ama göklerin ve yerin sesi olabilmek, yukarıda da yazdığım gibi sadece yazdıklarıyla değil, büsbütün bir hayatı anlayış ve anlamlandırılışlarıyla mümkün olabilir.

Mesela, Cahit Koytak’tan söz edebiliriz. Sadece şiirleri ve şiir kitaplarıyla kendine mahsus bir ses değildir. Kendi evinde marangozlukla uğraşan ve yalnızca şiir yazan münzevi hayatıyla da yazdıkları gökleri ve yeryüzünü hatırlatır. Cahit Koytak, içerisinde yaşadığımız zamanda göklerin ve yerin sesi olan az sayıdaki şairlerdendir. 

Tarifi biraz zor olan ancak tecrübe ederek yaşamakla mümkün olan bir durumdur bu. Göklerdeki ve yeryüzündeki sadece müzikal bir senfoniyi anlamak değil, bunun da ötesinde göklerin ve yeryüzünün anlâm dünyasından ve dahi Kur’an-ı Kerim başta olmak üzere kutsal kitaplardan ilham almaktır marifet.

Galiba, göklerin ve yeryüzünün lisânı en çok kutsal kitapların ahengiyle uyum içerisindedir. Sır dolu ve bilinmeyen, keşfedilmeye açık bir tabiat sanatıdır bu.Başka hangi şairlerden ve yazarlardan bahsedebiliriz? Tabiatı materyalist bir zaviyeden görmeyen ve kutsal kitapların lisânını göklerdeki ve yeryüzündeki nizâmın bir parçası olarak anlayan, yorumlayan ve yazdıklarında izlerin görüldüğü… Göklerin ve yeryüzünün sesi olmak yalnızca bazı yazın erbaplarına ve şairlere mahsus müstesna bir vaziyettir.

Kategoriler
matbuat

Tarihçinin İşi

Gelecek zamanın tarihçilerinin işi klasik tarih metodolojileriyle düşünüldüğünde oldukça zor. Sadece Osmanlı arşivinde neredeyse 150 milyona yakın belge bulunuyor. Çok eski değil belki sadece 200-300 sene öncesi ancak o günden bu yana evrak işlerindeki teknik imkânların çeşitlenmesi modern Türkiye Cumhuriyeti’ni de kapsayan zaman dilimi içerisinde tarihçinin gelecekte çok daha külfetli bir işi olacağının sinyallerini veriyor. Sadece devlet belgelerine referansla tarihçilik zanaatı yapmak da ayrıca tartışılması lazım olan bir mesele zaten.

Burada sormak istediğim ve bu yazıda biraz da vurgulamak istediğim başka bir bakış açısı var. Bu satırları dikkatli yazmaya çalışıyorum çünki tarihçi değilim ve tarihçilerin ince işçilikli eski belgelere yönelik metotları hakkında az bilgi sahibiyim.

Tarihi bir vesika tarihçi için ve tarihi bir vakıayı irdelemek için elbette önemlidir. Tarih metodolojisi bir tarihi belgeyi ele alırken elbette bu vesikanın doğruluğunu, yanlışlığını, yanılma paylarını elbette ki göz önünde tutmaktadır. Fakat yalnızca belgelerden hareketle yapılacak bir tarih çalışması ya da siyasal tarih çalışması bir vakıalar analizidir.

Olması gereken ya da yerine ikâme edilmesi gereken nedir? Tarihçinin ilk işi belgeler üzerinde çalışarak bir ‘olaylar karmaşası’ yaratmak yerine bu metodolojik soruyu sorarak kendisine tarihsel ve siyasal yaklaşımlar geliştirmektir.

Yani, tarihçinin ilk işi ilgilendiği zaman dilimiyle ya da olayla ilgili ‘paradigma belirlemek’ olmalıdır. Sosyal bilimci bir olay analizcisi değil, olayların ardındaki mantığı kavramsallaştıran bir kuramcıdır. Her akademik çalışmada olması gerektiği üzere literatüre katkı yapacak bir teori geliştirmeli ya da teori olmasa dahi daha önce zikredilmemiş bir kavram üretmelidir.

Tarihçinin politikaya ihtiyacı vardır. Politik bilinç geliştirmeyen tarihçi ya da tarihçinin işi kendi disiplini içerisinde belgeler arasında ekseriyetle kaybolmaya mahkûmdur. Birçok nice tarih çalışması kendi içerisinde ‘belgeler yumağı’şeklinde kalmış ve söyleyecek yeni bir söz veya idea bulamadan arşivler arasında yerini almıştır.

Bu yönüyle, tarih politiktir. Ancak tarih politize edilmemelidir. Politize edilmeyecek bir ilmi terbiye içerisinde kendi siyasal söylemini geliştirerek sosyal bilimci için referans memba olmalıdır.

Tarihin siyaset bilimine ihtiyacı vardır. Siyasetin ve siyaset biliminin tarihe ihtiyacı yoktur. Ancak tarihin olmadığı bir siyaset spektrumu ya da siyaset bilimi çiğdir, köksüzdür, tatsız tutsuz, unutulmaya mahkûmdur. Genelde küresel teorilerden bahseden uluslararası ilişkiler kitaplarında ya da siyaseti olağan hâlinden daha da liberalleştiren bir parti kampanyasında siyasetin tarihe ihtiyacının olmadığını görürüz.Tarihçinin ilk işi kendi disiplini içerisinde kalmaksızın bütün bir sosyal bilimler terbiyesini edinmek ve sosyal bilimlerin havasını bütünlüklü olarak teneffüs etmektir. Belki de diğer disiplinlere kıyasla en çok ‘sosyal bilimci şuuru’ taşıması gereken şamil alan tarihçiliktir.

Kategoriler
matbuat

Tanzimat Politiği

Sorulması gereken ilk sual şudur: Tanzimat’ın bir matematiği var mıydı? Benim vereceğim ilk cevap bu matematiğin eğer varsa da kompleks bir matematik bilmecesi olduğu yönünde.

Mukadderatında daha önce hiç olmadığı kadar kaosun, kargaşanın ve nizamsızlığın yaşandığı yıllar Osmanlı İmparatorluğu’nda Tanzimat yıllarıdır. Bu kargaşa ve karmaşa Osmanlı İmparatorluğu’na has değildir. Artık içerisinde bulunulan modern ve yeni bir dünya vardır.

Mesele, bu modern dünyayı Avrupa’dan iktibas ederek yeniliğe intibak değildir. Ki Osmanlı İmparatorluğu ekseriyetle bunu yapmıştır. Mesele, yeni dünyanın mütemadiyen dönen çarklarının arkasındaki yeni insanı keşfedebilmektir.

Osmanlı İmparatorluğu, 1850’li yıllardan itibaren yeni dünyayı keşfetmek için çaba sarf etti. Büyük ölçüde başta Avrupa olmak üzere dünyanın öte yerlerinde olan yenilikler Osmanlı topraklarında ve payitaht İstanbul’a geldi. Hatta sadece yenilikler değil Avrupa insanı da merak içerisinde Osmanlı topraklarına geldi. Ancak Osmanlı Devleti yeni dünyanın yeni insanını keşfetmek ve anlamak konusunda geç kaldı.

Yeni insan, Osmanlı İmparatorluğu’nda bir yandan tecessüm ederken öte yandan halkın büyük çoğunluğu da eski feodal alışkanlıkları içerisindeydi. Bilhassa da Avrupa’dan gelen ecnebi elçilerin ve seyyahların çektiği fotoğraf ve görüntülerde Osmanlı insanının içinde bulunduğu Doğululuk göze çarpar.

Yeni insan diye bahsedilebilecek olan bir mefhum ya da olgu Osmanlı İmparatorluğu’nda vardı. Ancak halkın ekseriyetinde Batılı insana oryantalist bir yaklaşımla ilgi çekici gelen bir Doğu karmaşası ve köylülük de Osmanlı’nın önemli şehirlerinin sokaklarında söz konusuydu.

Bir yandan da Osmanlı entelektüel ve aydını arasında, hatta bazıları devlet bürokrasisinde de yer almış yeni bir insan vardı. Osmanlı İmparatorluğu’nun yeni insanı Batı’dakinden farklıydı ama Tanzimat döneminde çoğunlukla da doğal seleksiyonlarla var olmuş yeni bir insan prototipiydi. Tanzimat döneminde Osmanlı Devleti kendi içerisinde inkişâf eden bu yeni insanı tanıyamadı ve anlayamadı. Namık Kemal, Şinasi, Ali Suavi, Ziya Paşa gibi isimler eski Osmanlı’nın yeni aydın insanları olarak Tanzimat döneminde var oldular. Osmanlı yeni insanı Tanzimat bürokrasisi ve İkinci Abdülhamit döneminde gittikçe otoriterleşen yönetimi karşısında zayi oldu. Ama şunu da ekleyelim: Belki de Sultan İkinci Abdülhamit Osmanlı’da teberrüz eden yeni insanı ve entelektüel tipini en iyi anlayanlardandı.

Tanzimat’ın matematiği tam da bu noktada bambaşka bir hâl almış ve bir çırpıda tarif edilemeyecek yepyeni bir surete bürünmüştür. Rahmetli Halil İnalcık, Tanzimat için “mücerret bir kütle” tarifini yapmıştı. Bu bağlamda, Tanzimat, içerisinde binbir türlü vakıanın cereyan ettiği “mücerret bir kütle” olarak görülebilir. Theodor W. Adorno tabiriyle söylersek bir tür Minima Moralia… Özelden genele doğru bir geçiş, küçük parçaların var ettiği büyük resim. Ya da öznel dünyaların var ettiği bir çoklu gerçeklik ve büyük anlatı.İşte, bu kütlenin makro politik mânâda tasvirinin iyi yapılması ve resmedilmesi gerekir. Şüphesiz, büyük resimde bir tasvir yapılırken mikro olarak Osmanlı yeni insanı da burada yer alacaktır. Önemli olan kişisel hikâyelerin gerçeklik payını anlayarak ya da öznel gerçekliklerle çelişmeyen bir büyük anlatı kurabilmekte ve bu Tanzimat anlatısını modern Türkiye’yi anlayacak şekilde kavramsallaştırabilmetktir.

Kategoriler
matbuat

Reisin Görünmez Eli

Malum olduğu üzere Osmanlı İmparatorluğu devrinde padişahlar ya da mülkü temsil eden idâreciler arasında ‘tebdil-i kıyafet’ geleneği yaygındı. Yani, padişah ya da idâreciler tanınmayacak bir hâl ve kıyafet ile halkın içine inerlerdi. Buradaki kılık kıyafet değiştirmenin ve halkın tanımayacağı bir hâl üzere sokağa inmekte maksat memleketin ve halkın içerisinde bulunduğu vaziyeti en doğal hâliyle ‘olduğu gibi’ müşahede edebilmekti.

Eh, resmi kıyafetle ve makam sahibi olarak halkın içinde olmak bir tür müsamere hâline gelmesi pek muhtemel bir durum. Başkana iyi görünmek isteyenlerden tutun da kendi ikbâlleri için problemleri ve halkın sıkıntı ve şikâyetlerini örtbas etmek isteyen yöneticiler de olabilir.

İşte, tam da bu yüzden mülkü temsil eden ve adaleti ayakta tutan idârecilerin Osmanlı Devleti devrinde ‘tebdil-i kıyafet’ ile iş görme ve memleketteki marazları giderme yöntemi adalet dairesinin bir parçasıydı.

Tabi, o vakitler nüfus bu denli kalabalık değil; şehirlerimiz bu kadar geniş, kalabalık ve kompleks değildi. İnsan hâliyle düşünüyor… Bu denli gelişmiş ve kalabalık büyükşehirlerde belediye reisinin ‘tebdil-i kıyafet’ ile halkın dertlerini dinlemesi ne kadar mümkün olabilir ki?

Zaten aslında mesele halkın dertlerini sokaktaki insanların ağzından dinlemekten ibaret değil. Şehrin eksiklerini ve noksanlıklarını mahir bir noktainazarla tespit edebilmek ve gerekli aksiyonu alabilmek.Samsun da dahil olmak üzere birçok şehirde sokaklarda dolaştığınızda böylesi o kadar çok noksan var ki…

Uzun zamandır ne zaman sokakları arşınlasam, lokantalara gidip, kahve içmeye oturup, otobüslere ya da tramvaylara binsem gözüme binbir türlü eksik ve köylülük kokan zafiyetler çarpıyor.

İşte, tam da bu sebepten ötürü reisin şehrin sokaklarında görünmez elleri olması gerektiğini düşünüyorum. Yeni bir düşüncem değil. Çok uzun zamandır bu fikirdeyim ancak kimsenin umursadığını henüz görmedim.

Her şeyden önce ahlâklı ve bunun da ötesinde marifetli ve şehirdeki eksiklikleri görebilen ve o eksiği giderebilecek bir elin parmağını geçmeyecek kişilerin vasıtasıyla Samsun’un bambaşka bir şehir olabileceği kanaatindeyim. Yani, bu kişiler bir nevi maestro olmalı. Fenerbahçe’de Alex de Souza nasıl bir karakterde oynamışsa, aynı şekilde Samsun şehrinin görünmeyen yüzünün aynası olmalı.

Bu sayede, bugün, ‘tebdil-i kıyafet’ ile halka inmek mümkün olmasa da reisin görünmez elleri vasıtasıyla birçok yapılamayan ama oldukça elzem olan hizmetler bu şehrin insanlarına sunulabilir. Bir şehri yönetirken rutin işleyişin dışına çıkmak, ayrıntılardaki insanların dertlerine derman olabilmek önemlidir.

Samsun bambaşka bir gözle idâre edilmeyi hak ediyor. Büyük projeler, rutinleşmiş festivaller, altyapı çalışmaları bir şehir için önemli olsa da sokaktaki insanların gündelik hayatlarına dokunabilmek için bambaşka bir perspektif ve yaklaşım icap ediyor.

Ve bu ancak bir belediye reisinin ya da idârecinin ‘görünmez elleriyle’ olanaklı olabilir. Sokaktaki insanların tanımadığı ve bilmediği ancak idârenin iradesini ve mülkün temsilini sapasağlam bir şekilde ortaya koyacak ehil insanlar… İfade etmeye çalıştığım bu ehil insanlarla ‘görünmez el’ tesis etmek hafiyelik cinsinden olabilecek bir icraat değil. Yani, bir asayiş faaliyeti değil. İmar ve ihya meselesi.Zor değil… Bu ülke ve bu şehir sıra dışı icraatlar ile hizmet görmeyi hak ediyor. Bürokrasinin dışına çıkmak ve halkın bir parçası olmak bazan meşakkatli olsa da ‘görünmez eller’ ile bambaşka bir Samsun olabilir. Samsun sokaklarında dolaşırken edindiğim intiba ve hissiyatım bu yönde. Böylesi fikirleri dizi senaryolarına ve filmlere bırakmamak ve icraata geçirmek mümkün.

Kategoriler
matbuat

Müstemleke Olmamak

Yirminci yüzyılın başında bütün dünyada imparatorluklar yıkılırken birbirine benzer kendi millî aidiyetlerini geliştirmiş ulus devletlerin kurulması cereyan etti. Hiç şüphesiz, havsalası milletler şemsiyesi olan büyük imparatorluklarda yaşayanlar için ulus devlet realitesi dar, tek tipçi, imparatorlukların kuşatıcılığı ve kapsayıcılığına kıyasla vizyonsuz bir yeni uluslar dünyasıydı. Bu şekilde, imparatorlukların şemsiyesi altında mikro kimlikleriyle yaşayan etnisitelerin ya da milletlerin kendi küçük ve mutlu, perişanlık çekseler dahi kendi ulusları içerisinde yaşamaktan memnun devletleri ortaya çıktı. Bu, 1800’lerin sonlarından itibaren, ekseriyetle de yirminci yüzyılın başında Birinci Dünya Harbi’nin ortaya çıkmasıyla tecessüm eden bir durumdur.
İmparatorluk havsalasıyla düşünüldüğünde ulus devletlerle ülkeyi idâre etmek şovenizme yaslanan ufuksuz bir iştir.
Fakat burada bir soruyu sormak icap ediyor ve bir realiteyi görmek gerekiyor. 1800’lü yıllardan itibaren İngiltere’de başlayan Sanayi Devrimi’nin meyveleri toplanmaya başlanıyor ve Avrupa’da yorgun imparatorluklara iktisadi destek sağlamaya hazır aileler ve bankalar ortaya çıkmıştı. Kısacası, kapitalizm bir ekonomik yöntem olarak artık dünyada sözünü daha fazla geçirmeye başlamıştı. Takip eden yıllarda dünyada egemen bir model olarak ‘serbest piyasa ekonomisi’ hakimiyet kuracaktı.
Yeni kapitalistleşmeye başlayan dünyada Osmanlı İmparatorluğu için tehditlerden birisi de hakimiyeti altında bulunan ve milletler şemsiyesi altında Osmanlıcılık fikriyle yaşayan milletlerin Osmanlı’dan ayrılarak kendi milliyetçi devletlerini kurmak istemeleriydi. Batılı devletler ve Rusya da tabii olarak Osmanlı çatısı altında yaşayan mikro etnisiteleri kendi devletlerini kurmaları için teşvik ediyor ve kışkırtıyordu.
Benzer şekilde, Osmanlı Devleti 1850’li yıllardan itibaren ekonomik olarak resesyona girdi. Takip eden yıllarda Osmanlı Devleti Avrupalı devletlere ve özellikle de Batılı bankerlere borçlu olacaktı. Hatta, birçoğumuzun bildiği gibi bu borçların ödenebilmesi amacıyla II. Abdülhamit saltanatında Düyûn-ı Umûmiye idâresi kurulacak ve Osmanlı İmparatorluğu müstemleke konumuna düşecekti. Yine, benim de lise yıllarında üzerinde araştırma yaptığım Fransız Reji Şirketi de Osmanlı topraklarındaki tütün üretim haklarının devredildiği bir başka müstemleke örneğidir.
Elbette, her ulusun kurtuluş ve bağımsızlık mücadelesini müşterek değerlendirmek gerekir. Ancak Türkiye’de Kurtuluş Mücadelesi özelinde değerlendirmek gerekirse yeni devlet Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu bu topraklarda emperyalist emellere karşı şanlı bir direniştir. Türkiye’de kurulan ulus devleti bu çerçevede değerlendirmek gerekir düşüncesindeyim. Türkiye’deki ulus devlet son kertede imparatorluk bakiyesidir. Tabii olarak, yeni Türkiye’nin üniter devleti tıpkı başka ulus devletlerde olduğu gibi birtakım ritüellerle ve törenlerle kendini var etmiştir. Ancak yeni devlet Türkiye’de gittikçe kapitalistleşmeye başlayan emperyal dünyaya karşı kendi özgürlüğünün ve bağımsızlığının inkişaf ettiği bir teminat olmuştur. Türkiye Büyük Millet Meclisi de şüphesiz bu halk iradesinin ve bağımsızlığının en kıymetli sembolüdür.
Türkiye bir ulus devlet olarak kurulmuş ancak neredeyse 2000’li yıllara dek kendi içine kapanık bir ülke hâline gelmiştir. İlk nüvelerini Turgut Özal’la başlayan dönemde göreceğimiz kapitalist dünyanın bir parçası hâline gelme teşebbüsleri 2000’li yıllarda AK Parti iktidarında da artarak devam etmiştir. Burada bir soru sormak gerekir: Küresel dünyanın bir parçasıyken kendi ulus devletini var etmek ne kadar mümkündür? Mümkünse, ne kadar gerçekçi ve uygulanabilirdir?
Son olarak bir tespitle bitireyim. Modern Türkiye Devleti bağımsızlık mücadelesiyle kurulmuş ve anti emperyalist izler taşımaktadır. Ancak 1980’li yıllarda küresel ekonomiye entegre olduğu zamanlara kadar geçen süre zarfında Türkiye komünistleşmemiştir de… Sovyetlerle yakınlaşılan zamanlar olduğunu biliyoruz ancak Türkiye hiçbir zaman Sovyet hegemonyası altına girmemiştir. Yani, Yugoslavya tecrübesi Türkiye’de kendine vücut bulamamıştır. Sol fikirler bazı okur yazarların eleştirel okumalarının bir parçası olsa da halkın ekseriyetinde bir Latin Amerika ülkeleri gibi sol fikirler ve siyaset yer bulamamıştır.
Belki de bu durumun sebepleri arasında Amerika’nın Marshall yardımları gibi anti komünist propagandaları olabilir. Kim bilir…

Kategoriler
matbuat

Eskinin Nişanesi

Modernleşme kuramları açısından yeniye meyyal bir karakter sergilesek de bazıları için eski olan hâlen cezbedicidir.

Bazı eskiler ‘hurda’ değeri bile etmezken, eskinin kimi kıymetli eşyaları bulunmaz kıymette antikalardır. Maziden kalan bu değeri ya da değersizliği belirleyen nedir?

Ekseriyetle tekniğe dair olan ya da halk lisanıyla ifade edersek ‘teknolojik ürünler’ çarçabuk eskimeye mahkûm eşyalardan. En iyi ihtimalle kullanılmış bir teknolojik ürün hurdaya çıkabilir. Hatta birçoğu tozlanmış tavan aralarında yıllarca bekler de bekler.

Tabi, bazı kullanılmamış özel teknolojik ürünlerin ‘müze değeri’ taşıdığını da söylemek gerek. Ancak böylesi teknolojik ürünler oldukça sınırlı sayıda.

Teknik kendini mütemadiyen yenilediğinden ve teknik dünyanın paradigması her daim ‘terakki etmek’ üzerine kurulu olduğundan teknolojik ürünlerin çok geçmeden birkaç yıllık iken eskimesi tabii bir durum teşkil ediyor.

Peki, eskiyen ve eskidikçe kıymetlenen nedir? Bu soruya net bir cevap verebilmek mümkün değil. Bir çırpıda söyleyebileceğimiz el emeği olan, fabrikasyon olmayan, insanın kendi emeğiyle ürettiği ve bir zanaatın neticesi olarak üretilen eşyalar eskidikçe değerlenebilecek cinsten. Fakat anneannelerimizin, babaannelerimizin, dedelerimizin evlerindeki bu minvaldeki eşyaların akıbetini gördükçe bazan çok kıymetli olabilecek birçok nadide eşyanın da ‘insanlık hâlleri’ ve ‘dünyanın binbir türlü hâli’ neticesinde kaybolup gittiğini görüyoruz. Böylesi antika eşyalar da çoğunlukla hurdaya gidiyor. En iyi ihtimalle bir antikacının eline düşüp müzayedelerde satışa çıkarılıyor.

Ben, modern dünyada ironik bir şekilde tekniğin lüzum ve gerekliliklerine tebessüm ederek bakarım. Buna mukabil, eski olana meftunumdur. Tel üstünde yürüyen cambazın akrobasisi gibi tekniğin dünyası ile eski dediğimiz fakat aslında artık çoktan modernleşmiş eski dünyanın gösterisi bize bugünün dünyasını ahlâklı bir şekilde anlamak ve anlamlandırmak için bazı ipuçları verebilir.

Tel cambazından ve akrobasiden söz açılınca ister istemez Turgut Uyar’ın “Tel Cambazının Tel Üstündeki Durumunu Anlatır Şiirdir”i hatırlıyorum. Aslına bakılırsa Turgut Uyar’ın “Geyikli Gece” şiiri de bize artık modernleşmiş eskiye dair çok şey anlatır.

Son olarak bir de İsmet Özel şiirinden bir parçayla sözlerimi tamamlayayım. Bana şu satırlar da eskiye dair başka bir yaklaşımı hatırlatır: “Gelin / bir pazarlık yapalım sizinle ey insanlar! / Bana kötü / bana terkettiğiniz düşünceleri verin / o vazgeçtiğiniz günler, eski yanlışlarınız / ah, ne aptalmışım dediğiniz zamanlar / onları verin, yakınmalarınızı / artık gülmeye değer bulmadığınız şakalar / ben aştım onları dediğiniz ne varsa / bunda üzülecek ne var dediğiniz neyse onlar / boşa çıkmış çabalar, bozuk niyetleriniz / içinizde kırık dökük, yoksul, yabansı / verin bana / verin taammüden işlediğiniz suçları da.

Evet, “Celladıma Gülümserken Çektirdiğim Son Resmin Arkasındaki Satırlar” şiirinden öğrendiğim eskiye dair olanların yalnızca eşyalar olmadığı. Her şeyden önce içerisinde yaşadığımız hayat eskiyor. Yaptıklarımız, ettiklerimiz, yapmadıklarımız, yapamadıklarımız, pişmanlıklarımız eskiyor. Geçmiş sadece bir kütle olarak değil; birer birer parçalara ayrılmış bir küçük hatıralar demeti olarak da tecessüm ediyor. Eskinin nişanesi olarak sahip olduğumuz eşyalar kendini eski olarak daha çok hatırlatsa da geçip giden eskiyen en çok da hayatlarımız ve hatıralarımız.

Kategoriler
matbuat

Yeniye Olan Merak

Bu topraklarda bu ülkenin insanları olarak Tanzimat’tan başlamak suretiyle 2000’li yıllara dek uzanan yeniye olan bir merakımız vardır.

Teknik dünyada her şey eskimek mecburiyetindedir. Mütemadiyen kullandığımız eşyalar da dâhil olmak üzere her şey eskir. Bugünün dünyasında teknolojik aletlerde kullandığımız yazılımlar bile eskir. Yerine yenileri gelir.

Yeni olan her şey eskir. Yeni olma hâli sabit bir durumu ifade etmez. Yenilik hâli geçici bir durumdur. Zaman akıp gittikçe hayatımızda yer alan ya da yer bulan her şey yerini başka yeniliklere bırakır.

Modern insan ise bu yeniliğe meraklıdır. Yani, yeni olana şüpheyle yaklaşmaz. Yeni olanı çarçabuk benimser ve içselleştirir. Yeniye olan merakımız vardır.

Türk insanı olarak modern teknik dünyada yeniye olan tecessüse ayrıca yer vermeli. Türk modernleşmesi biraz da bizim dünyadaki yenilikleri iktibas etme merakımıza dairdir. Eğer ki yeni olanı kendimiz üretiyorsak; paradigmasını, bağlamını ve fikrini o çağın içinde bulunduğu yeniye göre adapte ederiz.

Yani, yerli ve milli ürettiklerimiz de aslında içinde yaşadığımız çağın icaplarındandır. Çünki yeni kendini her zaman bir ürün, alet ya da somut bir nesne olarak var etmez. Asıl yeni fikirsel ya da bağlamsal olarak nevzuhur eder.

Modern dünya bir yenilik imparatorluğudur. Bu imparatorluk eskinin imparatorluğunun aksine cihanşümul ve beynelmileldir. Kendi küçük dünyasına kapanmış çok sayıda ulus devletler topluluğu eskinin imparatorluklarına kıyasla daha yerli, daha milli ve daha mutludur ancak artık tek bir teknik imparatorluğu altında kendini mütemadiyen yenileyerek varlıklarını devam ettirirler.

Tekniğin yeni modern dünyasında biçimler, şekiller, renkler farklıdır. Ancak küresel bir yeni paradigma dayatmasıyla karşı karşıyayızdır. Esasında bu bir dayatma da değildir. Kitleler ya da uluslar gönüllü olarak değişen yeni dünyanın parçası olmaya taliptir. Paradigma evrenseldir. Ürün olarak çıktılar yerel.

Birtakım uluslar kendi savaş uçaklarını üretir. Her ülkenin savaş uçağı kendisine mahsus bir kalibrede dizayn edilmiştir. Yani, çıktı olan ürün yerel ve özeldir. Müstesnadır. Kendisine mahsustur. Ancak içerisinde bulunduğumuz dünyada artık çoktan savaş uçakları kendisine yer bulmuştur. Ülkeler savaş uçakları üretmekte ya da satın almaktadır.

Hepimizin kullandığı cep telefonları için de benzer bir durumdan söz edebiliriz. Cep telefonları üretilmeye başlandıktan ve hayatımızda yer bulmasının ardından artık ‘cep telefonu çağı’ diyebileceğimiz bir yenilik vaki olmuştur. Cep telefonları birbirinden farklı olsa da yeni olan paradigma artık her birimizin cep telefonu kullanmaya başlaması ve hayatını bu şekilde tasarlamasıdır.

Yenilik kaçınılmaz görünse de aslında teknik yenilikler başta olmak üzere ‘yeni olanı’ çarçabuk hayatımıza dâhil ediyor olmamız içerisinde bulunduğumuz teknik çağın modern insanı cezbetmesidir.

Türk modernleşmesi bahsinde de böyle bir vakıadan söz edebiliriz. Türk modernleşmesi teknik yeniliklerin üzerine kurulu ve teknik dünyadaki gelişmeler ekseninde mütemadiyen terakki peşinde olma hususiyetini gösterir. Türk insanı, bilhassa da çevrenin (periphery) sosyolojik varlığı, Türk modernleşmesini teknik çağda terakki etmek hususunda en iştahlı ve hararetli ancak aynı zamanda da kırılgan kendisine mahsus bir hikâye hâline getirir.

Kategoriler
matbuat

Saraybosna Güncesi

Balkanlar bir başkadır. Dünyanın öteki yerlerine kıyasla, Balkanlar, tabiatın ve medeniyetin olanca mütevazılığı ile tecessüm ettiği topraklardır.

Saraybosna’nın ise Balkan coğrafyası ve eski Yugoslavya ülkeleri arasında müstesna bir yeri vardır. Ecdat yadigârı Saraybosna Fatih zamanında fetih olunmuştur. İsa Bey ve Gazi Hüsrev Bey Saraybosna’nın ilk kurucularındandır ve Bosna’da İslâm’ın yayılması amacıyla önemli çalışmalar yaparak önemli eserler inşa etmişlerdir.

Son yıllarda Türkler arasında pek popüler olması bir yana…

Saraybosna ve Mostar şehirleri herhangi bir dönemde popülarite kazanmasının çok ötesinde bambaşka güzellikte şehirlerdir. Eski şehirde gündelik hayat akarken, öte yandan turistik birçok şeyle de karşılaşırsınız. Turistik öte beri dükkânları Başçarşı’nın tarihi tabiatını bozmaz. Başçarşı ve etrafındaki sokaklar Bosna’nın yerli insanları için de gündelik işlerini halletmek, bir şeyler atıştırmak ve kafelerde buluşmak için uğrak mıntıkalardandır.

Birçok yerde camii bulunduğundan Saraybosna sokaklarında gezerken, öteki Avrupa şehirlerine kıyasla namaz kılmak için yer aramazsınız. Küçük bir alan içerisinde ibadet için çok sayıda camii bulmak mümkündür. Türkiye’den yurt dışına çıktığınızda eğer ki Müslüman nüfusun olduğu bir memlekette iseniz etrafınızda mescit ya da camii bulunmasının bir nimet olduğu kanaatindeyim.

Bosna mevzu bahis olduğunda Boşnak böreği, cevapi ve pljeskavica köftelerini tatmak tabii ki de birçok kişiyi cezbeder. Türkiye’ye kıyasla Saraybosna ve Mostar’da çok lezzetli etler daha ucuzdur. Aslında börek ve köfte kültürünü yalnızca Bosna Hersek’le özdeşleştiremeyiz. Börek ve köfte bütün Balkanlara yayılmış ve hatta Balkan coğrafyasından Türkiye’ye de sirayet etmiştir. 

Kahve sevenler için de Saraybosna güzel bir şehir. Türk kahvesine benzeyen Boşnak kahvesinin her yerde olmasının yanı sıra iyi bir espresso içebilmek için de birçok kafe vardır. Açıkçası, ben Boşnak kahvesi içmektense espresso içmeyi yeğlerim. Espresso Türkiye’de birçok kafeye kıyasla hem daha özenle hazırlanmış, kaliteli çekirdeklerden yapılmış ve güzeldir hem de fiyatı bizim son yıllarda fahiş bir şekilde artan kahve fiyatlarına kıyasla ucuzdur.

Galiba, Bosna şehri yıkımın en büyüğünü 90’lı yıllardaki Sırp ve Hırvatların saldırısı altındayken yaşadı. Onun haricinde şehrin yağmalandığı başka bir dönem tarihte bilmiyorum. Osmanlı’dan Avusturya Macaristan güçlerinin ele geçirdiği Avusturya Macaristan hakimiyeti altında Saraybosna şehri zarar görmemiştir. Yine, Yugoslavya döneminde de şehrin bütünlüğünü korumuştur.

Bosna insanının bazıları için Türk olmak bir yakınlık vesilesiyken, kimisi de Türk olmanızı hiç umursamaz. Belki de Türklerden bıkmışlardır. Bunu bilemem ancak şunu biliyorum; Saraybosna’da bazı Bosnalılar kendi kimliklerinin ve aidiyetlerinin Osmanlı dolayısıyla direkt Türkiye’yle ilişkilendirilmesinden rahatsız olurlar. Bosna’nın Türkiye’nin uydu devletiymişçesine tavır alınmasından hoşlanmazlar. Eh, haklılık payları da olabilir, elbette.

Son aylarda, Bosna Hersek’in Avrupa Birliği’ne üyeliği konuşuluyor. Avrupa Birliği üyelik müzakereleri Bosna Hersek için başladı. Bosnalılar galiba Avrupa Birliği üyeliğine müspet bakıyor. Fakat Bosna’nın Avrupa Birliği’ne üyeliği için birtakım reformlar ve iyileştirmeler gerekli.

Saraybosna’nın hava kalitesinin dünyanın en kötü havasına sahip şehir olduğunu belirteyim. Özellikle de kış aylarında… Gazetelerde ve haberlerde böyle söylüyor. Ancak ben defalarca gitmeme rağmen hiçbir ziyaretimde Saraybosna’da kötü bir hava teneffüs etmedim. Belki de Saraybosna’nın merkezi olmayan dış kısımlarında hava kalitesi kötüdür.Bosna’yı tarihsel kökleriyle sevebileceğimiz gibi ahlâklı ve medeni insanları olduğu için de sevebiliriz. Slav ırkından olan Müslüman çoğunluktaki insanları Saraybosna sokaklarında, restoran ve kafelerinde bize bambaşka bir ahlâki formasyon içerisinde bir medeniyet timsali olabileceğini gösteriyor.

Kategoriler
matbuat

Edebiyatla İştigâl

Yıllar en çok edebiyatla münasebetimizi yozlaştırıyor. İyi edebiyat yapmak önemli ve kayda değer bir iştir. Ciddiye almak gerekir. Edebiyat yaparken metnin muhatabı olan yazar hâliyle ve tavrıyla da ortaya bir şeyler koyar.

Lâkin edebiyat işi gündelik işlerin ve maişet derdinin arasında kaybolup gider çoğu zaman. Sadece edebiyatla uğraşma ya da uğraşabilme keyfiyetine çoğu zaman imrenmişimdir. Yazmak ve yazdıklarıyla geçimini sağlayabilmek, bunun da ötesinde yazdıklarından kazandıklarıyla yeni hikâye serüvenlerine kapı aralamak ne de güzel bir tecrübedir.

Edebiyatla iştigâl etmek; okumak, yeri geldiğinde yazmak, bazan fikir işçisi gibi aynı anda hem okuyarak hem de yazarak notlar almak şimdilerde unutulan müstesna hatıralardır. Düşünüyorum… Acaba, yalnızca ben mi eskiye kıyasla daha az okuyup yazıyorum, notlar alarak çalışıyorum? Yoksa, eski yıllara kıyasla okuyup yazanlar azaldı mı? Biliyorum, mutlaka okuyan ve yazan birileri vardır. Ben de şimdiye kıyasla daha fazla okuyup yazmaya zaman ayırabildiğim zamanlarda, genelde kafelerde bir makale ya da kitap üzerinde çalışırken etrafımdaki masalarda kimsenin umurunda olmamasına hayretle bakardım. Umurunda olan kimseler arada çıksa dahi benim gibi kafelerde çalışmayı alışkanlık edinen kimselerle pek karşılaşmadım.

Galiba, kafeler edebiyat ehli için önemli uğraklar. Hatta sadece edebiyatçılar için değil, akademik çalışma yapan tek tük bazı kimseler için de önemli mekânlar olmaya haiz çalışma alanları. Kafeler kitaplarla, taşınabilir bir bilgisayarla ve çantayla seyyar çalışma imkânı veren keyfine de düşkün kimseler için kıymetli mekânlar. İfade etmek istediğimi bilen anlayabilir. Kütüphanede ya da özel çalışma alanlarında çalışmaktan çok başka bir imkândır. Ancak edebiyatla iştigâl eden kimseler için kafeler muhabbetin, dostluğun ve arkadaşlığın da mekânları olma keyfiyetini de taşır. Edebiyatçıların müşterek uğrak mekânları yalnızca kafelerde okuyan yazan ya da çalışanların kafelerinden daha farklı ve başkadır.

Bunun haricinde bir de yazar odalarından bahsetmek mümkün olabilir. Bilhassa da geçimini yazdıklarından sağlayan ve edebiyattan hayatını kazanan yazarlar daha çok kendilerini her gün böylesi bir odaya sığdırıp yazdıkça yazarlar. İstikrarlı bir yazar muhtemeldir ki her gün yazı yazmaya zaman ayırdığı kendisine ait bir odaya sahiptir. Elbette, bu türden bir yazarlık daha çilekeş ve yazı yazmanın keyfiyetinden çok ıstırabıyla dolu sancılı bir yazarlık sürecidir.

Edebiyat dünyasında işler yalnızca yazarların yazma serüveniyle ya da kafelerdeki fikir işçiliğiyle dönmüyor. Elbette, edebiyatın lokomotifi okuyuculardır. Genelde nitelikli eserler kısa zaman içinde pek çok kişi tarafından keşfedilmezler. Çok satan kitapların da edebi nitelik açısından kayda değer bir değer taşıdığını da söyleyemeyiz. Ama on yıllar boyunca geçen zaman dilimi içerisinde okuyucu bazı kitapları ya da daha doğru ifadeyle bazı yazarları edebiyat dünyasının el üstünde tutulan kıymetleri hâline getirirler.

Birçok yazar vefatından sonra daha çok okunur olsa da hayattayken ve yazma serüveni içerisindeyken yazdıklarıyla kendi okuyucusunu var etmiş talihli yazarlardan da söz etmek mümkün. Böylesi yazarlara birçok örnek verilebilir ancak şimdi burada tek tek bu yazarların isimlerini zikretmeyeceğim.

Edebiyatla iştigâl etmek her şeyden önce bir keyfiyettir. Ancak bazı durumlarda edebiyatla kişinin ya da yazarın kurduğu temas varoluşsal bir hayatiyette de olabilir. Türk ve dünya edebiyatında bu tarzda bir varoluşsal kaygının cereyan ettiği yazarlara çokça şahitlik etmişizdir.Dolayısıyla, şu şekilde sorabiliriz: Edebiyat neye yarar? İlle de pragmatist bir mânâda sormak gerekmez böyle bir soruyu. Edebiyatla haşır neşir olduktan sonra kendimizde ne kaldığı ya da nasıl bir dönüşüm geçirdiğimizin cevaplarındadır edebiyatın ardındaki kuvvet.

Kategoriler
matbuat

Baudrillard ve Simülasyon Kuramı

Elimde erken gençliğimden bir kitap: Simülakrlar ve Simülasyon. Müellifi simülasyon fikrinin en önemli isimlerinden olan Fransız Jean Baudrillard. Yanılmıyorsam, doktorasını bile ihtiyarlık yıllarında ancak alabilmiş ana akım sosyoloji fikirlerinin ötesine geçen ve Amerikan rüyasına eleştirel bakışlar getiren bir entelektüel Baudrillard.

Kendisinin simülasyon teorisi 20. yüzyılın sonlarına damgasını vurmuştur. Toplumsal ve kültürel değişimlerin gerçeklik ile olan ilişkisini yeniden sorgulamış, gerçek ile imge arasındaki çizginin tamamen silindiği bir dönemi betimlemiştir. Yani, gerçekten daha gerçek bir ‘hipergerçeklik’ (hyperreality) realitesinden bahsetmektedir.

Simülasyon dünyasında ‘gerçek’ ve ‘hakikat’ düzenekleribirbiriyle yer değiştirmiştir. Baudrillard, bize üç temel kavram sunuyor: Gerçeklik, simülakr ve simülasyon. Ve bütün bu kavramlar ile modern insan yukarıda zikrettiğimiz bir ‘hipergerçekliğin’ (hyperreality) muhatabı oluyor.

Geleneksel anlamda gerçeklik, dış dünyada var olan nesneler ve olgular olarak anlaşılır. Ancak Baudrillard’a göre, modern toplumda gerçeklik ile onun temsil biçimleri arasındaki ayrım giderek bulanıklaşmıştır. Gerçeklik, artık temsilin ötesinde, kendine ait bir özgünlükten yoksun hale gelmiştir. Gerçeklik artık temsil kabiliyetini kaybetmiş nesnedir.

Simülakr, gerçekliğin bir temsili, bir taklidi ya da bir “görünüşü” olarak tanımlanabilir. Baudrillard’a göre simülakrlar, orijinalin birer kopyası değildir; çünkü artık orijinalin kendisi yoktur ya da önemsizleşmiştir. Bu yaklaşım bize Walter Benjamin’in orijinal sanat eserinin aurasını kaybettiği iddiasındaki tezini hatırlatır. Simülakr, âdeta orijinal sanat eserinin bir kopyasında olduğu gibi hakikatin yerini alır ve gerçeklikten bağımsız bir anlam üretir. Tıpkı Disneyland gibi: Gerçek bir eğlence parkı olmasının yanı sıra Amerikan kültürünün ve değerlerinin bir simülakrı hâline gelmiştir artık.

Simülasyon, gerçekliğin, imgeler ve temsiller aracılığıyla tekrar tekrar üretilmesi ve bu süreçte özgün gerçekliğin ortadan kaybolmasıdır. Simülasyon bir nevi makinedir.Teknik uygarlıkta geleneksel mânâda gerçekleri yeni bir formda yeniden var eder. Simülasyon, gerçeğin yerini alan bir ‘hipergerçekliğin’ (hyperreality) oluşmasına neden olur. Bu yeni düzende, insanlar imgeleri, temsilleri ya da göstergeleri gerçekliğin ta kendisi olarak algılarlar.

Baudrillard, simülasyonun dört aşamasından söz etmektedir. 1. İlk aşama: Gerçeğin sadık bir kopyası olarak temsil. 2. İkinci aşama: Temsilin, gerçeklikten bir sapma göstermesi. 3. Üçüncü aşama: Temsilin, gerçekliğin varlığını gizlemesi; yani temsilin, bir gerçeklikten yoksun hale gelmesi. 4. Dördüncü aşama: Temsilin, artık hiçbir gerçekliğe referans vermemesi ve tamamen simülakr haline gelmesi. Bu aşamada, imge yalnızca başka imgelerle ilişki kurar ve ‘hipergerçeklik’ (hyperreality) ortaya çıkar.

Baudrillard’ın teorisinin en önemli kavramı dolayısıyla ‘hipergerçekliktir’ diyebiliriz. ‘Hipergerçeklik’, gerçek ile hayâl arasındaki sınırların ortadan kalktığı, imgelerin gerçekliğin yerini aldığı bir dünyayı ifade eder. Modern teknik dünya böylesi bir geleneksel gerçekliğin ötesinde ‘gerçekten daha gerçek’ başka bir dünyadır. İçerisinde bulunduğumuz dünyada, bu ‘hipergerçek’ yeni dünya kitlelerin tümüne nüfuz etmektedir. Günümüz medya ortamında, haberler, reklamlar ve sosyal medya aracılığıyla sürekli olarak üretilen imgeler, gerçeklikten daha gerçekmiş gibi algılanır. Televizyon haberlerinde anlatılan bir olay, olayın kendisinden daha etkili ve inandırıcı gelebilir. Ya da modern savaşlar artık ‘kitleler’ için sanatsal silahlarla televizyondan seyredilen ya da telefonlardan takip edilen gelişmelerdir.

Baudrillard’ın simülasyon teorisi, siyasetin de bir tür gösteriye, bir imge üretim sürecine dönüştüğünü öne sürer. Seçim kampanyaları, lider imajları, medya sunumları ve kamuoyu anketleri, artık gerçek politikadan çok, simüle edilmiş bir gerçeklik oluşturur. Siyasi figürlerin medya aracılığıyla yeniden üretilmesi, onların toplumsal algıda gerçek kimliklerinden bağımsız, simülakr karakterlere dönüşmesine neden olur. Aslında bu bir bakıma, postmodern dünyada siyaset kurumunun iflasıdır.

21. yüzyılda dijital teknolojilerin yükselişiyle birlikte Baudrillard’ın simülasyon teorisi daha da güncel hale gelmiştir. Sanal gerçeklik, yapay zekâ, deepfake teknolojileri ve sosyal medyanın yükselişi, gerçeklik ile imge arasındaki sınırları iyice muğlaklaştırmaktadır. Bugün, insanlar çoğunlukla dijital ortamlarda var olur ya da kimliklerini sanal imgeler üzerinden inşa etmeyi yeğlemektedirler.

Jean Baudrillard’ın simülasyon teorisi birçok açıdan eleştiriye açıktır. Bazı eleştirmenler, Baudrillard’ın bu teoride aşırı karamsar ve indirgemeci olduğunu savunur ve toplumsal gerçekliğin tamamen yok olduğunu söylemenin mantıklı ve gerçekçi olmadığını düşünmektedirler. Her ne kadar imajlar dünyasında simülakrlar kitlelere etki etse de sosyolojik bir değer olarak toplumun da öznel bir kimliği vardır. Bir çırpıda toplumun simülasyonunun içerisinde zayi olarak kimliksizleşeceğini ya da kaybolacağını iddia etmek zordur.

Her şeye rağmen, Baudrillard’ın postmodern dünyaya ilişkin görüşleri günümüz medya toplumunu ve kültürel pratikleri anlayabilmek için hâlâ güçlü bir teorik çerçeve sunmakta. Tabi, tercüman Oğuz Adanır’ın tanımlamasıyla söylersek Baudrillard’ın postmodern bir düşünür olmadığını çünkü Baudrillard’ın simülasyon fikrinin kendine mahsus bir sistematik içerisinde varlık kazandığını da söylemek gerek.

Kategoriler
matbuat

Tanzimat’tan Modern Türkiye’ye

Üniversite yıllarından beri sürdürdüğüm bir tezim var: Hâlen Tanzimat ruhuyla yaşıyoruz. 1800’lü yılların başlangıcından Sultan II. Abdülhamit dönemine kadar cereyan edenler olaylarla ikinci milenyum çağında Ak Parti iktidarı sürecince gerçekleşenler arasında sadece hadiseler üzerinden bir bağıntı kuramayız; Tanzimat ve Ak Parti döneminde siyasetten meselelere yaklaşım, icraatçı zihinler ve toplumsal yozlaşma cihetlerinden zihinsel bir benzeşim olduğunu ifade etmemiz gerekir.

Aslına bakılırsa, Tanzimat’ın sirayet ettiği dönem sadece Ak Parti’nin iktidar yılları değildir. Bizatihi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu takip eden tek parti döneminde gerçekleşen ‘reform’ çabalarında da Tanzimat’ın tesiri hissedilebilir. Hayatta kalmak için eski ‘altın zamanlara’ dönme çabası ve Batılılaşma üzerinden Avrupa’ya öykünme söz konusudur. Cumhuriyet kuruluş zamanlarında da ‘muasır medeniyetler’ seviyesini elde edebilmek için yine Batı medeniyeti marazı giderecek anahtardır.

On dokuzuncu yüzyılda, II. Abdülhamit’e kadar Batılılaşma serüveni âdeta bir program çerçevesinde cereyan etmiştir. Bilhassa da Londra ve Paris, Osmanlı entelektüelleri ve devlet adamları için örnek alınması gereken birer merkezdir. Sultan II. Abdülhamit’in ve Sultan V. Murat’ın da amcası Abdülaziz’le beraber Paris’e ve Londra’ya şehzadelik yıllarında gittiğini unutmamak gerek. II. Abdülhamit tahta geçinceye dek Tanzimat bir manifesto ruhuyla birbirini ardı sıra takip eden anayasal, siyasal ve teknik reformlarla gerçekleşmiştir.Bu tavır bize Ak Parti’nin kuruluşundaki ve takip eden ilk iktidar yıllarındaki proaktif ve reformist siyasetini hatırlatır. Benzer şekilde, II. Abdülhamit’in iktidar yılları da Cumhur İttifakı teklifiyle Türkiye’nin Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçişiyle hissedilen kısmen içe kapanık dönemi çağrıştırır.

Tanzimat’ın temel felsefesinin Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkılmaktan kurtarmak ve tagayyür ve fesadı defetmek olduğunu söyleyebiliriz. Osmanlı aydınının ve üst düzey devlet adamlarının karşısında örnek alınabilecek Batı’dan başka bir model yoktu. Endüstri Devrimi’nin teknik vasıtasıyla gerçekleştirdiği makine gücü karşısında Osmanlıların el işi tezgâhlar dışında sahip olduğu bir üretim aracı yoktu. Yine, 1789 Burjuva Devrimi öncesindeki entelektüel hazırlık dönemi gibi Osmanlı aydının kendisine ait geliştirdiği gelenekten gelen bir fikriyat yahut entelektüel mülahaza da yoktu. Fransız İhtilali’yle kapitalist bir devlet kurma amacıyla halk kralları yerinden ederken; Osmanlı İmparatorluğu’nda halkın ekseriyeti Osmanlı padişahına muhabbet besliyordu ve Osmanlı aydını arasındaki padişaha yönelik eleştiriler Osmanlı padişahının siyasetine yönelik eleştirilerdi, Osmanlı padişahlık müessesine karşı değildi. Bu vesileyle, şöyle bir tespitte de bulunabiliriz: Endüstri Devrimi’nin ve Fransız İhtilali’nin büsbütün kapitalist saiklerle cereyan ettiği vakıasından hareketle Türkiye topraklarında, bir yandan kapitalist bir eğilim olmasına ve kapitalist teşebbüsler reformlar suretiyle ortaya çıkmasına rağmen bu topraklarda 20. yüzyıldan önce kapitalist bir paradigma ortaya çıkmamıştır. Batı medeniyetindeki kapitalist eğilimler birtakım yenilikler olarak arkadan arkaya uygulanmaya çalışılmıştır.

Ancak II. Abdülhamit döneminde Tanzimat politikalarına ilişkin karşımıza bir farklılaşma ortaya çıkar. 1876 Kânûn-ı Esâsî’nin askıya alınması ve meclisin II. Abdülhamit tarafından kapatılmasıyla Tanzimat’ın devam eden ruhunda bir aksaklık ortaya çıkmış görünmektedir. Tekniğe çok meraklı olan II. Abdülhamit’in iktidar yıllarında ‘kapalı bir modernleşme’ görünür. Anayasal ve siyasal haklar askıya alınmış görünmektedir ancak Tanzimat modernleşmesi kendisine yeni bir surette akacak bir yol bulmuştur. Dolayısıyla, II. Abdülhamit Tanzimat’tan gelen modernleşme taleplerini baskılayarak Tanzimat’ı halkın ve Osmanlı entelektüel çevrelerinin nezdinde talep edilir ve arzulanır bir hâle getirmiştir.

Burada şöyle bir not da düşelim: Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu keskin bir kırılma (certain break) değil, yumuşak bir geçiş (soft transition) olarak ortaya çıkmıştır. Birçok radikal devrim niteliğindeki değişimlere rağmen Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarındaki reform ve yenilik fikirlerinin neredeyse tamamının tohumu II. Abdülhamit zamanında atılmıştır. Yeni devletin kuruluşunun siyasal açıdan II. Abdülhamit döneminde aslında gerçekleştiği kanaatindeyiz.

Çünkü II. Abdülhamit döneminde ilk defa tecessüm eden ‘çevre’ (periphery) Tanzimat zihniyetinin temel taşıyıcısıydı. İşte, bu ‘çevre’, Cumhuriyet döneminde kurtuluş mücadelesi içerisinde 1920’de kendisine yer bulmuştur ancak 1924 anayasasını yapan ikinci mecliste birdenbire bu ‘çevre’ kaybolmuştur.Sözünü ettiğimiz bu ‘çevre’ kendisini Türk siyasal hayatında belirli dönemlerde belli etmesine rağmen esas olarak 2000’li yıllardan sonra Ak Parti döneminde kemikleşmiş bir kitle olarak kendisini yeniden var etmiştir. İşte, tam da bu sebeple, II. Abdülhamit dönemi ve Ak Parti iktidar yılları arasında analoji yapmadan siyaseten bir duygudaşlık olduğunu tespit ediyoruz. Bunun da ötesinde, aslında III. Selim’le başlayan ve 1839 Tanzimat Fermanı’yla resmiyet kazanan Batılılaşmaya müteveccih reform hareketlerinin II. Abdülhamit döneminde haddizatında bitmediğini; yeni bir safhaya geçtiğini söylüyoruz. Türkiye topraklarındaki bu ‘çevre’ siyasal açıdan reformların, yeniliklerin, sermayenin ve büyük oranda anayasal ve siyasal hakların taşıyıcısı konumundadır. II. Abdülhamit’in iktidar yıllarında böylesi bir ‘çevre’ olgusunun tecessüm ettiğini ve modern Türkiye Cumhuriyeti’nde de devam ettiğini söyleyebiliriz.Tanzimat treninin ‘arızalı’ olduğunu ironik biçimde ifade etmek istiyoruz. Çünkü Tanzimat politikaları bu ülkede ekseriyetle dün olduğu gibi bugün de hep ‘günü kurtarma’ amacıyla ortaya çıktı. Bizde kurumsallaşma ve kuramsallaşma pek olmadı. Yani, devlet kurumları ve serbest piyasadaki şirketler hiçbir zaman tam mânâsıyla kurumsal bir hafızaya sahip olmadı. Benzer bir şekilde, sosyal bilimler alanındaki entelektüellerimiz ve düşünürlerimiz de kendisine mahsus bir kuramsallaşma çabası içinde olmadı ya da bu topraklarda bir geleneksellik içerisinde kuram geliştirme imkânı bulamadı. Türkiyeli olmak kendisine mahsus bir aidiyettir, diyebiliriz. Böyle söylemek hem doğrudur hem de bir avuntudur. Tanzimat, modernleşme tecrübemizin bize ait olan ve hâlen hâletiruhiyesini muhafaza ettiğimiz ilk nüvedir.

Kategoriler
matbuat

Gençler Siyasetin Statükosuna Kapılmamalı

Gençlerin siyasette yer alması seçilme yaşının 2006 yılında anayasa değişikliyle 25 yaşına, ardından 2017’de 18 yaşına düşürüldü. Seçilme yaşının 18’e düşürülmesiyle siyasetin ne ölçüde gençleştiği elbette tartışılır. Ancak bu çok önemli değişikliklerle TBMM’de alışılagelmedik bir siyaset anlayışına, ferasete ve yepyeni bir siyaset yapma tarzına imkân oluştu.

Siyasette gençlerin yer alması önemli. Gençlik heyecanının ötesine geçerek genç yaşında birçok yaşını başını almış milletvekiline taş çıkartacak birçok kimsenin bu ülkede yetiştiği ve kendini yetiştirdiğine inananlardanım. Genç milletvekilleri siyasetteki hantal ve bürokratik vesayete alışmamalı ve siyasetin statükosu genç milletvekillerini dönüştürmemelidir. Aksine gençler siyaseti dönüştürmelidir. Yeni siyaset yapma imkân ve yollarını bulmalıdırlar.

Hâlen mecliste olan benim bildiğim iki genç milletvekili var. Birincisi, geçtiğimiz genel seçimlerde Denizli’de CHP listelerinden aday olan Gelecek Partili Sema Silkin Ün. Sema Hanım 1981 doğumlu ve benden yaşça büyük. Elbette hâlen genç ancak benim burada gençlerin siyasete dahli olmasıyla alâkalı ismini zikretmemin sebebi kendisinin birçok gence taş çıkarırcasına çalışkan, dinamik ve birçok meseleye karşı duyarlı bir hassasiyette siyaset yapması. Yani, Sema Silkin Ün için eskinin siyasetini çalışkanlığı ve dinamikliğiyle yeni bir mecra ve üsluba taşıdığını söyleyebiliriz.

Öteki isim Saadet Partisi’nden TBMM 27. dönem milletvekili Abdülkadir Karaduman. Mevcut bu dönemde milletvekili olmayan Abdülkadir Karaduman’nın 27. dönemde TBMM’de Konya milletvekili olarak önemli açıklamalarda bulunduğunu ve hakperest bir siyaset yaptığını geçtiğimiz yıllardan hatırlıyorum. Temel Karamollaoğlu’nun döneminde Abdülkadir Karaduman Saadet Partisi’nin söylem ve propaganda olarak gençleşmesinde başat rol üstlenmiştir izlenimini edinmiştim.

Benim bilmediğim ve tanımadığım başka genç milletvekilleri de var, elbette. AK Parti Ankara milletvekili 25 yaşındaki Zehranur Aydemir TBMM’nin en genç milletvekili. TBMM’deki 30 yaş altı 5 milletvekilinin 4 tanesi AK Parti’den. Öteki genç milletvekillerinin isimleri şöyle: 27 yaşındaki Rümeysa Kadak, 29 yaşındaki Mesut Bozatlı, 30 yaşındaki Eyüp Kadir İnan. Başka bir genç milletvekili Yeşil Sol Parti’den Mardin milletvekili 28 yaşındaki Beritan Güneş Altın. TBMM’de şimdilik 30 yaş altındaki milletvekilleri böyle.

Gençlere yönelik imkân verme konusunda AK Parti önde geliyor. Ancak tabii ki mesele istatistiki oranların ötesinde gençlerin yepyeni bir meşrepte siyaset geliştirmesi ve yeni siyaset imkânlarının kapısını aralaması.

Söylemek istediğim tam olarak siyasette gençler iyidir ya da yaşlılar kötüdür değil. Aslolan insandır. Kişinin kabiliyetleri ve marifetleridir. Önemli olan Türkiye’de nitelikli, basiret ve feraset sahibi bir siyasete hayat vermektir. Bunun yanında, her türlü zulme karşı durabilen insancıl, hakperest, adil ve mazlumun yanında destek olunabilen bir siyaset geliştirebilmektir.

Ne iktidar tek başına kötüdür ne de muhalefet tek başına adalet kapısıdır. İktidarın zehirli olduğu bir vakıa ancak esas olan her şart ve durumda bozulmadan prensipli bir şekilde siyaset yapmaktır. Bu noktainazardan bakınca siyasette genç insanların ancak genç oldukları kadar da hem ahlâken hem de marifet ve kabiliyet cihetinden kendini yetiştirmiş insanların yer almasını fevkalade önemli buluyorum.

Çünkü bu genç kimseler siyasetin mevcut alışılageldik statükosunu değiştirmek için önemli bir fırsattır.Siyaset kurumu öteki erklere kıyasla ifade özgürlüğü ve bağımsızlık bakımından en özgürlükçü yerdir. Ancak unutulmasın ki tıpkı askeri vesayet ve hukuk vesayeti gibi siyaset kurumu da eğer ki kendini yenilemezse belli bir noktadan sonra kendi vesayetini üretir. TBMM’deki nadir zamanların dışında siyaset bu statükoyu üretiyor da zaten.

Bu bağlamda düşünüldüğünde Türkiye’deki ahlâklı, marifet ve kabiliyet sahibi genç insanların Türkiye’deki siyaseti dönüştürmek ve dinamikleştirmek için bir imkân olduğunu ifade etmeliyiz. Hâlen pek mesafe katedilmemiş olan yeni anayasaya dair de siyasetle ilgili genç insanların kazaustik olmayan, büroktatik vesayeti engelleyen ve asıl prensipleri belirleyen ilkesel bir anayasa metni için ön ayak olmaları gerektiği fikrindeyim.Siyaset kurumu, her şeyden önce yoksulun ve mazlumun menfaatlerini kendisinden önce ortaya koymalıdır. Liyâkat diye hep sözü edilen marifet ve kabiliyetler zâyi edilmemelidir. Bu anlamda, genç siyasetçiler kadar gençlere imkân vermesi gereken, gençlerdeki marifet ve kabiliyeti kendi otoritesi ve siyaseti için mâni görmeyen âkil, donanımlı ve feraset sahibi büyüklerin de olması Türkiye’de siyasetin istikbali için fevkalade önemlidir.

Kategoriler
matbuat

Samsun Benim İçin Ne Demek?

Samsun, doğduğum ve büyüdüğüm şehir. Sevmek ve sevememek arasında kaldım hep bu şehri. Samsun’u Samsun olduğu için sevdim. Fakat ne denli büyürse büyüsün öteki Anadolu şehirleri gibi hep bir tarafı taşra olduğu için alışamadım. Galiba, taşralılık hâlini sevememekti benimkisi.

Samsun’da erken gençliğimi yaşadım ancak erken ayrıldım bu şehirden ve henüz üniversiteye dahi başlamamışken parasız yatılı bir lise öğrencisi olarak kendimi İstanbul’da buldum. İstanbul’dan ya da dünyanın öteki şehirlerinden bakınca Samsun oldukça tekdüze bir şehir olarak görünürdü bana.İstanbul, yüzlerce keşfedilecek ve sahiplenilecek bambaşka bir yerdi erken gençlik yıllarımda. Çoğu zaman sahipleri başkalarıydı ancak İstanbul’u mıntıka mıntıka tanımak ve her köşesini keşfetmek o yıllar için herhangi bir taşra kentinde bulunamayacak bir flanörlük tecrübesiydi.

Artık Samsun’dayım ve bu şehrin varoluşunu biraz Ankara’ya benzetiyorum. Ankara’da deniz olmadığı için insanların nitelikli vakit geçirebileceği alternatif olarak kafeler ve restoranlar kalburüstüdür. Mesela, iyi bir kahve içmek isteseniz İstanbul’a kıyasla Ankara’da daha fazla alternatif bulabileceğinizi düşünenlerdenim. Samsun’da da Ankara’nın aksine deniz olmasına rağmen tıpkı Ankara’daki gibi çok sayıda kaliteli restoran ve kafe var. Bilhassa geçtiğimiz üç dört sene içerisinde Samsun, özellikle de Atakum bu cihetten bambaşka bir hâl aldı.

Sahili mütemadiyen rüzgârlı ve denizi dalgalı bir kıyı şehri burası. Eski şehir güzel sayılabilecek bir dekorda fakat aslında birçok taşra şehri merkezi gibi çarpık bir modernleşme timsali. Şimdilerden eski hâle bürünmüş bir modernlik ve galiba bunun için yapılabilecek bir şey yok. Artık ‘eski olarak’ geleneksel olanın yerini modernlik almış vaziyette. Modern olanı da eskittik anlayacağınız.

Samsun’u tarihi yerleri, şahsiyetleri ve eski eserleri açısından Bursa’yla, Amasya’yla, Konya’yla, Edirne’yle kıyas ettiğimde Samsun sanki biraz zayıf kalıyor tarih açısından. Saathane’deki Büyük Camii, Kurşunlu Camii ve çivisiz camii olarak bilinen Tarihi Göğceli Camii haricinde tarihle hemhâl olmuş bir camii ya da tarihi eser yok. Aslına bakılırsa tam olarak böyle değil. Çünkü Samsun’da şimdilerde pek bilinmeyen ve ziyaret edilmeyen evliyalar ve türbelerinin olduğu camiiler mevcut. Yeni jenerasyonun arasında pek az bilinebilecek Seyyid Kutbiddin Hazretleri türbesine rahmetli anneannem ve dedemle sıkça giderdik.

Millî Mücadeleyi Samsun tarihinin bir parçası olarak addetmiyorum. Çünkü Millî Mücadeleye dair olup bitenler müzelere ve belirli günlere sığdırılmış vaziyette. Ayrıca, Samsun’un manevi atmosferine ne denli katkı sağladığı da bir muamma. Yine söylemek gerekir ki Millî Mücadele bütün Anadolu şehrine yayılmış topyekûn bir hareketti. Yalnızca Samsun’a atfedilemeyeceğinden ve hemen hemen birçok Anadolu şehrinin bir Millî Mücadele hikâyesi olduğundan Samsun tarihini daha farklı değerlendiriyorum.

Samsun hakkında düşünürken sıkça aklıma gelenlerden birisi de “Ben, bir şehirden ne beklerim?” sualioluyor. Doğduğum ve büyüdüğüm şehirde ne eksik ki ben İstanbul ya da Ankara’da yaşamak yerine Samsun’da mutmain olarak yaşayayım… Bu önemli bir soru ve bana kalırsa bu sorunun cevabı bir şehri imar ve ihya etmek için çalışırken kritik bir önem arz ediyor.

Bir şehri hikâyeler var eder. Burada hemencecik Italo Calvino’nun Görünmez Kentler’ine selâm verelim. Bir şehir imar edilirken yöneticilerinden sokaktaki insanına kadar her bir parça yaşadıkları hayatla ve sergiledikleri tutumla bir hikâye var ederler. Bizim bir yeri ya da objeyi sevmek ya da sevmemek arasındaki gelgiti oluşturan hikâyelerimizdir. İşte, tam da bu sebepten ötürü Samsun’da yaşayanlar olarak hayatımızda iz bırakan hikâyelerin bu şehrin bir parçası olması gerekir.

Şehrin bir arka sokağıdır bazan, bir camiidir, lokantadır ya da özel bir zamanın yaşandığı bir kafeteryadır. Hikâyeleri biz var ederiz. Mekânlar seyircisi ve ev sahibidir çoğu zaman. Şehrin hikâyesine ortak olmak her yerde ya da her şehrin kendisine mahsus bir köşesinde olabilecek cinstendir. Burada, “Dünyanın her şehrinde olabilecek bir hikâye avcılığının ötesinde ne yapmak gerekir?” sorusunu sormak icap eder.

Biliyorum, hikâyeler spontanedir, hikâyeleri var eden sıradan insanlar zamanın özel bir anına mahsustur ve ince işçilikte mühendislik kaldırmaz. Hikâyeler olduğu gibidir ve hikâyeleri genellikle özneleri olan insanlar kendileri var eder ve var etmek isterler.

Ancak bir şehrin yönetimi ve idârecileri de o şehri hikâyelerin yaşanabileceği şekilde ve incelikte imar etmelidirler. Devasa projelerin ya da şehrin rutin hizmetlerinin ötesinde bir durumdur bu. Başka bir perspektif ve yaklaşım gerektirir. İyi ve başarılı olmanın da ötesinde biraz maveraya dairdir. Galiba, İstanbul’u İstanbul yapan keşfedilecek ve hikâye biriktirilecek sayısız yeri ve köşesi olmasıdır.

Bir şehir mezarlıklarında yatanlarından meydandaki çeşmesinden su içenlere kadar görünen âlem kadar bâtini olanla ve mefkurelerle kendisinde hayat bulabilir. Klasikleşmiş, rutinleşmiş ve ideolojikleşmiş sloganların ötesine geçmek elzemdir. Sloganın silikleştiği yerde fikir ve düşünce memba yeşerebilir. Her şey fikir ve düşünce değildir. Aslolan hayattır ve yaşatmaktır. Lâkin şehrin sokaklarında dolaşırken dahi içten içe arka plandaki tarih ve fikriyat şehrin insanlarını bir atmosferin ve duygunun içerisine çeker. Bu duygu kolay inşa edilebilir cinsten değildir. On yıllar, belki yüzyıllar gerektirir.

Samsun’u benim için kıymetli kılabilecek olan bu şehrin sokaklarında gençlik ruhuyla hikâyeler biriktirebilmektir. Bu bana biraz da Samsun’un gelecekte alacağı biçime bağlı biliyorum. Ne denli büyürse büyüsün mühim olan bir şehrin taşralılığın ötesine geçebilmesidir.Uzun yıllar sonra Samsun’un eski günlerine dönerek altın çağını yaşamaya yaklaştığını düşünüyorum. Ancak hâlen sıra dışı olanı gerçekleştirme ve farklılaşma cihetinden çok mesafe katedilmesi gerektiği kanaatini taşıyorum.

Kategoriler
matbuat

Madleen’in Gazze Yolculuğu

Mavi Marmara gemisinin Gazze yolculuğundan sonra Gazze’yeyol alan en ciddi girişim Madleen gemisindeki 12 aktivistinİtalya Sicilya’dan kalkan gemiyle Gazze’ye doğru yol alması oldu. Madleen küçük bir yelkenli. Mavi Marmara gemisine kıyasla hem aktivist sayısı hem de geminin büyüklüğü açısından çok daha ufak çaplı bir girişim. Ancak sembolik bir değeri var. Madleen gemisi, Özgürlük Filosu Koalisyonu (Freedom Flotilla Coalition) organizasyonuyla geçtiğimiz hafta Gazze açıklarına vardı.

Geçtiğimiz günlerde Gazze yakınlarında 12 yolcusuyla beraber Madleen gemisinin etrafı İsrail gemileri tarafından kuşatılarak gemi Aşdod limanına çekilmiş ve Madleen’deki aktivistler tutuklanmıştı. Bu yazıyı tam da Madleen gemisinin Gazzeaçıklarında İsrail gemileri tarafından durdurulduğu sırada yazıyorum.

Şimdi, ne olacak? Henüz bilmiyoruz. Beklenen Madleen gemisindeki aktivistlerin herhangi bir yaralanmaya maruz kalmadan ülkelerine iade edilmeleri. Zannediyorum bu yazı baskıya gittiğinde Madleen gemisindeki 12 aktivist serbest bırakılarak ülkelerine iade edilmiş olacak.

Gemide Türkiye’den bir isim de var. Madleen gemisindeki 12 kişi içerisinde Türkiye’den de Şuayb Ordu bulunuyor. Ayrıca, Almanya vatandaşı bir Türkiyeli olan Yasemin Acar da gemidekilerden. Yine, İsveçli iklim aktivisti Greta Thunberg de Madleen gemisinde bulunan aktivistler arasında. Bu yazıyı gazeteye gönderdiğim sırada 12 aktivistin ülkelerine iade edildiği haberi ulaştı. Türkiyeli aktivist Şuayb Ordu, Yasemin Acar’la birlikte iade edilerek Almanya’ya geldiğinde “Gazze’deki ablukayı kırmak için Gazze’ye geri döneceğiz.”dedi.

Madleen gemisinin ismi Filistin’in ilk kadın balıkçısı Madleen Kulab’tan geliyor. Madleen Kulab, 30 yaşında 4 çocuk annesi bir kadın. İsrail ablukasına ve İsrail askerlerinin baskısına rağmen Gazze sahillerinde yıllarca denize açılarak balık tutuyor ve babasıyla beraber balıkçılıkla geçimini sağlıyorlardı. Ayrıca, mevsimlik deniz ürünlerini pişirip satıyorlardı. Ancak 2023 yılında İsrail’in Filistin’e karşı başlattığı savaş Madleen Kulab’ın hayatını kökten değiştirdi. Madleen Kulab, bu savaşta önce babasını kaybetti. Ailesiyle birlikte savaş sebebiyle sürekli yer değiştirmek zorunda kaldı.

Gazze ya da Filistin meselesi, herkesin kendi vicdanının muhasebesinin kendi içerisinde yapmakla mükellef olduğu bir mesele. Filistin toprakları, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışının ardından yirminci yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren tedricen işgal edilmiş yerler. Kudüs’ün özgürlüğü ve siyonizme karşı Kudüs’ün Müslümanların idâresinde bulunması da tıpkı Filistin topraklarının işgalden kurtarılması kadar önemli. Bu sebeple, tam aksine, İsrail binbir türlü girişimle Kudüs’ü kendi yönetimi altında tutmak istiyor.

Geçtiğimiz günlerde Netanyahu’nun yaptığı bir açıklama enteresan: “Bazıları benimle aynı fikirde olmasa da, Osmanlı İmparatorluğu’nun yakın zamanda geri döneceğini düşünmüyorum, dönmeyecek.” Çünkü Filistin ve dolayısıyla Kudüs özgürlüğünü ve bağımsızlığını Osmanlı fikrinin yok olmasıyla beraber kaybetti. Dikkatinizi çekerim sadece Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışı olarak durumu tanımlamıyorum; Filistin ve hatta öteki coğrafyalardaki Osmanlı toprakları, Osmanlı fikrinin ve idâre anlayışının kaybolmasıyla beraber yirminci yüzyılda tedricen işgal edildi.Yirminci yüzyılda, Osmanlı İmparatorluğu daire-i adaletprensibinden uzaklaşarak kayboldu.

Gazze, kanayan yaramız. Filistin, bu ülkedeki Müslümanların ve bütün dünyadaki insan hakları aktivistlerinin sahip çıkması gereken en büyük dava. Herhangi bir din, dil ve ırk ayırt etmeksizin Filistin’in sesi olmak, Gazze’ye sahip çıkmak ve Kudüs’ün özgürlüğünü savunmak her şeyden önce bir insan olarak en büyük vazifemiz.

İsrail’in katliamına ortak olan markaları boykot etmek belki de kalben buğuz etmenin ya da dilimizle bir noksanı düzeltmenin ötesinde elimizle bu zulmü durdurabilecek en önemli protesto biçimi. Tıpkı öteki konularda olduğu gibi boykot da herkesin kendi vicdanı çerçevesinde hayat bulabilecek meselelerden.

Bugün dünyadaki en büyük vicdan muhasebesinin muhatabı Gazze. Herkes kendi vicdanı içerisinde bu büyük sınavdan geçmek ve geçememek arasında kendi imtihanını veriyor.

Unutulmasın ki Müslüman olarak vicdanen, ahlâken ve adalet mucibince verilmesi gereken imtihanlar en az Müslümanlığın şeklî vecibeleri kadar önemlidir. Aslolan ve yakışık alan Müslüman olarak hem ahlâken hem de İslâm’ın zaruriyetleri bakımından bir terkip meydana getirmektir.

#WeAreMadleen

#BreakTheSiege

Kategoriler
matbuat

Türkiye’nin İstiklâli

Türkiye, on yıllar sonra daha önce tecrübe edilmemiş bir şekilde Kürt meselesinde barışın eşiğine yaklaşmış bir vaziyette. Kürt meselesi halklar arasında bir çatışma olmaktan ziyade bir güvenlik unsuru olarak cereyan etmekteydi.

Türkiye’nin istiklâlini ve istikbâlini entelektüel muhakemesi yüksek Türkiye milliyetçilerinde görüyorum. Son aylardaki barış görüşmelerine ön ayak olan devlet ve millet aklı da böylesi bir zihniyetin neticesi olarak tecessüm ediyor. Elbette, barışı arzulayanlar arasında bu ülkenin insanlarına yabancılaşmamış ve bu topraklardan uzak düştüğünde hasret çeken demokrasi yanlısı ve hürriyetperver insanlar da var.

Yerlilikten söz ediyorum… Çünkü bu toprakların yerlisi olmak milliyetçiliğin ötesinde asla şovenist olmayan bir durumdur. Yerlilik, kendi insanlarına çok geniş bir spektrumda fikir hürriyetini sağlamanın da anahtarıdır.

Barışı isteyenler kadar Türkiye’de Kürt meselesi ekseninde gerçekleşecek demokratik bir atmosferi arzulamayanlar ya da bundan rahatsız olanlar da var. Bu rahatsızlık genelde millilik ve Türkçülük olarak tezahür eden bir yaklaşımın neticesi. Meselenin bir de güvenlik yönü var ancak bu itirazlar güvenlik politikaları hakkında hassasiyetlerden ziyade bir Türklük gururuna dönüşüyor. Şunu da ekleyelim: Her türlü terör unsuru hiçbir şart içerisinde olmadan silah bırakmalı ve her türlü şiddet eylemine son vermelidir. Silahların olduğu yerde fikirler konuşamaz.

Barış, elbette şiddetin hiçbir türlüsünü benimsemeyerek olabilir. Kardeşlik rabıtası ancak bu şekilde oluşabilir. Eğer ki kardeşlik ruhu içerisinde bir barış cereyan edecekse demokratik bir siyasetin ve fikirlerin tartışıldığı bir hava teneffüs edilebilmelidir. Türkiye’nin son aylarda içerisinde bulunduğu terörü bitirme ve kardeşliği yeniden tesis etme imkânı iyi değerlendirilmeli ve bu fırsat zayi edilmemelidir.

Türkiye Büyük Millet Meclisi, hiç şüphe yok ki fikir teatisi için en uygun ve en önemli yerdir. Fakat acaba silah bırakanlar Meclis’e girecek mi, girmeyecek mi bu konular henüz belli değil. Ben, bu konuda görüş serdetmemeyi tercih ediyorum. Yeni bir sayfa açılması önemli fakat yıllarca eli silah tutmuş kimselerin, daha beyefendi ya da hanımefendi kimseler varken TBMM çatısı altında yer bulması neticeye değil demagojiye yararmış gibi görünüyor.

Şüphe yok ki bütün bunlar Türkiye’nin istiklâliyle, yani bağımsızlığıyla mümkün olabilen ihtimaller. Diplomatik açıdan dünyanın her türlü köşesindeki ülkelerle temas içerisinde olan Türkiye’nin tam bağımsızlıyla diplomatik açıdan başka ülkelerle beynelmilel ilişkiler kurması hassas bir terazinin kefelerini dengede tutmak gibi incelik isteyen bir zanaat. Yani, istiklâlinden ödün vermeden yedi düvelle diplomatik ilişkiler geliştirebilmek önemli. Hele hele söz konusu olan tarihsel arka planı olan hassas meseleler olduğunda iş daha da müşkülleşiyor.

Türkiye’nin istiklâli hem ekonomik olarak hem sanayii ve teknoloji olarak hem de entelektüel cihetlerden güçlü olmasından geçiyor. Hâlen güçlü bir akademimiz yok. Türk akademisi kendisine mahsus birtakım hususiyetler geliştirmekten uzakta. Batılı örneklerin ve sınav sistemlerinin esiri olmuş vaziyette. Her şeye rağmen Türkiye’de kalburüstü ve kalifiye çalışmalar yapan akademisyenler var ancak genç yaşta yeni talebeler yetiştirmek konusunda bir sığlık Türk akademisini kuşatmış vaziyette.

Türkiye, siyaseten güçlü olmak zorunda. Takdir edersiniz ki siyaset kaygan bir zeminde belagat geliştirme ve halka hizmet götürme marifetidir. Türkiye siyaseti gençleşmeli ve bu gençler de siyasetin mevcut statükolarını ve usullerini devam ettirmemelidirler. Siyasette önce yeni bir usul, metot ve yöntem bulmalı; ardından Türkiye’nin meselelerine eğilecek ve yeni esaslar geliştirecek bir yaklaşım benimsenmelidir.

Ayrıca, siyaset öyle bir alan ki herkesin fikri var. Siyaset, tıpkı ekonomi gibi hayatın her alanında olan ve insanlarımızın hayatına dokunan bir hususiyette. Bu yüzden, siyaset hakkında herkesin fikri olmasına şaşmamalı. Ancak işin bir de mütehassıslık alanı var. Siyaset bilimi tedrisatındaki kişilere mahsus bir alan siyaset meydanı. Ama siyasetle meşgul olan siyaset bilimi tahsilli kişi bulmanız çok zor. Çünkü siyaset yapanların çoğunluğu hukukçu. Tam da bu sebeple siyaset gündemi kazuistik ve bürokratik tartışmaların içerisinde sıkışıp kalıyor.

Türkiye, kendi istiklâline sahip olmak ve istikbâlini müreffeh bir şekilde kurmak zorunda. Bunu gerçekleştirirken yirminci yüzyılın kapitalist ya da sosyalist ideolojilerinin ötesine geçerek kendisine mahsus bir modernleşme imkânlarının yolunu aramalı. Fakat bu söylendiği kadar kolay bir durum değil: Ekonomi dediğinizde karşınıza neoliberal ve kapitalist bir meta bazlı sistem çıkıyor. Modernleşme meselesi başlı başına yeni dünyada nasıl var olacağımızla alâkalı ancak teknik dünyada modernleşmek hâlihazırda yeni bir fikrin ve hayat tarzının parçası olmak demek.Ben, yine de Türkiye’nin teknik dünyanın yeni imkânlarından istifade ederek bambaşka bir modernleşme hikâyesiyle var olabileceğini düşünenlerdenim. İllaki modernleşmek zorunda değiliz fakat iyi ve ahlâklı insanlar olmakla mükellefiz.

Kategoriler
matbuat

Cahit Zarifoğlu’nu Yaşamak

Şiiri zordu. Anlaşılması müşküldü. Şiirinin kendisine mahsus bir dili, imgeleri ve anlatım biçimi vardı. Şiirleri kadar Yaşamak’ta toplanan defter notlarını okumak da keyif verici ve öğreticiydi.

Yedi Güzel Adam arasında müstesna bir yeri vardı. Sanki Cahit Zarifoğlu eksik olsa Yedi Güzel Adam’dan geriye karakteristik bir şey kalmayacakmışçasına fiyakalı ve ahlâklı bir adamdı.

Bazı şiirleri gerçekten çok özeldi. Sıradan olaylara bambaşka anlatım ve imgelerle can vermek hususunda mütehassıs bir şairdi. İlk şiir kitabı İşaret Çocukları idi. Müstesna yeri olan şiirlerinden birisi de bence “Uyarılan Şair” şiiridir. “Sevmek de Yorulur”şiiri farklı duygu hâllerine değinir. Yine, “Sultan” şiirinde kendi acziyetinden bahseder. “Afganistan Çağıltısı” şiirini severim ve aklımda hep bir mısra: “Hani dengeler kuracaktık.” İlgimi çeken bir başka şiir kendisiyle hemfikir olduğumdan olacak “Sevemedik Müzeleri” şiiri. Mevzu şehitler ve iman olduğunda “Yıldızlar Üstlerinde” şiirini hatırlarım Zarifoğlu’nun. “Korku ve Yakarış” şiiri aynı zamanda şairin bir kitabının ismi olmuştur. Son olarak “Zahmet Vakti” şiirini de bu yazıda zikredeyim.

Abdurrahman Cahit Zarifoğlu’nun defter notlarından oluşan Yaşamak kitabını çok sevmişimdir. En az şiirleri kadar bu yazıları/karalamaları okumak keyiflidir. Bu notlar arasındaki bir ifadeyi hiç unutamam: “Henüz çay vakti değildir / Güneş devrilmek üzeredir” satırları şiir değeri taşıması açısından muazzam kıymetlidir ve bir o kadar da fiyakalı bir momentumu betimler.

Hasret meselesiyle ilgili şöyle yazar defterine: “Öyle tütüyorsunuz ki gözümde Hamdolsun hasret çekiyorum. Eğer kavuşuyorsak veya bu ihtimal varsa hasretimiz dünyadakinedir. Yüce şeyler iki türlü başlıyor. İlki dış şartlarla, adeta zaruretle, ikincisi içten, sen onu bilmeden. Birincisi ikinciye kapı açılması için bir fırsat.”

Cahit Zarifoğlu demişken… Şiiri, hatıraları ve röportajları kadar önemli bir marifeti daha vardı şairin. Çocuklar için masallar yazmıştı. Masal kitapları da vardı. Şimdi, burada masal kitaplarının hepsinin ismini zikretmeyeceğim. Fakat bu masallar çocukların ilgisini cezbedecek ve iyi masallardı. Çocuklarımızla Atlara Biniyordukisimli kitapta bütün bu çocuk öyküleri toplu olarak basıldı.

Şiirlerine yönelik eleştirilere yönelik olarak bir röportajında, “Şiirlerime anlaşılmaz diyorlar, o zaman okumasınlar, ben de botanikten hiç anlamam” ifadelerini kullandığını okuduğumu hatırlıyorum. Röportajın da içerisinde olduğu Konuşmalarkitaplarım arasında olmalıydı ancak kitabımı bulamadığımdan hatırımda kaldığı kadarıyla Cahit Zarifoğlu’nun şiirlerine yönelik yaklaşımını aktarabiliyorum.

Tek işi edebiyat insanlığı olan sadece bir şair değildi. Muhtelif işlerde maişeti için çalışmıştı. Güreşe ve pilotluğa merakı vardı. Avrupa görmüş, Avrupa’yı otostopla gezmiş ve Avrupa kentlerinde bir süre yaşamıştı. Ama Anadolu şairi olmaktan vazgeçmedi. Taşralı bir Anadolu insanıydı ve şiiri bu toprakların imbiğinden çıkıyordu. Lâkin bütün bunlar şiirindeki evrensel sese mâni değildi. Şiiri usul bakımından cihanşümul fakat esas bakımından Anadoluluydu.

Bilhassa da Bir Değirmendir Bu Dünya isimli kitabı bu dünyanın geçiciliğine vurgu yapan ve Zarifoğlu’nun İslâm’la teması üzerine metinler içeren dikkate değer bir çalışmadır. Dikkatinizi çekerim, dünyanın beyhudeliği ve insanı zaman çarkları arasında yok olarak ama tam olarak da kaybolmayarak bir mahsule dönüştürmesine dair muazzam bir betimlemedir kitap ismi: Bir Değirmendir Bu Dünya

Abdurrahman Cahit Zarifoğlu’nun ilk lakabının ‘Aristo’ olduğu söylenir. Sonraki yıllarda başka mecra ve muhitler içerisinde farklı lakaplarla da anılmıştır. Necip Fazıl’ın evindeki bir mecliste Necip Fazıl’ın Zarifoğlu’na dönerek ‘artist’ dediği rivayet edilir. Nuri Pakdil de ‘artist’ lakabını Cahit Zarifoğlu için kullanmaya devam edecektir. Biraz da bu sebeple, Necip Fazıl ve Nuri Pakdil de Cahit Zarifoğlu’nun Yedi Güzel Adam arasında başka bir karizması olduğundan böyle seslenmiştir kendisine.

Cahit Zarifoğlu, yakın dönem Türkiye edebiyatındaki önemli şairlerdendi. Çok eskilerden değildi ama biz ikinci milenyum çağının insanları için biraz eskilerdendi. Genç yaşta vefat etti. Erken öte tarafa göçenlerdendi. Tabiatıyla, biz Zarifoğlu hayattayken kendisini takip etme imkânı bulabilenlerden değildik. Fakat vefatından sonra birçokları gibi Cahit Zarifoğlu da okunmaya ve edebiyat severler arasında karşılık bulmaya başladı.

Kategoriler
matbuat

Bozkırkurdu Üzerine

Aheste aheste Hermann Hesse’nin Bozkırkurdu romanını okuyorum. Siddharta’nın aksine bu romanda bambaşka bir ustalık olduğunu ve kitabın baştan sona bir yazarlık zanaatı olduğunu ifade etmeliyim.

Hesse’nin romandaki ana karakteri içinde iki türlü canlılık bulunan bir kurgu içerisinde var oluyor. Bir yanda, insan tarafıyla Harry, öte yanda vahşi bir kurt olan Bozkırkurdu. Kendisinin iki kişiliği olduğunu söylüyor. Yerine göre insan ancak bazı durumlarda bir kurt. Ancak Bozkırkurdu İncelemesine göre bu bir kuruntu çünkü her insan on ruhtan, yüz ruhtan ve hatta binlerce ruhun bir araya gelmesinden oluşuyor.

Romanın ana ekseninin burjuva hayatına bir başkaldırı şeklinde ilerlediğini söylemek mümkün. Zaten, bu karakterin kurtlaşma temayülü ya da ‘genel görgü’ kaidelerinin dışına çıkma arzusu çoğunlukla orta sınıf burjuva hayatının ‘müspet görünen’ zavallılığına bir itiraz. Müşterek kuralları ihlal etmek burjuva hayatının zavallılığına karşı bir mevzi elde etmek demek.

Buna karşın, Bozkırkurdu öyle bir roman ki modern dünyada herkesi tatmin edecek zevklerin yaşandığı bir burjuva hayatının dışına çıkmanın içinde bulunduğumuz çağda mümkün olmayacağını salık veriyor. Yani, hayat bir kahramanlık destanı değil ve orta sınıfın sıradan hayatlarının ve alışkanlıklarının dışına çıkmanın sonu gelmez bir Don Kişot’luk olduğunu söylüyor. Modern dünya ve modern roman, işte, bambaşka bir teknik çağ!

Öte yandan, Bozkırkurdu, yani Harry, bohem bir hayat yaşayan ve intihar düşüncelerinin etrafında dolaşan bir karakter. Yani, siyasal ve sosyolojik olarak burjuva karşıtlığı ve soylu insanları küçümseme Bozkırkurdu’nun sıra dışı ve toplum içerisindeki ‘öteki’ karakteriyle birlikte var oluyor.

Dibine kadar yalnızlığa gömülmüş, kendisine en ufak bir ilginin dahi onu iyi etmeye yeteceği bir karakter Hesse’nin Bozkırkurdu. Bir tür entelektüel yalnızlık ancak sadece bununla sınırlı değil; Bozkırkurdu’nun yalnızlığı aynı zamanda varoluşsal ve sınıfsal. Bozkırkurdu’nun da gençliği birçokları gibiydi: Anne babası, gençliğinin uzak ve kutsal ateşi, geçmiş hayatının binlerce sevinci, binlerce uğraş ve amacı… Fakat artık kendisini kendisine mahsus bir yalnızlık ve girdaplar içerisinde bulmuştu. Tabi, Harry’nin bu entelektüel yalnızlığa gömülmüş hayatının Hermine ile tanışmalarıyla bambaşka bir hâl aldığını söylemek gerek.

Romanda dikkat çeken unsurlardan birisi de Goethe meselesi. Hesse, roman boyunca yer yer her yönüyle Goethe’den bahsediyor. Hesse, romanında Goethe’denetkilenmiş bir karakter olarak Harry’e Goethe eleştirisi yaptırıyor. Belki şu şekilde ifade etmek daha münasip: Hesse, kendi sesinden ve kendi karakteriyle özdeşleştirdiği Goethe imajı üzerinden romanında Goethe’yi konuşturuyor. Yani, Hermann Hesse kendisinin de beslendiği bir membaı olan, müşterek milliyete ve kültüre sahip olduğu Goethe ile yüzleşiyor.

Bozkırkurdu’ndaki Hermann Hesse’nin üslubunu ve metnin akıcılığını çok beğendiğimi ifade etmek istiyorum. Bana Thomas Bernhard romanlarını hatırlatıyor bu anlatım biçimi. Sadece anlatım tarzı olarak değil, Hermann Hesse’nin roman karakterlerinin buhranları ve sancıları da Bernhard’ın yazarlığından izler taşıyor.

Hesse’nin Bozkırkurdu romanındaki üslup ve kullandığı dil usta işi bir işçilik ve profesyonellik içerisinde. Tabi, romanın dilindeki bu başarının Kâmuran Şipal çevirisine de ait olduğunu belirtelim. Ancak romanında bazı kısa bölümlerinde amatörlük kendi özel hayatının içsel konuşmalarıyla metnin içerisinde var oluyor. Bu acemilik gibi görünen roman parçacıkları Bozkırkurdu’nun edebi kalitesine halel getirmiyor; bilakis romana ustalıklı bir doğallık içinde var olmanın imkânlarını tanıyor.

Söylemeden edemeyeceğim… Romanın son kısımlarında arzıendam eden ‘katliam’ havasındaki insanlarla makinelerin savaşından sahneler içeren satırlar oldukça çarpıcı. Hesse, tiyatro gösterisinden mülhem okuyucuyu bambaşka bir atmosfer içerisine çekiyor. Bu satırların oldukça fantastik olduğunu söylemeliyim.

Bozkırkurdu, sürükleyici ve okuyucunun ilgisini taze tutmayı başaran bir roman. Ancak kitabı okuduğunuzda bir an önce bitmesin diye yavaş yavaş parçalar hâlinde bir okuma serüveni içerisinde buluyorsunuz kendinizi. Tıpkı, iyi başka romanlar gibi…